Virginia Woolf’un ilk romanı olan Dışa Yolculuk, yolculuk “tema”sını keskin bir zekâ ve güçlü bir sanatçı duyarlılığıyla işliyor.
Babasının gemisiyle Güney Amerika yolculuğuna çıkan Rachel Vinrace, İngiltere’nin boğucu ortamından kurtulup hem başka memleketleri hem de kendini yeniden keşfetme imkânı bulur. Yolculuğu esnasında gençliğin heyecanı ve telaşıyla yeni insanların yanı sıra yeni ülkeler tanırken daha önce hiç tatmadığı duyguları tadar. Aşk da bunlardan biridir. Trajik bir sonla noktalanan bu yolculuk Rachel Vinrace’e gerek ruhsal derinlik katar gerek büyük olgunluk kazandırır. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway gibi ünlü karakterlerinin de sahneye çıktığı Dışa Yolculuk, büyük bir romancının ilk arayışlarına ışık tutan etkileyici bir kitap.
“Woolf’un daha sonraki romanlarından hiçbiri gençliğin heyecanını Dışa Yolculuk kadar kusursuz biçimde yansıtamamıştır.”
PHYLISS ROSE
İÇİNDEKİLER
ROMANA DAİR GÖRSELLER…………………………………………………………………………………………..7
KRONOLOJİ……………………………………………………………………………………………………………………………….11
ÖNSÖZ
VIRGINIA WOOLF’UN DIŞA YOLCULUK’UNDA
SHELLEY’NİN ÖLÜMÜNÜN ZAFERİ / ANCA VLASOPOLOS…………………….21
Dışa Yolculuk
SONSÖZ
DIŞA YOLCULUK: TEMATİK GERİLİMLER
VE ANLATI TEKNİKLERİ / JOANNE S. FRYE………………………………………………………435
Dışa Yolculuk
I. Bölüm
Strand’den Embankment’a giden sokaklar çok dar olduğundan, en iyisi bu sokaklardan aşağı kol kola yürümemektir. Israr ederseniz, mahkeme kâtipleri uçarcasına sıçrayarak çamura basmak zorunda kalır; genç sekreter hanımlar arkanızda kıpırdaşıp dururlar. Güzelliğin umursanmadan gelip geçtiği Londra sokaklarında cezayı ayrıksılık çeker; en iyisi çok uzun boylu olmamak, uzun mavi pelerin giymemek ya da sol elinizle havayı dövmemektir.
Ekim ayı başlarında trafiğin canlanmaya başladığı bir akşamüstü, uzun boylu bir adam, kolunda bir hanımla yaya kaldırımının kenarında yürüyordu. Öfkeli bakışlar sırtlarına çarpıyordu. Dolmakalemlerle süslenmiş, evrak kutularını yüklenmiş ufak tefek telaşlı suretlerin –bu çiftle karşılaştırıldığında çoğu kişi ufak tefek görünüyordu– sadık kalmaları gereken randevuları vardı ve ücretlerini haftalık alıyorlardı, bu yüzden, Mr. Ambrose’un boyuyla Mrs. Ambrose’un pelerinine fırlatılan düşmanca bakışların bir nedeni vardı. Ama bir sihir, gerek adamı gerekse kadını kötü niyetin ve beğenilmemenin erişemeyeceği bir yere koymuştu. Adamın kıpırdayan dudaklarından bu sihrin düşünce olduğu çıkarılabilirdi; kadınınsa, etrafındakilerin göz hizasından daha yukarıda, taş gibi dosdoğru karşıya dikilmiş gözlerinden, keder olduğu. Gözyaşlarını ancak karşılaştığı herkesi küçümseyerek tutabiliyordu; ona değerek yanından geçen insanların sürtünmesi belli ki acı veriyordu. Metin bir bakışla bir-iki dakika Embankment’ın trafiğini izledikten sonra kocasının kolunu çekiştirdi; hızla boşanıveren motorlu arabaların arasından karşıya geçtiler. Öte yanda güvende olduklarında kolunu usulca onunkinden çekti, bir yandan da ağzının gevşemesine, titremesine izin verdi; sonra gözyaşları aşağı yuvarlandı; dirseklerini korkuluğa yaslayarak meraklılardan saklamak için yüzüne siper etti. Mr. Ambrose onu avutmaya yeltendi; hafif hafif vurarak omzunu okşadı; ama karısı onu kabul ettiğine ilişkin hiçbir belirti göstermedi; kendisininkinden daha büyük bir kederin yanında dikilmekten hicap duyan adam, kollarını arkasında kavuşturup kaldırımda şöyle bir gezindi.
Embankment’ın şurasında burasında vaiz kürsüleri gibi açılar yapan çıkıntılar vardır; ne var ki bunları vaizler yerine, ip sarkıtan, çakıl taşları atan ya da kâğıt topaklarını bir nehir gezintisi için suya indiren küçük oğlanlar işgal etmiştir. Ayrıksılığa duyarlı gözleriyle, Mr. Ambrose’un huşu uyandıran biri olduğunu düşünme eğilimindeydiler; ama içlerinden en cingöz olanı, o geçerken “Mavisakal!” diye bağırdı. Karısına sataşmaya geçmesinler diye Mr. Ambrose bastonunu onlara doğru salladı, bunun üzerine onun yalnızca acayip olduğuna karar verdiler ve biri yerine dördü birden koro halinde, “Mavisakal!” diye bağırdı.
Mrs. Ambrose doğal olamayacak kadar uzun bir süre neredeyse kıpırdamadan durduğu halde küçük oğlanlar onu kendi haline bıraktılar. Waterloo Köprüsü yakınlarında nehre bakan biri her zaman bulunur; bir çift, güzel bir akşamüstü yarım saat boyunca orada dikilip konuşur; gezintiye çıkanların çoğu üç dakika seyreder, olayı başka olaylarla karşılaştırdıktan ya da bir cümle sarf ettikten sonra geçip giderler. Kimi zaman Westminster’daki daireler, kiliseler ve oteller, siste Konstantinopolis’in ana çizgilerine benzer; bazen nehir göz alıcı bir mordur, bazen çamur rengi, kimi zamansa deniz gibi köpüklü bir mavi. Aşağıya bakıp neler olduğunu görmek için daima zaman ayırmaya değer. Ama bu hanım ne yukarıya ne de aşağıya bakıyordu; orada durduğundan bu yana gördüğü tek şey, ortasında bir saman çöpüyle ağır ağır yüzerek geçen yuvarlak, yanardöner bir kumaş parçasıydı. Saman çöpü ile kumaş parçası, fışkıran kocaman bir gözyaşının titrek ortamının ardında tekrar tekrar yüzdü; gözyaşı kabardı, düştü, nehre damladı. Sonra çok yakınından gelen bir ses Mrs. Ambrose’un kulaklarına çarptı…
Clusiumlu Lars Porsena
Yemin etti dokuz Tanrı’ya…
Ardından, konuşan kişi yürüyüşü sırasında onun yanından geçip gitmiş gibi, daha belli belirsiz…
Büyük Tarquinius Hanedanı
Uğramayacaktı daha fazla haksızlığa.
Evet, bütün bunlara geri dönmesi gerektiğini biliyordu, ama şimdi, ağlamalıydı. Yüzünü perdeleyerek hıçkırıklarını artırdı, omuzları hiç durmadan kalkıp iniyordu. Kocasının, cilalı Sfenks’e kadar gidip resimli kartpostallar satan bir adamla başını derde soktuktan sonra döndüğünde gördüğü suret buydu; şiir derhal kesildi. Onun yanına geldi, elini omzuna koydu ve “Bir tanem,” dedi. Sesinde yakarış vardı. Ama karısı yüzünü ondan çevirdi, “Anlamana imkân yok,” der gibiydi.
Ne var ki kocası onu bırakmayınca gözlerini silip diğer kıyıdaki fabrika bacalarının hizasına kaldırmaya mecbur oldu. Bu arada Waterloo Köprüsü’nün kemerlerini, bir atış poligonundaki dizi dizi hayvanlar gibi buralarda ilerleyen arabaları da gördü. Boş bakışlarla bakmıştı, ama herhangi bir şeyi görmek elbette ağlamaya son verip yürümeye başlamak demekti.
“Yürümeyi tercih ederim,” dedi, kocası iki tüccar tarafından daha önce tutulmuş olan bir faytona el kaldırınca.
Yürüme eylemi, ruh halinin sabitliğini sona erdirdi. Dünyaya ait nesnelerden çok aydaki örümceklere benzeyen vızır vızır motorlu arabalar, gümbürdeyen yük arabaları, şıngır mıngır at arabaları ve küçük siyah kupa arabaları ona içinde yaşadığı dünyayı düşündürdü. Yukarılarda, dumanın sivri bir tepe halinde yükseldiği kulelerin üstünde bir yerlerde, çocukları şimdi onu sormakta ve yatıştırıcı bir yanıt almaktaydılar. Onları ayıran caddeler, meydanlar ve kamu binaları kütlesine gelince, Mrs. Ambrose şu anda yalnızca, yaşamının kırk yılından otuzu bir caddede geçmiş olduğu halde Londra’nın kendini ona sevdirmek için ne kadar az şey yapmış olduğunu hissediyordu. Yanından geçen insanları nasıl okuyacağını biliyordu; bu saatte yollarda birbirlerinin evine gidip gelmek üzere koşuşturan zenginler olurdu; dümdüz bir çizgi halinde işyerlerine doğru yol alan dar kafalı işçiler olurdu; mutsuz ve haklı olarak kötü huylu yoksullar olurdu. Pusun içinden güneş ışığı sızdığı halde, paçavralar içindeki yaşlı adamlar ile kadınlar, oturdukları yerde, başları düşmüş, şimdiden uyuklamaktaydılar. İnsan, şeyleri bir giysi gibi örten güzelliği görmekten vazgeçtiğinde, altındaki iskelet buydu.
İnce bir yağmur şimdi içini daha da karartmıştı; tuhaf sanayi kollarıyla uğraşanların tuhaf adlarını taşıyan kamyonetler –Talaş İmalatçısı Sprules, bütün atık kâğıt parçalarını değerlendiren Grabb– kötü bir şaka gibi tatsız kaçıyordu; tek pelerinin ardına sığınmış arsız âşıklar, ona, tutkularının ötesinde, rezil görünüyorlardı; konuşmaları her zaman dinlemeye değer, halinden memnun bir topluluk oluşturan çiçekçi kadınlar yağmurdan sırılsıklam ıslanmış cadalozlardı; başları bir araya toplanıp sıkıştırılmış kırmızı, sarı, mavi çiçekler parlamıyordu. Üstüne üstlük, serbest elini arada sırada silkerek hızlı, ritmik bir yürüyüş tutturmuş olan kocası ya bir Viking olmuştu ya da yaralı bir Nelson; martılar, onun niteliğini değiştirmişlerdi.
“Ridley, arabaya binelim mi? Arabaya binelim mi Ridley?”
Mrs. Ambrose tiz bir sesle konuşmak zorunda kaldı; bu süre içinde kocası uzaklaşmıştı.
Aynı yol boyunca hızla ilerleyen fayton çok geçmeden onları West End’den çıkarıp Londra’ya soktu. Burası insanların bir şeyler yapmakla meşgul olduğu kocaman bir üretim yeri gibiydi; elektrik lambalarıyla, hepsi sapsarı parlayan dev vitrinleriyle, özenle inşa edilmiş evleri ve yaya kaldırımında tırıs giden ya da yolda tekerlekler üzerinde yuvarlanarak ilerleyen minicik canlı suretleriyle West End de tamamlanmış olan eserdi sanki. Böyle muazzam bir fabrika için çok küçük bir eser gibi göründü Mrs. Ambrose’a. Nedense, dev bir siyah pelerinin kenarındaki ufak bir altın püskül gibi görünüyordu ona.
Yanlarından yalnızca kamyonetler ile atlı yük arabalarının geçtiğini, başka hiçbir arabanın geçmediğini, gördüğü bin adamla kadından birinin bile beyefendi ya da hanımefendi olmadığını gözlemleyen Mrs. Ambrose, sonuçta olağan olanın yoksulluk olduğunu ve Londra’nın sayısız yoksul insanın kenti olduğunu anladı. Bu keşifle irkilmiş, kendini hayatının her günü daireler çizerek Piccadilly Meydanı’nın çevresini adımlarken görüyordu ki, Londra İl Meclisi tarafından Gece Okulları için yaptırılmış bir binanın yanından geçtiklerinde rahat bir nefes aldı.
“Tanrım, ne kadar da kasvetli!” diye inledi kocası. “Zavallı yaratıklar!”
Zihni çocukları yüzünden, yoksullar ve yağmur yüzünden dertlenmekten, havada kurumaya bırakılmış bir yara gibiydi.
Bu noktada fayton durdu, çünkü yumurta kabuğu gibi ezilme tehlikesi altındaydı. Eskiden top gülleleriyle süvari taburlarını sığdıracak kadar geniş olan Embankment, şimdi küçülüp buram buram malt ve yağ kokan, atlı yük arabalarıyla tıkanmış, parke taşı döşeli bir sokak olmuştu. Kocası, tuğlaların üzerine yapıştırılmış, birtakım gemilerin İskoçya’ya doğru yelken açacağı saatleri duyuran afişleri okurken, Mrs. Ambrose bilgi edinmek için elinden geleni yaptı. Yük arabalarını çuvallarla doldurmakla meşgul, incecik sarı bir sisin içinde yarı silinmiş bir dünyadan ne yardım görebildiler ne de ilgi. Yaşlı bir adamın yaklaşıp, durumlarını tahmin ederek, onları bir dizi basamağın dibinde bağlı tuttuğu küçük kayıkla gemilerine götürmeyi önermesi bir mucize gibi göründü. Biraz tereddütle kendilerini ona emanet edip yerlerini aldılar; çok geçmeden suyun üzerinde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyorlardı, bir çocuğun tuğladan bulvarı gibi sıra sıra yerleştirilmiş kare binalarıyla, dikdörtgen binalarıyla Londra küçülmüş, iki yanlarında iki dizi binadan ibaret kalmıştı.
İçinde bir miktar bulanık sarı ışık bulunan nehir büyük bir güçle akıyordu; römorkörlerin eşlik ettiği irikıyım mavnalar hızla aşağı doğru yüzüyordu; polis tekneleri her şeyi geride bırakarak ok gibi geçtiler; rüzgâr, akıntıyla birlikte gidiyordu. İçinde oturdukları üstü açık kayık bu deniz trafiğinde hoplaya zıplaya diz kırıp selamlar veriyordu. Akıntının ortasında yaşlı adam ellerini kürekle…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDışa Yolculuk
- Sayfa Sayısı457
- YazarVirginia Woolf
- ISBN9789750535833
- Boyutlar, Kapak13 x 19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kır Zincirlerini ~ Nicole Byrd
Kır Zincirlerini
Nicole Byrd
“Çok sürükleyici.” Romance Reviews Today “Çok eğlenceli, çarpıcı. Tek kelimeyle enfes.” Historical Romance Club “Byrd, büyük bir hızla, günümüz tarihi roman yazarlarının en iyilerinden...
- Maymun ve Öz ~ Aldous Huxley
Maymun ve Öz
Aldous Huxley
“Ve buna ilerleme dediler. İlerleme! Söylüyorum sana, insan beyninin buluşlarının pek azı ilerlemeydi.” “Fikirlerin romancısı” Aldous Huxley, 20. yüzyılın en önemli distopya yazarlarından biri....
- Martin Eden ~ Jack London
Martin Eden
Jack London
Jack London, Martin Eden’da yarı-otobiyografik bir roman kurgular ve yazar olabilmek için hayatını ortaya koyan ve başına gelen tüm trajedilere rağmen bu yoldan asla...