Tolstoyun en önemli üç romanından biri olan Diriliş, bir insanın geçirdiği sarsıcı değişimin romanıdır. Zengin Prens Nehlüdov, hizmetçi Maslovayı baştan çıkarıp terk ederek hırs ve arzularının peşinden gider. Yıllar sonra bir mahkeme salonunda Maslova ile karşılaşan Nehlüdov, onu bu batağa kendisinin ittiğinin farkına varacak ve dirilen vicdanı, onun baştan ayağa değişmesine sebep olacaktır. Diriliş, vicdan azabının ezici baskısını anlatırken, ceza hukukuna da ağır eleştiriler yöneltiyor. Eserlerinde ahlaki değerlere vurgu yapan Tolstoy, bu kitabında insan ruhunun, vicdanının ve inancının toplum tarafından öldürüldüğünü dile getirip, bunların yeniden dirilişinin mümkün olup olmadığını sorguluyor.
***
BİRİNCİ BÖLÜM
Yüz binlerce insan, üst üste yaşadıkları ufak toprak parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olmalarına, üzerinde hiçbir şey yetişmesin diye her yanına taş dikmelerine, filizlenen her otu kökünden koparmalarına, havayı taş kömürü ve petrol yakarak kirletmelerine, ağaçları kesip hayvanları ve kuşları uzaklaştırmalarına rağmen, bahar şehirde bile hüküm sürüyordu. Güneş parlıyordu; koparılıp atılmayan çimenler her yerde, kaldırım taşlarının arasında bile boy atıyordu. Kayın, kavak, çiğde ağaçları hoş kokulu, taptaze yapraklar açıyor, ıhlamur ağaçlarının tomurcukları patlıyordu. Kargalar, serçeler, güvercinler ilkbaharın verdiği neşeyle yuvalarını yapmaya başlamışlardı. Sinekler, böcekler güneşin ısıttığı duvar diplerinde vızıldaşıyorlardı. Bitkiler de, kuşlar da, böcekler de, çocuklar da neşeliydi. Oysa insanlar -büyük, yetişkin insanlar- birbirlerini aldatmaya, hem kendilerini hem de başkalarını üzmeye devam ediyorlardı. İnsanlar için önemli ve kutsal olan bu ilkbahar sabahı, Tanrı’nın bütün varlıkların mutluluk ve huzur içinde yaşaması için bahşettiği bir güzellik değil de, onların birbirlerine hükmetmek için uydurdukları bir yalandı.
İl cezaevi müdürünün makamında da baharın bütün canlılar için getirdiği mutluluk ve sevinç önemli değildi; önemli ve kutsal olan, bir gün evvel gelen ve 28 Nisan sabahı saat 9’da ikisi kadın, biri erkek üç tutuklunun duruşmada hazır bulundurulmalarını emreden, basma başlıklı ve numaralı belgeydi. Kadınlardan biri, önemli bir suçlu olduğu için, ayrı götürülecekti. Bu emir gereği, 28 Nisan sabahı saat 8’de kadınlar koğuşunun karanlık, pis kokan koridorunda başgardiyan göründü. Peşinden, beyazlaşmış saçları karmakarışık, bezgin ifadeli, üzerinde kol ağızları sırmalı bir bluz, belinde kenarına açık mavi şerit geçirilmiş bir kuşak olan kadın geldi. Bu, kadın gardiyandı.
Kadın, yanında nöbetçi gardiyanla, koridora açılan kapılardan birine yaklaşarak, “Maslova’yı mı istiyorsunuz?” diye sordu.
Nöbetçi gardiyan kilidi gürültüyle çevirdi; kapının açılmasıyla birlikte dışarıya koridordan daha da pis kokan bir hava akın etti. Nöbetçi gardiyan, “Maslova, mahkemeye!” diye bağırdı ve tutuk-lunun arkasından kapıyı tekrar kilitledi.
Rüzgarın şehre taşıdığı tarlaların o taptaze havası cezaevinin avlusunda bile hissediliyordu. Ama koridordaki pislik, katran ve küf kokan hava içeri giren herkesin üstüne bir ağırlık gibi çöküyordu. Avludan gelen kadın gardiyan, bu pis havaya alışık olsa da, içerideki ağırlığı hemen fark etmişti. Koridora girince kendini yorgun hissetmiş, uyumak istemişti.
Koğuşta bir telaştır başlamıştı. Kadın sesleri ve çıplak ayakla koşuşmalar duyuluyordu.
Başgardiyan kafasını kapıdan uzatarak, “Hadi kımılda, Maslova!” diye bağırdı. “Kulakların ağır mı duyuyor?” İki dakika sonra koridorda orta boylu, göğüsleri dolgun bir kadın göründü; canlı adımlarla yürüdü ve gardiyanın önüne gelince hızla dönüp yanında durdu. Genç kadın beyaz bluz ve eteğinin üzerine gri bir pelerin giymişti; ayaklarında keten çorap ve ceza evlerinde giyilen terliklerden vardı. Başına beyaz bir başörtü bağlamıştı; başörtünün kenarından -besbelli mahsus dışarıda bırakılmış- bir tutam siyah, kıvırcık saç görünüyordu. Kadının yüzünde, uzun süre kapalı mekanda kalmış insanlarda görülen, bir mahzende yetişen patatesin filizlerini andıran o tuhaf beyazlık vardı. Aynı beyazlık küçük, geniş ellerinde, gömleğinin geniş yakası arasından gözüken dolgun boynunda da göze çarpıyordu. Bu donuk beyaz yüzde simsiyah ve biraz şiş olmalarına rağmen canlı, parlak, teki hafif şaşı bir çift göz dikkati çekiyordu. Kadın dimdik duruyordu. Koridora çıkınca başını hafif yana yatırarak gardiyanın gözlerinin içine bakmış, kendisinden istenecek her şeyi yapmaya hazır bir tavırla geçip yanında durmuştu. Gardiyan kapıyı kilitlemek üzereydi ki o sırada düz, beyaz saçlı, yaşlı bir kadının soluk, sert çizgili, kırış kırış yüzü uzanıp Maslova’ya bir şeyler söylemeye başladı. Ama gardiyan kapıyı üzerine kapatmaya yeltenince yaşlı kadın susup geri çekildi. İçeriden bir kadın kahkahası duyuldu. Maslova da gülümsedi, kapıdaki parmaklıklı deliğe baktı. Yaşlı kadın da yüzünü parmaklığa dayamış, kısık sesiyle, “Unutma” diyordu, “az konuş, dediğinden dönme, sonrası kolay.”
Maslova başını sallayarak, “Dönmem, zaten bundan daha kötüsü ne olabilir ki” diye cevap verdi.
Başgardiyan amirlere has bir kendini beğenmişlikle, çok esprili olduğundan emin bir tavırla, “Dönmezsin tabii, kim dönmek ister ki? Hadi yürü bakalım, marş!” dedi.
Yaşlı kadının delikten bakan gözleri kayboldu, Maslova da koridorun ortasına çıktı; küçük hızlı adımlarla başgardiyanın peşi sıra yürüdü. Taş bir merdivenden alt kata indiler, kadınlar koğuşundan daha da pis kokan, gürültülü erkekler koğuşundan geçtiler. Koğuşların parmaklıklı, küçük pencerelerinden bakan gözler, onları silahlı iki erin nöbet tutuğu cezaevi müdürünün odasına kadar takip etti. Masa başında oturan kâtip sigara dumanından sararmış bir kâğıdı erlerden birine uzattı ve tutukluyu işaret ederek, “Al” dedi.
Nijegorod köylüsü, al yanaklı, çiçek bozuğu yüzlü er, kâğıdı paltosunun devrik kol ağzının arasına soktu; gülümseyerek, elmacık kemikleri çıkık çavuş arkadaşına göz kırparak kadını gösterdi.
Erler tutukluyla beraber merdiveni inip ana kapıya yöneldiler. Ana kapı açıldı; avluyu geçip cezaevi duvarlarını geride bıraktılar, şehrin taş döşenmiş sokaklarında yürümeye başladılar.
Arabacılar, dükkâncılar, aşçı kadınlar, işçiler, memurlar durup tutukluyu merakla süzüyorlardı. Bazıları başını sallayarak, “İşte kötü yola düşenin hali budur!” diyorlardı. Çocuklar, canavar kadına korkudan ürpererek bakıyor, arkasında iki askerin olduğunu, kimseye zarar veremeyeceğini görerek rahatlıyorlardı. Köyden getirdiği kömürü sattıktan sonra bir meyhaneye girip doyasıya çay içen bir köylü Maslova’nın yanına yaklaştı, haç çıkardı ve ona bir kapik uzattı. Kadın kızardı, başını önüne eğip bir şeyler mırıldandı.
Tutuklu, kendine yönelen bakışları hissediyor, belli etmemeye çalışarak, başını çevirmeden yan gözle ona bakanları süzüyordu; kendisine gösterilen bu ilgiden hoşlanıyordu. Hapishane havasına nazaran tertemiz bahar havası onu sevindiriyordu ama taşlara bastıkça hamlaşmış, cezaevinin biçimsiz terliklerini geçirdiği uzun ayaklarının altı acıyordu; o da elinden geldiğince hafif basmaya gayret gösteriyordu. Bir un dükkânının önünde kimsenin ilişmediği güvercinler dolaşıyordu. Tutuklu, az kaldı gümüş rengi bir güvercinin üstüne basıyordu. Güvercin ürktü, kanatlarını çırparak kadının kulağının dibinden geçti; rüzgarı kadının yüzüne vurdu. Kadının dudaklarında bir gülümseme belirdi, sonra durumunu hatırlayınca derin bir göğüs geçirdi.
Tutuklu Maslova’nın hikâyesi sıradandı. Köyde yaşayan çiftlik sahibi iki kız kardeşin yanında çalışan hayvan bakıcısı, hiç evlenmemiş bir hizmetçi kadının kızıydı. Kadın hemen her sene bir çocuk doğuruyordu. Köylerde genelde yapıldığı gibi çocukları hemen vaftiz ediyorlardı ama anne çalışmasına mani olan bu istenmeyen çocuğu beslemediği için çocuk kısa bir zaman sonra ölüyordu.
Kadının beş çocuğu ölmüştü böyle. Hepsini de vaftiz etmişlerdi, sonrasında ise çocuklar açlıktan ölmüşlerdi. Köyden geçen bir çingeneden olan altıncı çocuk kızdı, onu da aynı kader bekliyordu ama yaşlı kız kardeşlerden biri, çıkarılan kaymak inek kokuyor diye hizmetçileri azarlamak üzere ahıra gelince bebek ölümden kurtuldu. Ahırın bir köşesinde yeni doğum yapmış kadın, yanında gürbüz bir çocukla öylece yatıyordu. Yaşlı hanım hem kaymak, hem de yeni doğum yapmış bir kadını ahırda yatırdıkları için söyleyeceğini söyledikten sonra tam çıkmak üzereydi ki bebeği görünce duygulandı ve çocuğun vaftiz annesi olacağını söyledi. Küçük kızı haç çıkararak kutsadı, sonra da annesine süt ve para vererek kızın hayatta kalmasını sağladı. O günden sonra yaşlı hanımlar küçük kıza “kurtarılmış” diyorlardı.
Küçük kız üç yaşındayken annesi hastalanıp öldü. Hayvan bakıcısı olan anneannesi torununa bakmak istemeyince yaşlı hanımlar çocuğu yanlarına aldılar. Siyah gözlü kız hayat dolu, çok tatlı bir çocuktu ve yaşlı hanımlar ona bağlanmışlardı.
Hanımların küçüğü Sovya İvanovna -kızı vaftiz eden oydu-daha bir yumuşak yürekliydi. Büyüğü Mariya İvanovna ise biraz sertti. Sovya İvanovna küçük kızı süslüyor püslüyor, ona okuma yazma öğretmeye çalışıyordu; onu okutmaya niyetliydi. Mariya İvanovna ise kızı iyi bir oda hizmetçisi olarak yetiştirmek gerektiğine inanıyordu ve bu sebeple ona karşı titiz davranıyordu. Onu sık sık cezalandırıyor, hatta canı sıkkın olduğu zamanlarda dövüyordu. Böylece, iki zıt etkinin altında yetişen çocuk büyüyünce yarı oda hizmetçisi, yarı okumuş bir kız oldu. İsmi ne Katya’ydı ne de Katenka; ona Katyuşa diyorlardı. Dikiş dikiyor, odaları topluyor, azize resimlerinin tozunu alıyor, yemek pişiriyor, odun yarıyor, kahve servisi yapıyor, ufak tefek şeyleri yıkıyor, bazen de hanımlarla beraber oturup onlara kitap okuyordu.
Birçok talibi vardı ama kimseyle evlenmeye yanaşmıyordu. Onu isteyen uşaklardan birine varırsa hanımların yanında alıştığı rahatlığı bulamayacağını, hayatının zorlaşacağını biliyordu.
Böylece on altı yaşına geldi. On yedisine yeni basmıştı ki hanımlarının üniversite öğrencisi zengin bir prens olan yeğeni ziyaretlerine geldi. Katyuşa delikanlıya âşık oldu ama bunu ne ona, ne de kendine itiraf edebildi. İki sene sonra aynı yeğen savaşa giderken yolu üzerindeki halalarının köyüne uğradı, dört gün kaldı; gitmeden bir gün evvel Katyuşa’yı baştan çıkardı ve ertesi gün eline bir yüz rublelik sıkıştırıp gitti. Bundan beş ay sonra genç kız gebe olduğunu anladı.
Her şeyden iğrenmeye başlamıştı; sadece onu bekleyen utançtan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Her işi istemeye istemeye yapıyordu. Birden kendi de farkında olmadan değişivermişti. Bir gün hanımlarına sonradan çok pişman olduğu kaba sözler söyledi ve ayrılmak istedi. Hayal kırıklığına uğrayan hanımları onu serbest bıraktı. Oradan ayrılınca bölge polis müdürünün yanına oda hizmetçisi olarak girdi ama ancak üç ay kalabildi zira ellilik müdür ona asılmaya başlamıştı. İhtiyarın iyice azıttığı bir gün kız öfkelendi ve yüzüne karşı “bunamış, şeytan suratlı” diye bağırıp adamı öyle bir itti ki ihtiyar sırt üstü yere yuvarlandı. Kabalık ettiği için onu işten kovdular. Doğum yaklaşıyordu, artık bir işe giremezdi; bu yüzden şarap ticareti yapan dul köy ebesinin yanına yerleşti. Doğumu kolay oldu ama ebe doğum yaptırdığı kadınlardan birinden kaptığı bir hastalığı Katyuşa’ya bulaştırınca oğlanı bakım evine yollamak zorunda kaldılar. Yavrunun oraya gittikten az sonra öldüğünü söyledi yaşlı ebe.
Köy ebesinin evine yerleştiğinde Katyuşa’nın bütün parası yüz yirmi yedi rubleydi; yirmi yedi rublesi çalışıp kazandığı paraydı, yüz rubleyi de onu baştan çıkartan delikanlı vermişti. Ebenin evinden ayrılırken ise cebinde sadece altı ruble vardı. Parasını tutmayı bilmiyordu; kendine harcadığı gibi her isteyene de çıkarıp veriyordu. Ebe iki aylık bakımına, yemesine içmesine karşılık ondan kırk ruble almıştı; yirmi beş ruble çocuğun bakım evine yatırılması için verilmişti; ebe inek almak için kırk ruble borç istemişti; yirmi ruble de ufak tefek bazı şeylere, giysiye, çaya, kahveye harcanmıştı… Katyuşa iyileştiğinde beş parasız kalmıştı, bir iş araması lazımdı. Bir ormancının yanında iş buldu. Ormancı evliydi ama tıpkı polis müdürü gibi o da daha ilk günden Katyuşa’ya asılmaya başladı. Katyuşa ondan iğreniyordu, elinden geldiğince uzak durmaya çalışıyordu. Gelgelelim adam Katyuşa’dan daha tecrübeli ve daha kurnazdı; üstelik patronuydu ve onu istediği yere yollayabilirdi. Sonunda uygun bir anını bulup Katyuşa’yı elde etti. Ormancının karısı durumu öğrendi. Bir keresinde kocasını Katyuşa’yla odada yalnız yakalayınca kıza saldırıp vurmaya başladı. Katyuşa karşılık verdi; iki kadın saç saça, baş başa dövüştü. Bu kavganın sonunda Katyuşa’yı parasını vermeden kovdular. Katyuşa şehre gidip halasının yanına yerleşti. Eskiden kitap ciltleyen, işleri iyi giden halasının kocası artık müşterilerini kaybetmişti; gece gündüz durmadan içiyor, eline geçen her şeyi içkiye veriyordu.
Katyuşa’nın halası küçük bir çamaşırhane çalıştırıyordu. Buradan elde ettiği gelirle çocuklarına ve ayyaş kocasına bakıyordu. Halası Maslova’ya çamaşırcı olarak yanında çalışmasını teklif etti ama Maslova çamaşırhanedeki kadınların ağır çalışma şartlarını gördüğü için cevabını elinden geldiğince geciktirmeye çalışıyor, bir yandan da yazıhaneleri dolaşıp hizmetçilik işi arıyordu. Sonunda, lise öğrencisi iki oğluyla oturan bir kadının yanına girdi. Ama bir hafta sonra bıyıklı, altıncı sınıf öğrencisi büyük oğlan dersleri bırakıp Maslova’ya rahat vermemeye başladı. Çocukların annesi bunun için Maslova’yı suçladı, parasını ödeyip ona yol verdi. Başka yer de yoktu ama hizmetçi bulma yazıhanelerinden birinde parmakları kocaman taşlı yüzükler, tombul çıplak kolları bilezik dolu bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımefendi Maslova’nın başından geçenleri öğrendikten sonra ona adresini verdi ve evine gelmesini söyledi. Maslova gitti. Hanımefendi onu güler yüzle karşıladı, çörek ve tatlı şarap ikram etti, sonra oda hizmetçisini, eline bir pusula tutuşturarak bir yere yolladı. Akşam uzun saçlarına, sakalına ak düşmüş yaşlı bir adam odaya girdi, hemen Maslova’nın yanına çöktü; gözleri parlayarak onunla şakalaşmaya başladı. Hanımefendi onu yan odaya çağırdı; Maslova kadının, “taptaze bir köylü kızı” diye fısıldadığını duydu. Ardından hanımefendi Maslova’ya yaşlı adamın çok paralı bir yazar olduğunu, hoşuna giderse ondan hiçbir şey esirgemeyeceğini söyledi. Maslova yazarın hoşuna gitmişti, sık sık görüşeceklerini söyleyerek ona yirmi beş ruble verdi. Halasına olan borcunu ödeyip kendine yeni bir elbise, bir şapka, birkaç da kurdele alınca yirmi beş ruble bitti. Birkaç gün sonra yazar onu tekrar çağırttı. Gitti Maslova. Ona yirmi beş ruble daha verdi ve ayrı bir daireye taşınmasını teklif etti.
Maslova yazarın tuttuğu dairede otururken, aynı evde kiracı olan, şen yaradılışlı bir satıcıya tutuldu. Maslova, durumu yazara kendi açtı ve ayrılıp satıcının küçük dairesine yerleşti. Onunla evleneceğini vaat eden satıcı, Maslova’ya bir şey söylemeden Nijniy’e kaçtı. Maslova dairede tek başına oturmak istedi ama izin vermediler. Mahalle polisi, ancak sarı kart alırsa ve her hafta muayeneye gelirse yalnız başına oturabileceğini söyledi. Tekrar halasına gitti Maslova. Üzerindeki son moda elbiseyi, pelerini, şapkasını görünce halası onu saygıyla karşıladı ve yüksek tabakaya girdiğini düşünerek, çamaşırhanede çalışmasını teklif etmeye cesaret edemedi. Maslova için artık bu söz konusu bile olamazdı. Çamaşırhanenin ilk odalarında vereme yakalanmış, soluk yüzlü, sıska çamaşırcı kadınların yaz kış açık pencereleri arasında, otuz derece sıcakta, sabunlu buharın içinde çamaşır yıkayarak, ütü yaparak sürdürdükleri, kürek mahkûmlarınınkinden farksız bu hayata bakarken onlara acıyor, kendisinin de burada çalışabileceği ihtimali karşısında dehşete kapılıyordu.
Onun için çok zor olan bu günlerde -ne bir koruyanı vardı ne de elinden tutanı- Maslova geneleve kız bulan bir kadının ağına düştü.
Sigaraya çoktan başlamıştı; özellikle satıcı onu bırakıp kaçtıktan sonra iyice içkiye alışmıştı. Hoşuna giden sadece şarabın tadı değildi; içki başından geçen kötü olayları unutturuyordu, daha özgür ve kendinden daha emin birine dönüşüyordu. İçkili olmadığı zamanlarda ise içine bir ağırlık çöküyor, sıkılgan oluyordu.
Muhabbet tellalı kadın halaya hediyeler yağdırdı. Maslova’yı sarhoş ettikten sonra ona şehirdeki eve taşınmasını teklif etti; bu hayatın ona sağlayabileceklerini ballandıra ballandıra anlattı. Mas-lova ikisinden birini seçmek zorundaydı. Ya herkesin hor göreceği bir hizmetçi olarak kalacaktı -bu arada erkekler onu gene kovalayacak, o da ara sıra gizliden onlarla birlikte olacaktı- ya da erkeklerle yasaların koruması altında açıkça birlikte olup para kazanacağı, gelecek endişesi olmayan, kendisine huzur dolu bir hayat sağlayacak olan o eve gidecekti. Maslova ikinci yolu seçti. Bu şekilde kendisini bu duruma düşüren prensten, onu bırakıp kaçan satıcıdan ve ona kötülük eden herkesten intikam alacağını düşünüyordu.
Bu kararı vermesinde muhabbet tellalının, istediği giysiyi diktirip giyebileceğini söylemesinin önemli bir payı vardı: Kadife, atlas, ipek giysileri, omuzları açık ya da kollu tuvaletleri olacaktı. Maslova kendini üzerinde siyah kadifeden güller olan parlak sarı, göğüslerini açıkta bırakan bir elbiseyle hayal edince dayanamadı, verdi nüfus cüzdanını. Muhabbet tellalı, hemen o akşam kiralık bir faytonla gelip Maslova’yı aldı ve Kitayeva’nın ünlü evine götürdü. O günden sonra Maslova için, kutsal kitapların ve bilge insanların emrettiklerine karşı çıkan, günahla dolu bir hayat başladı. Tebaalarının mutluluğunu düşünen hükümetin izniyle, hatta himayesi altında binlercesinin sürdüğü bu hayat, kadınların onda dokuzu için korkunç hastalıklara yakalanarak, zamanından evvel ölmekle sonlanır.
Çılgın gece eğlencelerinden sonra gündüz geç saatlere kadar ölü gibi uyumak, öğleden sonra üçte ya da dörtte pis yataktan bitkin bir halde kalkmak; zehir gibi bir ağız, kahve, sabahlıkla, bornozla, bir bluzla koridorlarda tembel tembel dolaşmak, perde arkasından pencereden bakmak, sonra yıkanmak, kremlenmek, saçlara, omuzlara koku sürmek, yeni giysileri ölçmek, elbisesi istediği gibi olmamış diye ev sahibiyle tartışmak, aynanın karşısına geçip kendine bakmak, yüzünü, kaşlarını boyamak, yemek yemek, ardından vücudu açıkta bırakan parlak, ipek giysiler giymek, süslü mobilyalarla döşeli ışıklandırılmış salona inmek; misafirlerin gelişi, müzik, dans, şeker, şarap, sigara; artık işi bitmiş ihtiyarların, kimi bekar kimi evli genç adamların, tüccarların, çiftlik kâhyalarının, Ermenilerin, Musevilerin, Tatarların, zengin, yoksul, sağlıklı, hasta, ayık, sarhoş, kibar, kaba, asker, sivil, üniversite ya da lise öğrencisi, olası bütün sınıflara mensup, olası bütün yaş ve karakterdeki adamların koynuna girmek… Bağrışmalar, kahkahalar, kavgalar, sonra müzik, sigara ve şarap… Ardından gene sigara ve şarap, akşamdan gün ağarıncaya dek kesilmeyen müzik. Ancak gün ışıdığında kendi başına kalmak ve derin bir uykuya yatmak. Bütün hafta, her gün aynı şekilde. Hafta sonunda da devlet dairesine, erkek doktorların, memurların görevli oldukları kuruma gitmek… Bu adamlar, tabiatın günahtan uzak durmaları için sadece insanlara değil, hayvanlara bile verdiği ar duygusunu ortadan kaldırarak, bazen ciddi ve sert bir tavırla, bazen de oynak bir neşeyle bu kadınları muayene ediyorlardı; sonra onlara, beraber işledikleri günaha devam etmeleri için gereken belgeyi veriyorlardı. Yine bir öncekinin aynısı bir hafta başlıyordu. Yaz kış, bayramda seyranda günleri hep böyle geçiyordu.
Maslova yedi sene boyunca böyle yaşadı. Bu yedi sene içinde iki ev değiştirdi, bir kere de hastaneye yattı. Yirmi altı yaşındayken, geneleve girişinin yedinci, bu yola ilk düşüşünün sekizinci yılında ise, başına cezaevine atılmasına, şimdi de koğuşta katillerle, hırsızlarla altı ay bir arada kaldıktan sonra duruşmaya götürülmesine sebep olan olay geldi.
Maslova’nın, silahlı iki erin arasında ayaklarının altı sızlaya sız-laya bölge mahkemesine yürüdüğü zamanda eski hanımlarının yeğeni Prens Dimitri İvanoviç Nehlüdov -onu baştan çıkaran adam-kuş tüyü döşekli, yüksek yaylı karyolasında yatıyordu. Hollanda malı, tertemiz pijamasının önünü açmış, sigarasını tüttürüyordu. Gözlerini, önündeki bir noktaya dikmiş, gün içinde neler yapması gerektiğini ve dün neler yaptığını düşünüyordu.
Dün akşamı varlıklı, tanınmış bir aile olan Korçaginler’de geçirdiğini hatırlayınca -herkes onun Korçaginler’in kızıyla evleneceğine kesin gözle bakıyordu- derin bir soluk aldı, bitmek üzere olan sigarasını atıp, gümüş sigaralıktan bir tane daha almak için elini uzattı, sonra vazgeçti. Pürüzsüz, beyaz bacaklarını karyoladan uzatıp terliklerini giydi, dolgun omuzlarına ipek sabahlığını aldı, hızlı ve geniş adımlarla yatak odasının bitişiğindeki briyantin, kolonya, parfüm, krem kokan tuvalet odasına geçti. Hemen hepsi dolgulu dişlerini özel bir macunla fırçaladı, ağzını hoş kokulu bir suyla çalkaladı, sonra da özenle yıkanmaya başladı. Kokulu sabunla ellerini yıkayıp, uzamış tırnaklarını fırçayla temizledikten, yüzünü, kalın ensesini geniş mermer lavaboda yıkadıktan sonra, duşun hazır beklediği yan odaya geçti. Adaleli, yağlanmış, beyaz tenli vücudunu soğuk suyla yıkayıp, kalın bir havluyla kurulandıktan sonra güzelce ütülenmiş kar beyaz iç çamaşırları giyip, ayağına da parlatılmış potinlerini geçirdi; ardından aynanın karşısına oturdu ve kısa, siyah sakalını, hafif seyrelmiş kıvırcık saçlarını iki tarakla taramaya başladı. Giyim kuşam için kullandığı her şey -iç çamaşırı, elbise, ayakkabı, kravat, kravat iğnesi, kol düğmesi- en iyisin-dendi; göze batmayan, sade, sağlam ve pahalıydı…
Nehlüdov onlarca kravat ve kravat iğnesinin arasından eline ilk geçenleri aldı -bir zamanlar bunlardan birini seçmek hoş bir uğraştı, oysa şimdi umursamıyordu- sandalyenin üzerinde hazır bekleyen elbisesini giydi ve tam anlamıyla dinç olmasa bile, tertemiz ve mis gibi kokular sürünmüş bir vaziyette, parkelerini dün akşam üç uşağın ovarak temizlediği yemek salonuna girdi. Salonda meşe ağacından kocaman bir büfe ve aslan pençelerini andıran oyma bacaklarıyla soylu bir görünüme sahip olan açılıp kapanır büyük bir masa göze çarpıyordu. Üzerine soyadının baş harfleri işlenmiş, kolalı, ince bir örtü serilmiş olan masada içi dolu gümüş bir kahve-lik, gümüş bir şekerlik, kaymak dolu bir kap, taze francala, peksimet ve bisküvi dolu bir sepet duruyordu. Ayrıca mektuplar, günlük gazeteler ve Revue des Deux Mondes’ün yeni sayısı da vardı. Nehlüdov tam elini mektuplara uzatıyordu ki koridora açılan kapıdan matem elbisesi giymiş, başında saçlarının döküldüğünü gizleyen dantelli bir başlıkla şişman, yaşlı bir kadın içeri girdi. Bu, Nehlüdov’un bundan kısa bir süre evvel vefat eden annesinin oda hizmetçisi, şimdi evin kâhyası olan Agrafena Petrovna’ydı.
Agrafena Petrovna, Nehlüdov’un annesiyle Avrupa’da on sene kadar kalmıştı; hali, tavrı bir hanımefendininkini hatırlatıyordu. Çocukluğundan beri Nehlüdovlar’ın evindeydi. Dimitri İvanoviç’in, “Mitenka” diye çağrıldığı zamanı bilirdi.
“Günaydın Dimitri İvanoviç.”
“Merhabalar Agrafena Petrovna.”
Nehlüdov gülümseyerek devam etti:
“Ne var, ne yok?”
Agrafena Petrovna mektubu verirken manalı manalı, “Oda hizmetçileri bir mektup getirdi; prensesten mi, annesinden mi, bilemiyorum. Çok oluyor, yanımda saklıyordum” dedi.
Nehlüdov mektubu alırken, “Peki, şimdi okurum” dedi. Agrafena Petrovna’nın gülümsediğini fark edince kaşlarını çattı.
Bu gülümseme, yaşlı kadının, mektubun Nehlüdov’un evleneceğine inandığı küçük prenses Korçagina’dan geldiğini bildiği anlamına geliyordu ve bu Nehlüdov’un hiç hoşuna gitmemişti.
“Kıza söyleyeyim beklesin biraz” dedi Agrafena Petrovna ve masanın üzerindeki kırıntıları temizlemek için kullanılan küçük süpürgenin durması gereken yerde olmadığını fark edince alıp yerine koydu; sonra geldiği gibi sessizce yemek salonundan çıktı.
Nehlüdov, Agrafena Petrovna’nın verdiği parfüm kokulu mektubu açıp okumaya başladı. Gri, kalın bir kâğıda iri harflerle, dağınık bir el yazısıyla, “Üzerinize aldığınız sorumlulukları size hatırlatma görevini üstlendiğim için” yazılmıştı. “Bugün, 28 Nisan günü, mahkemede jüri heyetinde yer almanız gerektiğinden dolayı, dün akşam o size has rahatlıkla vaat ettiğiniz gibi, Kolosov ve bizimle bugün tablolara bakmaya gelemeyeceğinizi hatırlatmak istedim. Görevinize gitmediniz için a moins que vous ne soyez dipo-se a payer la cour d’assies les 300 roubles d’amende, que vous refusez votre cheval. Bunu, dün akşam siz gittikten hemen sonra hatırladım. Unutmayın sakın. Pr. M. Korçagina.”
Kâğıdın arkasına da şu eklenmişti:
“Maman vous fait dire que votre couvert vous attendre jusqu’a la nuit. Venes absolument a quele heure que cela soit. M.K.”
Nehlüdov yüzünü ekşitti. Bu mektup küçük prenses Korçagina’nın iki aydan beri ustalıkla yürüttüğü uğraşın bir devamıydı; bu uğraş Nehlüdov’u görünmez bağlarla her gün biraz daha genç kıza bağlıyordu. Ayrıca, ilk gençlik yıllarını geride bırakmış, bir de tutkuyla âşık olamayan insanlarda görülen, evlenmek için ilk adımı atarkenki o alışılmış kararsızlık bir yana, Nehlüdov küçük prensesle evlenmek istese bile bunu hemen yapamazdı. Bunun sebebi on sene evvel Katyuşa’yı iğfal edip yüzüstü bırakması değildi -o olayı çoktan unutmuştu ve evlenmesine bir engel saymıyordu- o sıralar evli bir kadınla yaşadığı ilişkiydi. Gerçi son günlerde kadınla ilişkisini kesmişti ama kadın bu gerçeği henüz kabul etmiş değildi.
Nehlüdov kadınlardan çekinirdi, evli kadınlar ise onun bu çekingenliğini seviyorlardı. Kadın, Nehlüdov’un seçimlere girdiği bölgenin başkanının karısıydı. Nehlüdov’u elde etti ve gün geçtikçe onu hem saran, hem de iğrendiren bir ilişkinin içine sürükledi. Nehlüdov, başlangıçta bu kadına kendini iyice kaptırmıştı; şimdi de ona karşı suçlu hissettiği için, rızası olmadan aralarındaki ilişkiyi bitiremiyordu. Nehlüdov’un, istese bile Korçagina’ya evlenme teklifinde bulunmaya hakkı olmadığını düşünmesinin sebebi buydu işte.
Masanın üzerindeki mektupların arasında kadının kocasından gelen bir mektup vardı. Zarfın üzerindeki el yazısıyla damgayı görünce Nehlüdov kızardı ve kendini daha güçlü ve zinde hissetti. Tehlikenin yaklaştığını gördüğü zamanlar hep böyle hissederdi ama heyecanı boşunaydı. Nehlüdov’un belli başlı arazilerinin bulunduğu bölgenin başkanı, ona mayısın sonunda olağanüstü bir toplantı yapılacağını bildiriyordu; muhakkak toplantıya gelmesini, muhafazakârların var gücüyle direteceği okullar ve yollarla ilgili konularda çıkacak tartışmalarda, kendisinden donner un coup depoule rica ediyordu.
Başkan aydın bir insandı, kendisi gibi düşünen birkaç arkadaşıyla birlikte III Aleksandır döneminde alıp yürüyen irticaya karşı savaş açmıştı; bu uğraşla öylesine meşguldü ki karısının mutsuzluğundan haberi yoktu.
Bu adam yüzünden çektiği bütün acıları hatırladı: Bir keresinde onun, karısıyla olan ilişkisini öğrendiğini sanmıştı ve muhakkak gerçekleşmesi gereken düelloda havaya ateş etmeye karar vermişti. Kadının umutsuzluk içinde kendini sulara atmak için bahçeye koştuğu, onun da peşine düştüğü an canlandı gözlerinin önünde. Nehlüdov “Olmaz, gidemem” diye geçirdi içinden, “ondan bir cevap almadan hiçbir şey yapamam.” Bir hafta evvel kadına bir mektup yazmış, ona karşı suçlu olduğunu, bu suçunu bağışlatmak için her şeye hazır olduğunu, kadının iyiliğini düşünerek aralarındaki ilişkinin bittiğini kesin bir dille ifade etmişti. Mektubuna henüz cevap almamıştı ve aslında bu da iyi bir işaretti. İlişkilerini bitirmeyi kabul etmemiş olsaydı şimdiye kadar çoktan cevap yazmış ya da önceleri olduğu gibi çoktan çıkıp gelmiş olması gerekirdi. Neh-lüdov bir subayın kadına kur yaptığını duymuştu; bu onu hem kıskandırıyor, hem de artık canını sıkmaya başlayan bu yalandan kurtulma umudunu verdiği için sevindiriyordu.
Öteki mektup çiftliklerinin baş kâhyasından geliyordu. Kâhya, Nehlüdov’un miras hakkını tamamen üzerine almak, bir de böyle işlerin nasıl yürüyeceğini karara bağlamak için gelmesi gerektiğini yazıyordu. Çiftlikleri, toprağa bol olsun, annesinin zamanında olduğu gibi yöneterek mi, yoksa eskiden annesine şimdi de prense önerdiği gibi imkânları çoğaltıp köylülere dağıtılan toprağı da işleterek mi devam edileceğini soruyordu. Kâhyaya göre bu yol onlar için çok daha fazla kâr getirecekti. Adam ayrıca, ayın birinde yollaması gereken 3 bin rubleyi geciktirdiği için özür diliyordu. Parayı bir sonraki postayla yollayacakmış. Bu duruma sebep, köylülerden para toplamakta güçlük çekmesiymiş; parayı ancak hukuki yollara başvurarak alabilecekmiş. Bu mektup Nehlüdov’un hem hoşuna gitmişti, hem de canını sıkmıştı. Hoşuna gitmişti, çünkü büyük çiftliklere sahipti ve bunların yönetiminin sadece onun emri altında olduğunu bilmek güzel bir şeydi. Canını sıkmıştı, çünkü ilk gençlik yıllarında Herbert Spencer’i çok severdi; kendi de büyük bir toprak sahibi olduğu halde, onun Social Statics’de savunduğu, toprağın insanların ortak malı olduğu fikrini benimsemişti. Gençliğin verdiği asilik ve kararlılıkla, toprağın sadece kişinin özel malı olamayacağını söylemekle, üniversitedeyken bu görüşü savunan yazılar yazmakla yetinmemişti; babasından kendisine kalan küçük bir toprak parçasını da köylülere dağıtmıştı. Şimdiyse, annesinden kalan mirasla büyük bir toprak sahibi olduktan sonra iki yoldan birini seçmek zorundaydı; ya on sene evvel babasından kalan iki yüz hektar yeri verecekti ya da sessizce eskiden savunduğu bütün düşüncelerin yanlış olduğunu kabullenecekti.
Birinci yolu tutamazdı, çünkü geçimini topraktan sağlıyordu. Devlet hizmetine girip çalışamazdı, canı istemiyordu. Ayrıca rahat ve lüks bir hayat tarzına sahipti ve başka türlü yaşayamayacağına inanıyordu. Hem ne lüzumu vardı? Artık içinde o gençliğindeki inanç gücü, o kararlılık, o sesini duyurma ve etrafındakileri şaşırtma isteği yoktu. Ama Spercer’in “Sosyal Denge” kitabından öğrendiği, toprak sahibi olmanın haksızlık teşkil ettiği fikrini ve sonradan Henry George’un mükemmel bir şekilde ortaya koyduğu delilleri inkâr edemezdi.
İşte bu yüzden kâhyanın mektubu canını sıkmıştı.
Nehlüdov kahvesini içtikten sonra kalktı, saat kaçta mahkemede olması gerektiğine bakmak için çalışma odasına yürüdü; hem küçük prensese de bir cevap yazacaktı. Çalışma odasına gitmek için atölyeden geçmek zorundaydı. Atölyenin ortasında duran sehpanın üzerinde yarım bırakılmış, ters duran bir tablo vardı; duvarlarda etütler asılıydı. İki senedir üzerinde çalıştığı bu tablonun, duvarlarda asılı etütlerin ve atölyenin görünümü, resim sanatında özellikle son zamanlarda açıkça hissettiği güçsüzlüğünü hatırlattı ona. Bunu, aşırı ince sanat zevkine veriyordu ama gene de hoş olmayan bir duyguydu.
Bundan on sene evvel kendisini resim sanatına adamak üzere devlet hizmetinden ayrılmıştı; resim sanatından başka her uğraşa küçümseyerek bakmaya başlamıştı. Şimdi buna hakkı olmadığını anlıyordu; bundan dolayı resim sanatıyla ilgili her şey tatsız bir duygu bırakıyordu içinde. Atölyeye can sıkıntısıyla şöyle bir göz gezdirdikten sonra keyifsiz bir halde çalışma odasına geçti. Hayli geniş, yüksek tavanlı, her türlü konfora sahip, süslü mobilyalarla döşenmiş bir odaydı.
Nehlüdov büyük masasının gözünü çekip önemli evraklara ayırdığı bölümde, mahkemede saat 11’de olması gerektiğini bildiren kâğıdı hemen buldu. Sonra küçük prensese daveti için teşekkür etmek ve yemeğe yetişmeye çalışacağını bildirmek üzere kâğıt kalem alıp masaya oturdu. Ama yazdığı notu yırtıp attı, çok senli benli olmuştu. Bir tane daha yazdı, bu kez de ifadelerini fazla soğuk buldu. Onu da yırttı ve duvardaki düğmeye bastı. Odaya donuk yüzlü, orta yaşlı bir uşak girdi. Üzerinde keten bezinden gri bir önlük vardı; sakalını kesmiş, favorilerini uzatmıştı.
“Arabamı hazırlayın, lütfen.”
“Başüstüne efendim.”
“Korçaginler’in oda hizmetçisi bekliyor. Teşekkür ediyor, gelmeye çalışacak deyin”
“Başüstüne.”
Nehlüdov, “Ayıp oldu ama ne yapayım, yazamıyorum işte. Nasıl olsa akşama görüşeceğiz” diye düşündü. Giyinmeye gitti.
Giyinip dışarı çıktığında lastik tekerlekli araba kapının önünde hazır onu bekliyordu.
Beyaz yakalı gömlek giyen arabacı güneşten yanmış boynunu döndürerek, “Dün akşam Prens Korçaginler’e geldiğimde siz yeni çıkmıştınız. Kapıcı ‘Şimdi çıktılar’ dedi.”
“Korçaginler ile münasebetlerimi arabacılar bile biliyor” diye düşündü Nehlüdov. Son zamanlarda aklından bir türlü çıkaramadığı “Korçagina’yla evlenmeli miyim, evlenmemeli miyim?” sorusu gene aklına takıldı ve bu sıralar karar vermesi gereken diğer konularda olduğu gibi bunu da çözümsüz bıraktı.
Evliliğe birkaç sebepten dolayı olumlu bakıyordu. Bir kere evlilik aile ocağına huzur getirmesinden ziyade, kadın erkek ilişkilerini bir düzene soktuğu için kişinin daha ahlaklı bir hayat sürmesine yol açardı; sonra -asıl önemli olan da buydu- Nehlüdov ailenin, çocukların hayatına bir anlam katacağını umuyordu. Bu sebeplerden dolayı evliliğe olumlu bakıyordu. Fakat ona göre evliliğin olumsuz tarafları da vardı. Yaşı geçmiş bütün bekarlar gibi o da özgürlüğünü kaybetmekten korkuyordu; sonra gizem dolu bir varlık olan kadından gayri ihtiyari korku duyuyordu.
Eğer evlenmeye karar verirse eş olarak Missi’yi (küçük prenses Korçagina’nın ismi Mariya idi ama tanınmış zengin ailelerde genelde olduğu gibi ona da başka bir isim yakıştırmışlardı) seçmesi için Nehlüdov’un çok önemli iki sebebi vardı. Birincisi soylu bir aileden gelen Missi, giyim kuşamından tutun da hali tavırlarına dek her şeyiyle, konuşması, yürüyüşü, gülüşüyle basit insanlardan farklıydı. Söz konusu tuhaf bir farklılık değildi tabii. Missi iyi yetiştirilmiş bir kızda bulunması gereken özelliklerin hepsine sahipti; genel görgü kurallarını hiçbir zaman aşmıyordu ve Nehlüdov bu özelliğe büyük değer veriyordu. Sonra, kendisi Missi’nin gözünde herkesten daha yüksek bir yerdeydi. Nehlüdov’a göre bu ayrıcalık genç kızın onu anlamasından kaynaklanıyordu. Nehlüdov’a ve yeteneklerine değer vermesi, kızın zeki ve insanları doğru değerlendirmeyi bilen bir kişi olduğunu kanıtlıyordu. Missi’yle evlenmeyi düşünürken onu kararsızlığa düşüren sebeplere gelince, Missi’den her bakımdan çok daha fazla meziyete sahip, dolayısıyla ona daha layık bir kız pekala bulunabilirdi. Ayrıca Missi yirmi yedi yaşındaydı ve büyük ihtimalle eskiden de âşık olmuştu. Bunu düşünmek bile Nehlüdov’a büyük ıstırap veriyordu. Kızın geçmişte olsa dahi, ondan başka birisini sevmiş olabilmesini kabul etmiyordu. Tabii o zamanlar kız Nehlüdov’la karşılaşacağını bilemezdi ama onun başka birini sevebildiği düşüncesi bile Nehlüdov için bir hakaretti.
Yani evliliği hem istemesi hem de istememesi için yeterince ve eşit derecede sebebi vardı. Nehlüdov haline gülerek, kendini sırtına iki bağ odun vurulmuş bir eşeğe benzetiyordu. Neye karar vereceğini şaşırmış, öylece bekliyordu.
“Ne olursa olsun” dedi kendi kendine, “Marya Vasilyevna’dan (başkanın karısından) bir cevap gelmedikçe, onunla ilişkimi kesmeden hiçbir teşebbüste bulunamam.” Karar vermekte acele etmeme düşüncesi hoşuna gidiyordu.
Faytonu adliyenin asfalt avlusuna sessizce girdiğinde, “Neyse, bunları sonra düşünürüz” diye mırıldandı. “Şimdi topluma karşı görevimi yerine getirmeliyim, her zaman yaptığım gibi. Hem genelde bu duruşmalar ilginç oluyor!” Kapıcının yanından geçerek içeri girdi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDiriliş
- Sayfa Sayısı576
- YazarLev Nikolayeviç Tolstoy
- ÇevirmenLeyla Şener
- ISBN9786055656010
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAntik Yayınları / 2010-9
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Antigone ~ Henry Bauchau
Antigone
Henry Bauchau
Babası kör kral Oidipus’u yıllar süren sürgün yolculuğunun sonuna kadar izleyen Antigone, ağabeyleri arasındaki savaşı engellemek üzere Thebai’nin yolunu tutuyor. Kadere meydan okuyan bu...
- Görmek ~ José Saramago
Görmek
José Saramago
Saramago, hiciv ile alegoriyi derin bir kavrayış ve keskin bir görüyle harmanladığı, o muazzam dil cambazlığıyla devamlı eşeleyerek zihnimizde karıncalanmadık yer bırakmadığı bu unutulmaz...
- Elveda Gülsarı ~ Cengiz Aytmatov
Elveda Gülsarı
Cengiz Aytmatov
Ünlü yazar Cengiz Aytmatov’un en güzel romanlarından biridir. Cins ve ünlü bir yorga olan Gülsarı adındaki atın doğumundan, yaşlanarak ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat...