Diriliş, Rus ve Dünya edebiyatının en usta yazarlarından olan Tolstoy’un, yıllarca her dilde sayısız kez basılan, milyonlarca okur tarafından tekrar tekrar okunan ve yazarı ölümsüzleştiren başyapıtlarından biridir. Diriliş, sadece bir vicdan azabının romanı değil: aynı zamanda, ceza hukukuna yöneltilmiş keskin bir eleştiridir. Tolstoy’un düşüncesini anlamak ve ustalığının tadına varmak için Diriliş’i okumak yeter.
Yüzbinlerce insan, hiç bir şey yeşermesin diye her yere taş döşüyor, minicik bir ot parçasını bile yakıyor, gökyüzünü kömür ve gaz dumanlanyla dolduruyordu. Tüm canlıları ve kuşları uzaklaştırarak oluşturdukları, yeryüzünün bu minik köşesini güçleri yettiğince çirkinleştirmeye çalışmışlardı ama herşeye rağmen bahar, bu kentte bile yine bahardı. Güneş sımsıcak ışıklarıyla gökte parlamakta, insanların gözlerinden kaçan otlar cana gelmekte, yalnızca bulvarlarda uzanan çim şeritlerinde değil, kaldırım taşlarının arasında da otlar boyvermekteydi. Huş ağaçlan ve kavaklar, hoş kokulu yapraklarını açmaktaydı; kestane ağaçlarının şiş tomurcuklan patlıyor, mini mini kargalar, serçeler ve güvercinler neşe içinde a-vıldayarak yuvalarım yapıyorlardı.
Günışığının hareketlendiği sinekler, büyük bir keyifle, duvarlar boyunca uzanıyorlardı. Her şey mutluydu, bitkiler, kuşlar, böcekler ve çocuklar… Ama insanlar, koskoca erkekler ve kadınlar birbirlerini aldatmaktan, kendilerine eziyet etmekten bir türlü vazgeçmiyorlardı.Tanrı’nın tüm canlıların zevklenmesi, yarattığı kainatın güzelliği onların kutsal saydığı birşey değildi bu bahar sabahında… Yüreği, banşa, uyanış ve sevgi yönelten kainatın güzelliği değildi onları ilgilendiren… Hayır, onlann önemsedikleri, birbirleri üzerinde hakimiyet kurabilmeleri için gerekli hilelerdi.
Hapishanenin kalem odasıda böyle idi. Baharı anlamaktan ve onun güzelliğini duyumsamaktan yoksundular. Fakat en önemli görünen şey adliyeden gelen küçük bir kağıt parçasıydı, Nisan ayına rastlayan ertesi günü, iki kadın ile bir erkeğin mahkemeye şevkini emrediyordu.
Bu kadınlardan biri ayrıca yargılanacaktı. İşte bu yüzden nisanın şu tatlı yirmi sekizinci günü sabahın saat üçünde baş gardiyan hapishanede kadınların tıkıldığı koğuş önündeki avluya geldi. Başgardiyanın arkasında bevaz kıvırcık saçlı, her haliyle yoğun görünen, kolları şeritli bir ceket giymiş; beli, kenarı mavi zırhlı bir kuşakla iyice sıkılmış bir kadın bulunuyordu; bu kadın da bir gardiyan idi. Avluya bakan küçük kapılardan birinin önünde durarak:
“Maslova’yı istiyorsunuz, değil mi? diye sordu. Başgardiyan o kapının demir menteşesini gürültüyle kaldırdı. İçeriden keskin, avlunun pis kokusundan daha fena bir koku çıkmaktaydı:
– Maslova… Mahkemeye! diye bağırdı ve kapıyı çekerek bekledi.
Doğanın coşkusundan bu hapishane bile payını
almıştı. Tarlalardan kopup gelen mis gibi hava hemen
kendini belli ediyordu. Fakat avlunun iğrenç kokusu,
küfü, çürüğü içinde yaşayanlara düşkünlük ve hüzünden
başka bir şey vermiyordu. Bambaşka bir dünya idi burası.
Bu boğucu, ağır havaya çoktan alışmış olması gereken
gardiyan kadın da derin bir sıkıntı, büyük bir bıkkınlık
gösteriyordu.
Sabırsızlanmaya başlayan başgardiyan bağırdı: “Haydi Maslova, acele et!”
Birkaç dakika sonra koğuştan taze, orta boylu, dolgun ve dik göğüslü bir kadın fırladı. Siyah bürümcük bir önlük takmış, beyaz bir eteklik giymişti. Ayaklarında iri ayakkabılar vardı. Beyaz bir mendille siyah kıvırcık saçlarını sarmıştı; yüzü ancak uzun zaman kapalı kalanlarda görülebilecek derecede sararmıştı. Vücudundan büyük bir kuvvet taşıyordu, Fakat bu kadın vücudunda en çok göze çarpan, dikkati çeken gözleriydi. Şimşekler çaktıran, etrafa ışık saçan iki siyah pırlanta gibi duruyor, bu hale yalnız dik göğüsleri isyan ederek onlardan biraz daha öne taşıyordu. Avluya çıkınca etrafına ve başgardiyanın gözlerine bakan bu kadında, kaderine teslim olmuş bir hâl sezilmekteydi.
Bu sırada kapının aralığına sarı, buruşuk yüzlü beyaz saçlı bir ihtiyar gelip, Maslova’ya bir şeyler söylemeye başladı.
Gardiyan kapıyı hızla kapattı. Hücreden keskin, alaya bir kahkaha duyuldu. Maslova dönüp kapının demir parmaklıklı açık noktasına yükseldi: İçerideki ihtiyar kadın tekrar yaklaşarak boğuk bir sesle:
– Hele lüzumsuz hiçbir şey söyleme! Dayan! diye söylendi.
Maslova: – Ne olursa olsun, hiçbir şey umurumda değil, daha fazla ne çekebilirim ki? Korkacağım bir şey yok! dedi.
Baş gardiyan: – Haydi yürü! diye emretti. Ve bu emir üzerine içerde kapının parmaklığına asılmış olan ihtiyar kadın geri çekildi. Maslova baş gardiyanın arkasından yürümeye başladı.
Taş merdivenlerden indiler. Şimdi erkeklerin atıldıkları koğuşların önündeydiler. Burası kadınların tarafından daha kötü kokuyordu. Kapıların ortasından açılmış küçük pencerelerden bir şey kaçırmamaya çalışan, meraklı gözler bakıyordu.
Baş gardiyan ile Maslova kalem odasına girdiler. İçerde iki tüfekli asker bekliyordu. Kâtip bunlardan birine tütün kokan bir kâğıt uzatıp:
– İşte bu kadın! diye Maslova’yı gösterdi. Kırmız yüzü çiçek hastalığı ile harap olmuş olan asker, kâğıdı paltosunun kolundaki kıvrık yere soktu, kadını arkadaşına göstererek çapkınca bir göz kırptı.
İki asker Maslova’yı ortalarına alarak merdivenden indiler ve hapishanenin kapısından çıktılar.
Arabacılar, esnaflar, aşçılar, rençberler, yolda durup bakıyorlar; Maslova’yı baştan aşağı süzüyorlardı.
Bazıları da omuzlarını silkip: – Kim bilir ne halt etmiştir? demek istiyorlardı.
Çocuklar korku içinde bakarak çekiliyorlardı. Bir kahveden çayını içip çıkan bir köylü, askerlere sokulup bir haç çıkardıktan sonra kadına bir köpek uzattı. Maslova kızarak başım eğdi ve şüpheli bir şeyler söyledi. Çaresiz kadın meraklı bakışlar altında olduğunu hissederek eziliyordu.
Maslova o güne kadar çok sade bir yaşam sürmüştü. Emlâk ve arazisi ile geçinen iki ihtiyar dömuvazelin yanında annesiyle beraber hayvanlara bakmakta olan bir kızdan doğmuştu. Aslen evlenmemiş olan bu kız, her sene bir çocuk doğurur, pek çok Rus köylerinde âdet olduğu üzere çocuğunu vaftiz ettirdikten sonra kendi haline terk eder ve çocuk çok geçmeden açlıktan ölürdü.
Mecbur kaldığı için hep aynı şeyi yapıyordu. Bu şekilde beş çocuk doğurmuş, beşi de doğar doğmaz ölmüşlerdi. Altıncı çocuk da bu şartlar altında doğmuştu. Yeni doğan çocuk da diğerleri gibi kaderini, yani ölümü bekliyordu. İşte tam bu sırada ahıra, çoban kızını azarlamak üzere ihtiyar dömüvazellerden biri girmişti. Bu tesadüf de çocuğun hayatım kurtarmaya yetmişti.
Lohusa samanlar üzerine serilmişti. Peri gibi güzel, üzerinden sağlık fışkıran yavruda yanı başındaydı.
Kadıncağız bir lohusanın böyle samanlar üzerine serilmiş bulunmasından üzüntü duydu. Hizmetçilere bağırarak çekilmek üzere iken, gözleri bu nur topuna ilişti bu manzara onu öyle duygulandırdı ki bebeğin sağdıcı olmayı teklif etti.
Bebeği vaftiz ettirdiği zaman merhameti bir kat daha arttı, annesine süt ve para verdirdi. Bu suretle çocuk yaşamış; fakat daha üç yaşına bastığı bir sırada annesi hasta düşüp ölmüştü. Büyük annesi çocuğa bakacak halde olmadığından onu dömuvazeller yanlarına almışlardı. Ve bu güzel kız çok geçmeden türlü türlü cilvelerle kendini zorla sevdirmeye, büyükleri eğlendirmeye başlamıştı.
Çocuğu vaftiz eden dömuvazellerden küçüğü Sofi son derece saf ve hayırseverdi. Ablası Mari ise çok sert ve hırçındı.
Sofi, çocuğu giydirir, okutmaya özenir, onu öğretmen olmak üzere yetiştirmeyi hayal ederdi.
Mari, bu kızdan güzel bir hizmetçi, oda hizmetçisi çıkabileceğini düşünür ve bu düşünceyle hareket eder; gerektiğinde ceza verir, hattâ aksiliği tuttuğu zaman dayak bile atardı.
İşte Maslova bu iki etki altında yan kadın terbiyecisi, yan oda hizmetçisi halinde yetişti.
Dikiş diker, ev işlerini yapar, tebeşirle maden takımlarını parlatır, kahve kavurur, çeker, sofra kurar, çamaşır yıkar ve bazen iki ihtiyar dömuvazelinin mahremiyet ve samimiyetine kabul olunarak onlara öteberi okurdu. Birçok kimse Maslova ile evlenmek istemiş, fakat Maslova artık hanımlarının tatlı servet ve saadet hayatını tattıktan sonra hepsini reddetmişti.
Maslova on sekiz yaşına girdiği zaman ihtiyar dömuvazellerin henüz eğitimine devam etmekte olan zengin yeğenleri, dömuvazellerin malikânesine misafir olarak gelmiş; Maslova bu genç soyluyu görür görmez ona
fakat bu ümitsiz aşkı kalbinin derin bir aşık olmuş
köşesinde gizlemişti.
İki sene sonra bu yeğen, savaşa gitmeden evvel halalarına yine misafir gelmiş, bu defa Maslova oğlanın dikkatini çekmiş, genç soylu gitmeden evvel kızın eline yüz rublelik bir banknot sıkıştırmayı başarmıştı.
Prens’in hareketinden beş ay sonra Maslova gebe olduğunu farketmiş ve bu dakikadan sonra itibaren hayatı kararmıştır.
Maslova’nın artık bütün emelleri, bütün dertleri bir noktada toplanmıştı. Yalnız, yalnız birşey düşünüyordu: Heran yaklaşmakta olan bu rezillikten kurtulmak!
Artık işlerine iyi bakamıyor, her şeyi ihmal ediyor, işini eski şevk ve heyecanla yapamıyor, dünyaya ümitsizce bakıyordu.
Hattâ birgün dömuvazellere saygısızlık ederek: “Beğenmiyorsanız, izin veriniz!” demiş idi.
Verdiler de ve Maslova ne yaptığının farkında olmadan yola çıktı.
İlk önce bir polis komiserinin evine yukarı hizmetçisi olarak girdi; fakat üç aydan fazla dayanamadı. Çünkü altmış yaşında bir bunak olan komiser, Maslovayı hiç rahat bırakmıyordu.
Bir akşam işi iyice ileri götürmek isteyince, Maslova isyan ederek herifi pis ihtiyar diye öyle bir itmişti ki adamcağız yere yuvarlanmış, Moslova’yı hemen kovmuştu. Yeniden bir yere girmek, çalışmak boşunaydı. Çünkü doğurmak üzereydi.
Genç kadın çok geçmeden lokantada çalışan bir ebenin yanına sığındı. Doğum kazasız meydana gelmişse de ebe diğer bir kadına da baktığından Maslova’yı da aşılamış, Maslova’nın doğurduğu çocuk götürüldüğü hastanede ölmüştü.
Maslova ebenin yanına girerken dünyadaki bütün serveti üzerindeki yüz yirmi yedi rubleydi. Yüz rublesi Prens’in, -ilk âşkının- hediyesi, yirmi yedisi de hayatı boyunca biriktirdiği paraydı.
Ebenin yanından çıktığı zaman üzerinde topu topu altı rublesi kalmıştı.
Maslova paranın ne olduğunu, para tutmayı bilemiyordu. Hesabını bilmediğinden tanıştığı insanlar azıcık parasından faydalanma yoluna gidiyorlardı.
Ebe iki aylık oda, yemek, çay ücreti olarak kırk beş rublesini almış; yirmi beş ruble çocuk hastahaneye yatırılırkea harcanmış; sonunda ebe kadın bir inek satın almak üzere kızdan kırk kadar ruble de borç koparmış; geride kalan yirmi ruble de giyecek, ilâç ve şekerleme yolunda ziyan olmuş ve nihayet Maslova iyi olup da ayağa kalktığı zaman adeta beş parasız sokakta kalmış ve kendine yeni bir yer bulmaya çalışmıştı.
Bu defa bir orman memurunun evine kapılandı. Bu memur evli olmakla beraber polis komiserinden farklı değildi, ilk günden Maslova’ya sataşmaya ve tacizlere başlamıştı.
Maslova bu heriften tiksiniyordu. Mümkün mertebe onunla karşılaşmamaya, yalnızken yanında kalmamaya, yanına girmemeye dikkat ediyordu. Fakat herif kızdan daha kurnaz, daha tecrübeli çıktı ve pis bir fırsattan faydalanmayı başardı.
Durumu farkeden orman memurunun karısı, kocasıyla Maslova’yı izlemeye başladı. Sonunda dayanamadı ve Maslova’ya saldırdı. Genç kadında kendini savunmak zorunda kalınca şiddetli bir boğuşma başladı. Maslova sonunda buradan da kovuldu. Hakkı olan para da verilmedi.
Maslova bunun üzerine şehrin sokaklarını dolaşmaya başladı ve nihayet teyzelerinden birinin yanına sığınmak…
“Diriliş” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDiriliş
- Sayfa Sayısı484
- YazarLev N. Tolstoy
- ISBN9758414909
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKUM SAATİ YAYINLARI / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- sirk bölgesi ~ Jáchym Topol
sirk bölgesi
Jáchym Topol
Prag’ın batısında, eskiden soyluların bölgesi diye bilinen Siřem köyünde, rahibeler, çeşitli ülkelerden gelip yolları kesişmiş, terk edilmiş ve öksüz kalmış çocuklara ilgileniyorlardı. Aralarında 12...
- Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro
Maurice Leblanc
Arsen Lüpen’in doğuşunu anlatan macera başlıyor! Arsen Lüpen’in ünlü ve yetenekli bir hırsıza nasıl dönüştüğünün, ilk aşkının, evliliğinin ve hayatı boyunca cevabını arayacağı soruların ortaya çıkışının hikâyesi bu.
- Floransa Büyücüsü ~ Salman Rushdie
Floransa Büyücüsü
Salman Rushdie
Salman Rushdie’nin, “Bu kitabı yazmak için yıllarca okuyup araştırma yapmam gerekti,” dediği Floransa Büyücüsü, türlü türlü anlatıcılar, gezginler, serüvenciler tarafından aktarılan, Moğollar, Osmanlı ve...
Sıkılarak okuduğum sonunu zor getirdiğim kitaplardan biri…
Diriliş kesinlikle okunması gereken başyapıtlardan biri. Suç ve Ceza, Anna Karenina seviyesinde bir eser. 20 yy. sonları Çarlık Rusyası döneminde özellikle işçi, köylü sınıfının zor hayat koşulları, devrim hareketi, zengin ve elit kesimin yaşantısı vs… gibi konulara ayna tutuyor roman. Kilisenin, dinin özünden uzaklaşmasına ve hukuk sisteminde ki çarpıklığa keyfi uygulamalarına ciddi bir eleştiri getiriyor. İnsan okurken o dönemde ki çarpıklıkların önemli bir kısmının günümüz Türkiyesininde halen en önemli sorunları arasında yer aldığını görüyor. Son derece etkileyici hayat hikayeleri ve olayları Tolstoyun kaleminden okumak büyük zevk…