Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dinozor Öyküleri
Dinozor Öyküleri

Dinozor Öyküleri

Ray Bradbury

Bugüne bakabilmek için ne kadar geçmişe gitmek gerekir? Bir dünyanın kaderi bir kelebeğin kanatlarının rüzgârıyla değişebilir mi gerçekten? Dinozor Öyküleri, tarihöncesinden uzak geleceğe yankılanan…

Bugüne bakabilmek için ne kadar geçmişe gitmek gerekir? Bir dünyanın kaderi bir kelebeğin kanatlarının rüzgârıyla değişebilir mi gerçekten? Dinozor Öyküleri, tarihöncesinden uzak geleceğe yankılanan bir gök gürültüsü sesi.

“Tek bir kelebeğin ölümü bu kadar önemli olamazdı. Olur muydu yoksa?” Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biri. Bilimkurgunun “iyi edebiyat” da olabileceğini kanıtlayan belki de ilk yazar. 1983’te yayımlanan Dinozor Öyküleri, her yaşa hitap eden farklı türlerde dört öykü ile iki şiir içeriyor. Tarihöncesi çağlara safari düzenleyen bir şirket, yavaş yavaş dinozora dönüşen bir çocuk, bir deniz fenerini saplantı hâline getiren uzak zamanlardan bir canavar, beyaz perdeden çıkıp günlük hayata karışan dinozorlar… “Sis Düdüğü” ve “Bir Gök Gürültüsü Sesi” gibi çok sevilen iki öyküyü de içeren derlemede Bradbury hataları, başarısızlıkları, intikam arzuları ve hayalleri olan sıradan insanların –ve dinozorların– olağanüstü hikâyelerini anlatıyor. Bugüne bakabilmek için ne kadar geçmişe gitmek gerekir? Bir dünyanın kaderi bir kelebeğin kanatlarının rüzgârıyla değişebilir mi gerçekten? Dinozor Öyküleri, tarihöncesinden uzak geleceğe yankılanan bir gök gürültüsü sesi. “Ray Bradbury’nin yazdığı her şeyi okumak istiyorum; gerçekten hayatınızı değiştiriyor.” —Alice Hoffman

İçindekiler
Önsöz ………………………………………………………………………………….9
Giriş…………………………………………………………………………………..11
Büyüyünce Ne Olmak İstiyorsun Dinozordan Başka?………..19
Bir Gök Gürültüsü Sesi………………………………………………………41
İşte Bak, Sevgili, Kaçık Dinozorlar!…………………………………….59
Sis Düdüğü ………………………………………………………………………..63
Ya Dersem ki: Dinozor Ölmemiş ……………………………………….73
Tyrannosaurus Rex…………………………………………………………….75

Giriş

Yıllar önce bir akşam yemeğinde biri, sofradaki herkese, önem sırasıyla, Bütün Dünya Tarihinde En Sevdiği Konuları sordu! “Dinozorlar!” diye bağırdım. Ardından hemen, “Mısır. Tutankamon. Mumyalar!”

Seçimlerimin altını doldurmak için kendi hayatımdan, on iki yaşında, çiçeği burnunda bir dâhi olduğum dönemden kısa bir hikâye anlattım. Arkadaşlarıma radyo oyunculuğu kariyerime başlamak üzere yola çıkacağımı söyleyip Arizona’daki Tucson şehrinde bulunan yerel istasyona gittim tırıs tırıs, orada, eşim dostum olmadan, kimseyi tanımadan, kül tablalarını boşalttım, kola almaya yollandım ve kendime has hayvani cazibemi kullandım. İki haftaya kalmadan her cumartesi akşamı Canlı Yayına çıkıp çocuklara çizgi roman okumaya başlamıştım. Ücret mi?

King Kong’a ve Mumya’ya iki bedava bilet. Hayatım boyunca tanıdığım en zengin çocuktum artık. Yapmayı sevdiğim şeyi yaptığım için Tanrı’nın ve tabii radyo müdürünün bana tarih öncesi canavarlarla ve ölü Mısır Krallarıyla bir araya gelme izni vermesi ne büyük incelikti! Ben bunları anlattıktan sonra masadakiler kendi Listelerini gözden geçirmeye başladılar hemen. Muhtelif ebat, şekil, renk ve yaştan bütün erkek ve kadınlar, benim Bir ve İki Numaralı Konuları on ikiden vurduğumu kabul etmişti. Özellikle de Bir. Dinozorlar.

Çünkü, arkadadaşlarıma da açıkladığım üzere: “Eğer, hemen şu anda, buraya bir yabancı dalsa ve ‘Aman Yarabbim, dışarıda bir dinozor var!’ diye bağırsa, ne yapardınız?” “Dışarı koşup bakardık!” diye itiraf etti herkes. “Evet,” dedim, “bunun doğru olamayacağından yüzde yüz emin olsanız bile öyle yapardınız. Ama neden fırlayıp koşardınız öyle? Çünkü bir mucize olmasını umardınız. Çünkü, kalbinizin derinliklerinde, brontosaurusların, evcil olmak şartıyla tabii, dünyaya geri dönmesini isterdiniz.

“İşin aslı,” diye ekledim, daha önce bana televizyon için ne yazmak isteyebileceğimi soran bir yapımcıya dönüp, “bana televizyonun çok izlendiği akşam saatlerinden birini ve birkaç dolar verirseniz size yazabileceğim en güzel şov Dinozorlar olur. Kökler mi diyorsunuz? Onu en fazla elli-altmış milyon insan izlemiştir. Bizim Dinozorlar’ımız ise bütün ülkeyi kasıp kavurur, bütün gözleri üstüne çekecektir. Pteranodonları uzatır mısınız lütfen?”

Öyle bir şey asla olmadı tabii. O akşam yemekteki herkese böyle bir programı izlemeye bayılacaklarını kabul ettirdim ve müşterek his, dinozorların tarihin en müthiş çocukları olduğu yönündeydi. Ne var ki yapımcı geri aramadı. Bana sorarsanız sabah uyanıp bütün suçu şaraba yıkmıştır. Yine de, bu geç yaşımda, fikrim değişmiş değil: Dinozorlar ve Tutankamon. Üçüncü sıraya ne koymam gerektiğine hâlâ karar veremedim. Ay olabilir. Ya da Mars. Listeye ucundan girebilirler. Ama ilk sıra Stegosaurus’un her zaman. Belki ayak altında oldukları içindir. Önümüzde kemiklerini, bundan on bin milyon sabah önce çıkıp sallana sallana dolaştıkları çoktan betonlaşmış yumurtalarını görebiliyor, onlara dokunabiliyor, üzerine düşünebiliyoruz. Ay ve Mars da gerçek muhakkak, ama birine sadece bir avuç insan dokundu, ötekiniyse uzay yolculuğu yapan kameralarımız gördü yalnızca. Bir gün ikisinin de üstünde yürüdüğümüzde, ki bunu yapacağımız kesin, belki bu diyarlar da listede Tut’u ve pterodaktili sıkıştıracak.

Ama şu an için şu gerçeği kabul ediyor ve usulca ilan ediyorum ki, dinozorlar olmasa hayatım bir hiçten ibaret olurdu. Dinozorlar beni yazar olma yoluna soktu. Dinozorlar beni o yoldan geçirip vardığım yerde kabul görmemi sağladı. 1950’de yazıp yayımlattığım “Sis Düdüğü” adlı öyküde, deniz fenerindeki sis düdüğünün sesine âşık olan bir dinozor, hayatımı, kazancımı ve yazma biçimimi sonsuza dek değiştirdi.

Devler Âlemi filminin de dayandığı bu öyküde, bu canavarlara karşı içimde biriken sevginin dile gelmesine izin verdim; yazdıklarım 1953’te John Huston’ın dikkatini çekti. Öyküyü okuyup, sis düdüğünün melankolik çığlığını diğer bir yitik yaratığın çiftleşme çağrısı sanan canavarın acısını hissetti. Huston hikâyede Melville’in hayaletini sezinlemişti, bu yüzden beni arayıp Moby Dick’in senaryosunu yazmamı istedi.

Huston’ın sezdiği şey Melville’in değil, Shakespeare’le Kitab-ı Mukaddes’in üzerimde bıraktığı etkiydi elbette. Ama Melville’in içinden Beyaz Balina’yı çıkaran da Kitab-ı Mukaddes ve Shakespeare olduğu için ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. İşi aldım, senaryoyu yazdım ve Melville’le tarih öncesi canavarının dev tonajıyla ebediyen hayatıma yerleşmesini izledim.

Gördüğünüz üzere, 1925 tarihli antika filmde, Kayıp Dünya’da uçurumdan düşen dinozorlar, tıpkı on iki yaşımdayken izlediğim King Kong’un yaptığı gibi, dosdoğru üstüme indiler. Dümdüz yere yapışmış, aşktan nefesim kesilmiş bir hâlde oyuncak daktilomda debelenmeye başladım ve ömrümün geri kalanını bu karşılıksız aşktan ölerek geçirdim.

Bu yolda başka bir genç adamla tanıştım, benimle aynı yaşta, benimle aynı sevgiyi, şehvet demeyeceksek, paylaşan. Bu tarih öncesi yaratıklar onun günlerini de arşınlıyor,onun gecelerini de renklendiriyordu. Genç adamın adı Ray Harryhausen’dı. Arka bahçesindeki garajda 8 milimetre filmle bir dinozor ailesi yaratıp canlandırıyordu stop motionda. Aileyi sık sık ziyaret ettim, canavarları oynattım, dostumla saatlerce konuştum, pek çok yıl, pek çok gece. Karar vermiştik: O büyüyüp dinozor doğuracaktı, ben de büyüyüp konuşturacaktım onları. Böyle de oldu.

Devler Âlemi birlikte çalıştığımız ilk ve tek filmdi. Harika bir film değildi, iyi bile sayılmazdı pek, ama nihayetinde onun filmlerini, canavarlarını, benim de kitaplarımı dünyanın bazı en uzak köşelerine götüren kariyerlerimizin başlangıcı oldu. Böylece, bundan bir sene önce Harryhausen’ı Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’ndeki bir gösterimde tanıtıp onur ödülünü verdiğim geceye kadar geldik. Ben konuşmamı bitirirken King Kong’un 1933 tarihli versiyonunun kadın kahramanı Fay Wray izleyicilerin arasından koşup ikimize birden sarıldı ve uzun zaman önce müzelerde, sinemalarda, garajlarda yalın bir aşkla başlayan iki hayatı taçlandırdı.

Yol boyunca Harryhausen’la birlikte bir sürü kaypak, ahlaksız, dediğim dedik, saygısız yapımcıya katlanmak zorunda kaldık. İçlerinden birinin Ray’e karşı tavırları beni o kadar sinirlendirdi ki akıl sağlığımı korumak için bu kitapta yer alan “Tyrannasaurus Rex” adlı hikâyeyi yazdım.

Şimdi de itiraf zamanı. Bundan otuz küsur yıl önce, Ray Harryhausen ve eşim Maggie’yle beraber, o zamanların meşhur tenoru Jussi Björling’in müzikale adını veren rolü üstlendiği bir Siegfried temsilini izlemeye gittik. Tahmin edebileceğiniz gibi, amacımız Siegfried’ı görmek ya da muhteşemliğinden sual olmayan müziği dinlemek değildi. Biz – Tanrı kayıp ruhlarımızı bağışlasın– Ejderha Fafner’i görmeye gitmiştik.

Bu itirafımla birlikte fark ediyorum ki, tarih boyunca Siegfried’ı izlemeye gidenler listesindeki en kaba, en düşüncesiz, en lanet olasıca tipler biziz muhtemelen. Bu laneti kabul ediyor ve vicdan azabıyla yaşıyorum. Yine de, oradaydık işte, üçümüz balkonun sol alt kısmında Fafner’in sahneye çıkmasını bize dokuz saat kadar gelen bir süre bekledik, ama muhtemelen sekizdi.

Çıktı sonunda. Ben sol burun deliğinin birkaç santimini gördüm, Maggie bıyıklarından bir kılı, Harryhausen ise Fafner’in sırra kadem basmadan önceki kısa “arya”sında ağzından çıkan buhar bulutunu görmüş sadece. Çünkü, anlayacağınız gibi, koltuklarımız öyle şeytani bir zekâyla konumlandırılmış, sahne o kadar akıllıca kurulmuştu ki, izleyicilerin en az üçte biri canavarı asla net bir şekilde göremiyordu. Biz de mahrum kalan bu üçte bire dahildik. Afallamış bir hâlde Ray’le eşimin üzerinden birbirimize baktık. Muhteşemliği su götürmez müzik boyunca süren uzun bekleyişimiz boşa gitmişti.

Kısa bir süre sonra fuayeye kaçtık ve oradan da, mağlup ve tesellisiz, evin yolunu tuttuk. Batıya, denize doğru yol alırken yanımızdan muazzam bir araba geçti, arka koltuğunda koyu renk saçlı kraliçe Elizabeth Taylor oturuyordu. Teselli olmadı.

Fafner’i hiç görmesem de, kuzenlerini ve etraflarında kurduğum fantazileri kütüphanelerde ve kitapçılarda aramaya devam ettim. Bu yaratıklara duyduğum sevgiyle ancak resimli kitaplara duyduğum sevgi boy ölçüşebilir.

Geçtiğimiz kırk yıl boyunca, Amerika’daki sanat galerilerinin çoğunda üstünden boya akan o sıkıcı ve soyut resimlerden başka bir şey yokken, kendimi Ön-Raffaellocuların parlak kollarında avuttum. Londra ve Paris’te, Gustave Doré ve Grandville ile, John Martin’le tartışmak, Hogarth’la Cin Sokağı’nın ve Fleet Caddesi’nin ahlak kodlarını baştan yazmaya çalışmak ya da Louis’nin sarayında Callot’la gülüp eğlenmek için geri geri koştum. Bu ressamların bütün eserlerinde gani gani bulunan hikâyelerden, sembollerden, metaforlardan azıyla tatmin olmuyordum.

Goya beni savaşa sürükledi, boğa güreşlerinde yanımda oturdu, benimle cadı süpürgelerine bindi ve bir daha aynı kişi olmadım asla. Buna karşılık yirminci yüzyıl sanat galerilerinin çoğundan çıkınca kendimi Çin lokantasından çıkmış ve sersem gibi hissediyor, bir saat sonra karnımın acıkmasına akıl erdiremiyordum.

Dolayısıyla elinizdeki kitabın editörü bana bu muhteşem canavarların resimli örneklerini gösterince karşı koyamadım. O zamandan altı yıl evvel, 1930’ların başlarında Tarzan’ı çizen Harold Foster’ın hayaleti benimle konuştu. Dedi ki: Gece yarısı yatağında ağır adımlarla yürüyen, tavanının göklerinde uçan dinozorlarımı hatırla! Buck Rogers’la Flash Gordon’un yaratıcılarının hayaletleri de aşağı yukarı aynı şeyi söyledi.

Elli yıl sonra hâlâ bodrumumda birikip bekleyen çizgi romanlarım bana sanata dair ilk tutkularımı hatırlattılar. Beşikten sonra Dulac, Tenggren ve Rackham büyütmüştü bu çocuğu. Bill Stout’un, Steranko’nun, Moebius’un, David Weisner, Overton Loyd, Kenneth Smith ve Gahan Wilson’ın burada basılı eserlerini görünce “Ayyy,” diye bağırmam boşuna değil.

Burada derlenen diğer hikâye ve şiirler, yıllar içinde, bir sabah, ikindi ya da gece vakti kendime tam o anda severek ne yazabileceğimi sorduğumda yazıldı. Cevap, elbette, “Dinozorlar”dı!”

Bunların hepsi Ya Şöyle Olsaydı? hikâyeleri ve şiirleri. Ya bir dinozor bir sis düdüğüne abayı yakarsa sahiden? Ya zamanda yolculuk edip tarih öncesi hayvanları avlamaya gidebilirsek bir gün? Bu ikincisi 1950’lerde yaptığım bir denemeydi. Bir sabah daktilomun başına oturdum, kendimi nerede bulacağıma dair en ufak fikrim olmadan ortaya bir Zaman Makinesi attım ve ne olacağını görmek için avcılarımı birkaç milyon yıl öncesine ateşledim. Üç saat sonra bir kelebeğin üstüne basılmıştı ve, farkında olmadan, tarihin ilk ekolojik öyküsü yazılmıştı, hikâye bitmiş, hayvan katledilmiş, siyasi tarih sonsuza dek değişmişti.

“Büyüyünce Ne Olmak İstiyorsun Dinozordan Başka?” da benzer basitlikte bir hayalden evrildi. Vaktiyle ben de bir sabah ejderha dişleriyle uyanmak isteyen bir çocuk olduğumdan kâğıdı daktiloya takmam yetti, ihtiyarlayan oğlanın kâbusa dönebilecek rüyasını uzatmasına izin verdim.

Ya kumsalda dans eden dinozorlar? Hayatımda en az dört yüz kez baleye gitmişimdir, epey bir hantal yaratık da gördüm. Bunun haricinde, şen hayvanlarım uzun bir zaman önce Fantasia’da izlerken zevkten dört köşe olduğumuz su aygırlarının, devekuşlarının ve timsahların ilk kuzenleri muhtemelen.

Gelecek planlarıma gelirsek. Şu sıralar Leviathan 99 adlı bir uzay yolculuğu operası için libretto yazıyorum. Burada Moby Dick mitolojisini yıldızların ötesine taşıyorum. Opera, her kırk yılda bir evrenin bizim yaşadığımız bodrum katını ziyaret eden Büyük Beyaz Kuyruklu Yıldızın gelişini canlandırıyor. Ahab’ın bendeki muadili bir yıldız gemisi kaptanı. Kaptan kendisi uzayda henüz yeni, genç bir adamken gözlerini kör eden Kuyruklu Yıldıza saldırmak için yola çıkıyor. Opera Melville’e ithaf edilecek elbette. Canavar burada şekil değiştirmiş olabilir, ama özü, dehşeti, muhteşem güzelliği aynı. Akıl ermez ruhunun derinliklerinde, bundan elli yedi yıl önce tıpkı buna benzeyen canavarlara âşık olup, yanlarına koşup onlarla yaşamak isteyen bir oğlanın kalbinden ve dilinden konuşuyor.

Oğlan tek bir kelime söylüyor avaz avaz. Büyük Beyaz Kuyruklu Yıldız onun sesini yankılamakla yetiniyor: Dinozorlar, tabii ki. Dinozorlar!

Büyüyünce Ne Olmak İstiyorsun Dinozordan Başka?

“Bana bir soru sorun, tamam mı?” Konuşan on iki yaşındaki Benjamin Spaulding’di. Yaz çimlerinin üstünde etrafında dağınık dağınık oturan oğlanlar ne bir göz kırpıyor ne de kuyruk sallıyordu. Onlarla yayılan köpekler de öyle. Biri esnedi.

Hadi,” dedi Benjamin. “Biriniz sorsun.”
Ona bunu söyleten göğe bakmasıydı belki. Tepelerinde
muazzam şekiller vardı, kimbilir ne zamanlarda kimbilir nerelerden seyahat eden acayip mahlukat. Belki ufkun ötesinde
gürleyen gök gürültüsüydü sebep, gelmeyi aklına koyan fırtınaydı. Belki bu ona Field Müzesi’ndeki gölgeleri hatırlatmıştı. Müzede, Eski Zamanlar, geçen cumartesi Kayıp Dünya’nın
tekrar gösterildiği, canavarların uçurumlardan düştüğü, oğlanların koridorlarda bir aşağı bir yukarı koşturmayı bırakıp
dehşet içinde ve zevkle çığlık çığlığa bağrıştıkları matinede
görülen diğer gölgeler gibi kımıldanmıştı. Belki de–”
“İyi, tamam,” dedi oğlanlardan biri, gözleri kapalı, can
sıkıntısının o kadar derinlerine batmıştı ki esneyemiyordu
bile. “Eee, büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
“Bir dinozor,” dedi Benjamin Spaulding.
Planlanmış gibi ufukta gök gürledi o sırada.
Oğlanlar gözlerini kocaman açtı.
“Bir ne?

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Şimdi ve Daima ~ Ray BradburyŞimdi ve Daima

    Şimdi ve Daima

    Ray Bradbury

    “…Zamana dair bildiğimiz her şeyi, hatta zamanın kendisini ardımızda bıraktık.” Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biri....

  2. Fahrenheit 451 ~ Ray BradburyFahrenheit 451

    Fahrenheit 451

    Ray Bradbury

    “Mutlu olmamız için gerekli her şeye sahibiz, ama mutlu değiliz. Bir şey eksik. Etrafa bakındım. Ortadan kaybolduğunu kesinlikle bildiğim tek şey, on-on iki yıldır...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Göçebe ~ Stephenie MeyerGöçebe

    Göçebe

    Stephenie Meyer

    Dünyamız görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmişti. İnsanların bedenleri, bu istilacılar için sahiplik yaparken bedenler bir değişikliğe uğramamış gibi görünse de, zihinleri ele geçiriliyordu....

  2. Yürüyüş Pratiği ~ Dolki MinYürüyüş Pratiği

    Yürüyüş Pratiği

    Dolki Min

    Dolki Min, ilk romanı Yürüyüş Pratiği’nde bir uzaylının, insanın bedenine, çevresine, kendine yabancı hissetmesinin ve hissettiği derin yalnızlığın hikâyesini konu alıyor. Bu radikal edebi...

  3. Matrix (Ya da Sapıklığın İki Yüzü) ~ Slavoj ZizekMatrix (Ya da Sapıklığın İki Yüzü)

    Matrix (Ya da Sapıklığın İki Yüzü)

    Slavoj Zizek

    Zizek, Matrix filmindeki Matrix ağını Lacancı ‘büyük Öteki’ konseptiyle, yani bizim konuşmayıp konuşturuluyor olduğumuz toplumsal teze tekabül eden şeyle açıklar. Büyük Öteki’dir ipleri çeken,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur