Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dindar Bir Doktor Hanım
Dindar Bir Doktor Hanım

Dindar Bir Doktor Hanım

Ayşe Hümeyra Ökten

“Ömrü boyunca ‘kadın başıma ne yapabilirim ki’ düşüncesini aklına bile getirmeyen Hümeyra Hanım, karşılaştığı bütün zorluklarla, sıkıntılarla iman, sabır ve tevekkülün verdiği güçle mücadele…

“Ömrü boyunca ‘kadın başıma ne yapabilirim ki’ düşüncesini aklına bile getirmeyen Hümeyra Hanım, karşılaştığı bütün zorluklarla, sıkıntılarla iman, sabır ve tevekkülün verdiği güçle mücadele etmiştir. Hizmet hayatı yoğunlaştıkça her genç kıza mahsus evlilik hayalleri de uzaklaşmış, kendi ifadesiyle: ‘ Hereve bir anne lazım, annelik çok yüksek bir mevki ama yedi mahalleye de bir doktor gerek. O da ben olayım, annelere bakayım’ diye düşünmüştür. O zaten tanıyan herkesin Hümeyra Annesidir…” Sibel Eraslan Bu kitap, Cumhuriyet’in ilk döneminde tıp eğitimi alıp doktor olan Ayşe Hümeyra Ökten’in günümüz gençlerine örnek niteliğindeki hayat hikayesidir. Doktor Ayşe Hümeyra Ökten, 85 yıllık yaşamının yarım asrını hastalarına adar ve tek başına bir vakıf gibi hizmet verir. 1959’dan beri İslam dünyasının da çok yakından tanıdığı Ayşe Hümeyra Hanım birçok alim ve devlet adamının da doktorluğunu yaparak herkesin sevgisini kazanır. 1953’te Kızılay’ın teklifiyle Medine’ye görevli ilk kadın doktor olarak gider. Bu gidiş onun için bir dönüm noktası olur ve bir daha o kutsal topraklardan bağını koparamaz. Artık evi de Mekke ve Medine olur. Türkiye’de geleceğin başbakanlarının yetişeceği İmam Hatip Liseleri’nin kurulması için insanüstü gayretler gösteren Mahmud Celaleddin Ökten’in kızı olan Ayşe Hümeyra Ökten, kendisiyle yapılan bu söyleşide, babasını ve çevresini özel olarak anlatıyor, Mehmed Zahid Kotku, Babanzade Ahmed Naim, yahirü’l-Mevlevi, Mehmed Ali Ayni, Mahir İz, Nurettin Topçu, Orhan Okay, İsmail Fenni Ertuğrul, Mustafa Şekip Tunç, Küçük Hüseyin Efendi ve Mehmed Akif Ersoy gibi bir döneme damgasını vurmuş ilim adamlarının hayatına dair şimdiye kadar hiç bilinmeyen birçok anekdot aktarıyor.

***

AYŞE HÜMEYRA ÖKTEN

Doktor Ayşe Hümeyra Ökten 1925 yılı Ekim ayında Fatih Atikali’de doğdu. Babası önce müderris sonra öğretmen ve yetmiş yaşı civarlarında İmam Hatip mekteplerinin kurulmasından aktif rol alan Mahmud Celalleddin Ökten, annesi Mahmude Öktendir.

İlkokulu Hırka-i Şerif Camii’nin yanındaki 52. İlkokulda, ortaokul’u Sultanselim’deki Cumhuriyet Kız Lisesi’nde, liseyi de 1938-1941 yılları arasında İstanbul Kız Lisesi’nde okudu. 1943-1949 yılları arasında İstanbul Tıbbiyesi’nde okuyup doktor oldu. Branş olarak dahiliyeyi seçti. İlk görev yeri Taksim Dispanseri olup daha sonra Sarıyer Dispanseri’nde çalıştı. Öğretim hayatı boyunca okul birincisi olan Hümeyra Ökten, ahlakı ve performansıyla da herkes tarafından takdir edilen bir öğrenci olmuştur. Birkaç yıl sonra da Çarşıkapı’da muayenehane açan doktor Hümeyra Ökten, Halil Nimetullah Bey’in tabiriyle İstanbul’un ilk ‘tabibe-i hazıka-yı mütedeyyine’ sidir.

19 Ağustos 1953 tarihinde henüz asistan iken hocalarının da referansıyla Kızılay’ın ilk hanım doktor görevlisi olarak hacca gitti. Bu hadise hayatının dönüm noktası oldu ve Medine bağlılığı başladı. Medine hayatının merkezine yerleşirken, hayat seyri de bu çerçevede şekillendi.

1956 Yılında anne ve babasıyla yaptıkları hac, babası Celaleddin Öktende de Medine bağlılığı oluşturunca oraya gitmenin yollarını aramaya başlarlar. 1960 yılında Arabistan’ın muvakkatname vermesiyle ikisi de istifa edip Medine’ye giderler. İstanbul memleketi, Medine bağlandığı tek dünyalığı olarak iki şehir arasında mekik dokuyan, babasının vefatıyla yalnız kalan annesini üzmemeye çalışırken, Medine’den de uzak kalamayan doktor Hümeyra Ökten o günden itibaren muvakkatnamesi yanmasın diye senede iki defa Arabistan’a gidip bir kaç ay kalır. 1998’de teyzesinin de vefat etmesiyle Medine’de daha fazla kalmaya başlamıştır. Doktor Ayşe Hümeyra Ökten, kimyager Züheyra Hanım ile mimar Prof Dr. Saadettin Ökten’in ablasıdır. Halen dokuz ay Arabistan’da, üç ay da İstanbul Göztepe’de kalmaktadır.

NEVİN MERİÇ

1960 Yılında Nevşehir’in Ürgüp ilçesinde doğdu. Öğrenimi İstanbul’da tamamladı. Halen İstanbul Müftülüğü’nde Din Hizmetleri Uzmanı olarak çalışmaktadır. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra yüksek lisansını sosyoloji alanında yapan Nevin Meriç, aynı zamanda bir yazar.

Tezi olan Adab-ı Muaşeret kitapları Osmanlıda Gündelik Hayatın Değişimi (18941927) 2000 yılında basıldı. Meriç’in ayrıyeten Gündelik Hayat ve Fetvalar, Fetva Sorularında Değişen Kadın YaşamıDeğişen Kentte Dini Hayat isimli kitapları da bulunmaktadır.

İçindekiler

Önsöz ……………………………………………………………………………….7

Birinci Bölüm

Ailem: “Bir Dedemiz Çok Güzelmiş, Güzele de

Gürcü Derlermiş”………………………………………………………………17

İkinci Bölüm

Çocukluğum ve Evimiz: “Evimizin Cumbalı Penceresine iyi Havalarda iki Kardeş Çıkar, Sokağı Seyreder,

Yemiş Yerdik”……………………………………………………………………47

Üçüncü Bölüm

Babam ve Çevresi: “imam Hatip Liselerinin Kurucusu: Celaleddin Ökten”……………………………………………………………..57

Dördüncü Bölüm

Eğitim Hayatım: “ilkokul Birinci Sınıftan

Tıbbıyenm Sonuna Kadar Hep Mektep Bırmcısıydım”………..91

Beşinci Bölüm

Eski İstanbul: Beyazıt Meydanı’nm Ortasında Eskiden Kocaman Bir Havuz Vardı”………………………………………………115

Altıncı Bölüm

Istanbul’daYaz Günleri: “İstanbullu Aileler Sayfiyede”………135

Yedinci Bölüm

Doktorluk Yıllarım: “Tabıbe-ı Hazıka-ı Mütedeyyine”……….151

Sekizinci Bölüm

Kutsal Topraklarda: “Medine’ye Gidince Kopamayacak Kadar Bağlandım, Orasını Vatanım Gibi Hissetim.

Fakat İstanbul’da da Ailem Vardı”…………………………………….171

Dokuzuncu Bölüm:

Mekke ve Medine’nin Dünü ve Bugünü: “Mekke ve Medine’de ElliYıl”…………………………………………………………..249

Onuncu Bölüm

Söyleşi Biterken: “Son Sözünüz”………………………………………279

İndeks ……………………………………………………………………………283

***

Önsöz

insanı ve hayatı tanımlarken şair ‘bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya’ demiş. Buradan yola çıkılarak nehir söyleşileri yapılıyor. Benim kısmetime de Dr. Ayşe Hümeyra Ökten çıktı. İstanbul’da birçok kişinin tanıdığı, benim de yakınlarında olanları tanımış fakat nedense kendisinden haberdar olamamışım doktor abladan. Ve vakit geldi nehir yıllardır taşıdığı zenginliği kıyıya bırakmaya başladı. Ben sadece kapıyı araladım; içinden tatlı ve hüzünlü birçok kadın hikayesini de barındıran hazine çıktı.

Ben yorarım diye kaygılanıp, sohbeti kısa tutmaya özen gösterdikçe o anlatıyordu. İtiraf etmeliyim ki her seferinde yorulan ben oluyordum. Doktor abla kendinden emin adımlarla yollara döşediği taşlarda hala sekiyor; bir Fatih – Edirnekapı surlarına çıkıyor, bir Necid çöllerinin esintisini getiriyordu sohbete. Hayat yeniden inşa edilirken yaşananlar da tekrar canlanıyor, duygular bazen seste, bazen gözde kendini belli ediyordu. Artık hayret makamındaydık, ve 85 yıl bir çırpıda seçilen fotoğraflarla tekrar düzenliyordu. Kaderin kaza yönü virgüllerle birbirine bağlanırken, insan olmanın nasıllığı da aşikar oluyor, mesafe, hareketlilik nehri daha da coşturuyordu.

Evden, bu hafta son konuşmadır herhalde diye yola çıkıyordum ama o ‘haftaya şunları anlatacağım diye’ konuları çoktan belirlemiş oluyordu. Anlaşıldığı gibi konuşmakta hiç zorlanmadım.

Sorduğum her soruya cevap aldım. Çok keyifli sohbetlerimiz oldu, iman, insan, kadın, ihtiyar/tercih, özgürlük onun hayatında aslî hüviyetine bürünmüş gibiydi. Yıllardır bir türlü oturtamadığımız ve modernleşmeyle elde ettiğimiz ‘kadın ve özgürlük’ karşımda duruyordu adeta; üstelik dindar ve mütedeyyin. Bir keresinde ‘ellerimi yıkama imkanım varsa kağıt peçete kullanmam’ demişti. Gerçek ağaç bayramı bu olsa diye düşünürken ‘an ve agah olmak’ ete kemiğe bürünmüştü.

Kendi olmayı terk etmeden insanlığa adanan bir ömür, doktor Ayşe Hümeyra Hanım’ı bu şekilde tanımlayabilirim. Beni Dr. Ayşe Hümeyra Okten’den haberdar eden, bu çalışmayı yapmama vesile olan, fotoğraf ve fikirleriyle metnin daha sağlıklı şekillenmesine katkıda bulunan Prof. Dr. İsmail Kara hocama teşekkür ederim. Ayşe Hümeyra Okten’in hayatını okumaya geçmeden önce birkaç noktaya da dikkat çekmenin iyi olacağı kanısındayım.

I

Doktor Ayşe Hümeyra Hanım şehirli ve eğitimli bir aileden gelir. Babası Osmanlı Devletinin son dönemine yetişen ve üniversite eğitimi görerek müderris olan Celaleddin Okten, hafızasıyla maruf bir ilmiye mensubudur. Dil çalışmaları ve Arapça lisanına vuku-fıyeti ile ünlenmiştir. Annesi Mahmude Hanım Fatih’te doğup büyümüş ve o zaman altı sene olan ortaokula yakın eğitim veren ilkokul eğitimi almıştır.

ilmiye sınıfında oldukça saygın bir yere sahip olan Celal Hoca tasavvufa da meyyaldir. Kendi seyr ü sülukunun gelişim seyri açısından İstanbul tekkelerini dolaşıp değerlendirmelerde bulunur ve Fatih’te Nurettin Dergahı şeyhi Fahrettin Efendiye intisap eder. Daha sonra tekkelerin kapatılmasıyla ciddi sıkıntılar çeken dergaha bazı öğretmen arkadaşları ile birlikte yardımcı olur. Fahrettin Efendi o dönemde ‘meydanı’ kapatmayan hemen hemen tek şeyhtir diyebiliriz. Celal Hoca’nın bir diğer özelliği de doğrucu yönüdür; Hümeyra hanımın tabiriyle ‘sopa gibi’ doğru olanlardandır ve doğru bildiği konularda, konuşmaktan çekinmez. Bu yüzden de zaman zaman sistem tarafından sorgulanır, suçsuzluğu aşikar olunca da görevine iade edilir. Hümeyra Hanım babasından zeka, hafıza, doğruluk, Allah yolunda çalışma aşkı ve disiplinini almıştır. Nitekim hayatını dikkatle okuduğumuz da bu parametreler açığa çıkacaktır.

Anne Mahmude Hanım babaya nisbet edildiğinde çok gençtir. Okuma yazma bilmesi dönemin kadınları arasında farklı bir yere konulmayı gerektirir. Gerçi II. Abdülhamit’in eğitim reformları çerçevesinde İstanbullu ailelerde, kız ve erkek çocuklarını okutma oranı oldukça yüksektir. Anne evde çocukların eğitimine katkıda bulunur; kız çocukları Kuran’ı annelerinden öğrenirken erkek kardeş Saadeddin Okten için hoca tutulur. Burada kafamızı meşgul eden soru: Kuran öğretimi konusunda gösterilen hassasiyetin dil/ Arapça öğretiminde neden gözetilmediğidir, diyebilirim. Osmanlıca ve Arapça bilen, Arapça hocalığı yapan ve hayatının sonuna kadar bu dilin ‘tellali’ olan babanın çocuklarına öğretmemesi cevaplaya-madığımız sorulardandır. Bununla birlikte yaşanan sürecin psiko-sosyal şartları bunda etkili olmuştur diyebiliriz. Kız çocukları da dahil bütün çocukları üniversite eğitimi yapmış ve branş olarak da pozitif ilimleri seçmişlerdir. Bunda babanın tavsiyesi etkili olmuştur. Bu anlamda aile, dinin itikadi ve ahlaki yönünü çocuklarına bizzat kendi verip toplumsal alanda farklı disiplinlere mensup olarak var olmalarını yeterli görmüştür. Böylece o dönemde en çok suçlanan yobaz-hoca’ kavramsallaştırmasından korunmuş olacaklardır.

Durum bir başka açıdan değerlendirildiğinde ise yaşanan dönemin önemsediği, değer verdiği disiplinlerde çocuklarını yetiştirme gayreti görülebilir. Babanın bu konudaki ileri görüşlülüğü önemlidir. Arkadaşlarının muhalefet etmesine rağmen kızlarına üniversite eğitimi yaptırması, müderris Celal Hocanın yeni toplumda söz sahibi olacak birey yapısını erken dönemden görüp o halkaya çocuklarını dahil etmesi anlamına da gelmektedir. Bu anlamda çocukları hem dindar hem de sosyal itibarı yüksek bir mesleğe sahip olarak toplumsal alanda yaşayacaklardır. Yaşanılan süreç hocanın görüşündeki isabeti açığa çıkarmıştır. Günümüzde çocukları hem pozitif ilimlerde ilerlemiş hem de tasavvufa meyyaldirler. Bu fotoğraf aynı zamanda bir çok açılardan Celal Hocayı da yansıtır.

II.

Hümeyra Hanım şehirli bir nüfustur. Fatih muhitinde doğar ve o havzada büyür. Fakülte ve çalışma hayatı yıllarında da Beyazıt’ta oturur. Yaşanan semt İstanbul’un en mutena bölgesidir. Nefs-i İstanbul olarak da adlandırılan bölge, İstanbul sosyal hayatının en damıtılmış örneklerini karşımıza çıkartır. Komşu ve tanıdıkları bağlamında meseleye baktığımızda ileriki yıllarda toplumda tanınacak ve söz sahibi olacak birçok kişi Hümeyra Hanımın ya tanıdığı ya komşusu ya babasının arkadaşı veya öğrencisi ya da annesinin çevresindendir. Bu anlamda güzide bir sosyal çevreye sahiptir.

İkinci önemli mesele;cumhuriyetin ilk kuşak okullu hanımlarından olmasıdır. Yeni mektep, yeni dil çerçevesinde kurumsal anlamda inşa edilen cumhuriyet ilk kuşak neslindendir. Bu anlamda hem kendisi hem de okul arkadaşları Cumhuriyetin kadın üzerinden topluma aktarılan rol-model davranışlarına sahiptir. Nitekim kendini tanımlarken Şeyh Galib’in mısrasını değiştirerek Şeyh Galib’de ‘tarz-ı selefe takaddüm ettim’ bölümü, Hümeyra Hanımda ‘tarz-ı selefe tehalüf ettim’ şekline dönüşür. Bu yaklaşım tam da Cumhuriyetin yeni modern neslidir.

III

Hümeyra Hanımın hatıratında İstanbul özelinde yaşanan Cumhuriyetin ilk dönem sosyal hayat örneklerine de rastlamaktayız. Hatırat bir yönüyle yeni kabullerin toplumsal alanda yerleşmesi için verilen mücadeleler ve bundan etkilenen çevrelerle ilgili resimleri gözlemleme imkanı da vermektedir. Bu süreçte din ve dindarlık biçimlerinin dışarıda tutulması ve sürekli eleştiri konusu yapılması, evlerde ciddi gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Bir önceki neslin kıymeti, değeri olarak kabul edilen ‘yaşlılar/büyükler’, yeni toplum hayatında ‘ülkeyi geri bırakanlar’ olarak tanımlanıp değersizleştirilmiştir. Psiko-sosyal açıdan dönemin incelemesi yapıldığında yaşanan ızdırap travmatik duruşları gözler önüne serecektir.

Bir başka resim de yaşanılan dönemde dini davranma biçimlerinin sosyal hayatta yeri olmadığını aşikar etmektedir. Bayramlarda ikram edilen ‘likör’yeni toplum hayatının dindarlık örüntüsünden sıyrıldığını göstermek açısından önemli bir simgedir. Bu durumda ciddi sıkıntılar yaşayan dindar bireylerin karşılaştığı sorunlar ise hatıratın sayfalarında açığa çıkmaktadır. Bir başka resimde evlerine ziyarete gelen hocasının sözleridir. Hümeyra Hanım ilk haccmdan henüz gelmiştir. Kendisini ziyarete gelen hocasına babası ‘kızım ve hastaları dua etmiş de hacca gitti’ dediğinde, hocası sitayişle ‘Kuzum Hümeyra insan hiç hacca gideceğim diye dua eder mi, nereden aklına geldi; gezeyim, tozayım, altınım, gümüşüm, bir de flörtüm olsun diye dua etseydin ya’ der. Bu ifade yeni toplumda geçer akçe olan kabulleri ve kurumsal eğitimin bu konuda etkisini karşımıza çıkartır. Hümeyra Hanım ise çalışkan, zeki ve güçlü kişiliği, okulda ve işteki başarısıyla böyle bir sosyal çevresine rağmen saygınlığını korumuştur.

Doktor Hümeyra Hanım dindar olmayı ve bu kimlikle toplumsal alanda var olmayı önemser. Okulda dindar kimliğini gizleyerek ibadetlerini yaparken ‘tesettür’ problem olur. O günlerdeki kapüşon modası imdadına yetişir ve atkısını ortadan dikip bir anlamda tesettürü – moda merkezli yumuşatarak, en azından ilkbaharın sonuna kadar yerine getirmeye çalışır. Namazlarını ise aksatmaz. Ne var ki okul bittikten sonra hayatına tesettürlü olarak nasıl devam edeceği bir muammadır. Bütün öğrenim hayatında okul birincisi olan ve tıp fakültesinde hocalarının ‘kariyer yapacak öğrenci’ diye baktıkları Ayşe Hümeyra Hanım, tesettürle devam edip edemeyeceğini öğrenmek için bir test yapar. Hac dönüşü hocasını ziyarete gider. Hocasının başındaki örtüyü göstererek ‘ne bu hacı hanımlar gibi olmuşsun’ sözü onun için bir milad olur. Artık bu şekilde devam edemeyeceğinden okuldan ayrılır. Burada yaşadığı dönemi çok iyi bildiği halde neden böyle teste ihtiyaç duyduğu sorusu akla gelebilir. Acaba hayatının ileriki safhalarında ‘bir keşkeye’ meydan vermemek açısından olabilir mi? Veya başarılı olmasının kendisine tolerans sağlayıp sağlamayacağını görmek mi istemiştir. Nitekim fakültede kalıp kariyer yapmak ister miydiniz sorusunu ‘tabii’ diyerek cevaplamıştır. Ama dönem dindar görüntüyü kamusal alandan çıkarma dönemidir. Tesettürün yeni dönemin genç ve kariyer yapacak kadınında görülmesi akla ziyan bir durumdur.

Böyl ece okul bitirip, çalışma hayatına geçer ve muayenehane açar. Artık istediği gibi çalışmakta, tesettürüyle de toplumdan olumlu karşılıklar almaktadır. Her kesimden hastaları olurken daha sonraki nesillerden olan Dr. Gülsen Ataseven’in ‘bizim zamanımızda tesettürlü bir doktor olabileceğini ilk defa Hümeyra 12    Ablada gördük’ sözü örneklik portföyünün yaygınlık ve genişliğini de açığa çıkartır. Bu anlamda Dr. Hümeyra Hanım cumhuriyet kuşağının üniversiteli ve kamusal alanda çalışan ilk nesil dindar kadınıdır. Bu konuda toplumda daha sonra yaşanacak sıkıntıları da ilk tecrübe edendir diyebiliriz. Ne var ki kendisi bu durumu bir ‘mağduriyet’ olarak tanımlamadığından, bu konuda daha sonra ki süreçlerde yaşananlarla organik bir bağ kurmak doğru ve etik olmaz diyebiliriz. Hümeyra Hanım için yaşanan ‘kader e dair tecellilerden biridir sadece…

IV

Hümeyra Hanım’ın bir diğer özelliği de evlenmemesidir. Nitekim Şeyh Galib’in mısrası üzerinden kendi durumunu açıklarken ‘ben açtım o genci ben tükettim’ diyerek hayatının birey merkezli inşasına atıf yapar. Burada Cumhuriyetin toplum hayatında inşa etmeyi esas aldığı şehirli özgür kadını görmekteyiz. ‘Ben anne ve anneannemin hayatını yaşamayacaktım’ derken kendi hayatını inşa etmede gösterdiği meşrulaştırmalar dikkat çekicidir. Babası ve hocasının evlenmesine dair söylemlerine de karşı duran doktor Hümeyra Hanım’m dünyada bağlandığı tek sevgi Hz. Peygamber (sav)’dir. Medine’ye bağlılığının aşırı olduğunun ve bundan dolayı hiç istemediği halde anne ve babasını üzdüğünün farkındadır ama seçeneği de yoktur. Medine artık hayatının merkezindedir ve bütün yaşamının seyrini belirler. Ondan alıkoyacak hiçbir şeyi kendine yaklaştırmaz, ilk defa Kızılay’ın hanım doktor görevlisi olarak Hacca giden Hümeyra Hanım’ın Medine’ye bu kadar bağlanmasında yaşadığı dönemdeki sosyal travmaların etkisi olmuş mudur?

Medine onun için bir başka özgürlük alanıdır ve yeni bir keşfin içine girmiştir artık. Hayatına dair ilerlemeye orada devam eder. Cidde de hastane açalım teklifini ‘ben İstanbul’u Cidde için bırakmadım’ diyerek reddeder. İstanbul doğduğu, büyüdüğü, anne ve babasının yaşadığı şehir, Medine bir daha kopmamak üzere bağlandığı yerdir. Hayatının elli küsur yılını Istanbul-Medine arasında, senede en az iki defa gidip gelerek geçirir. Burada tek başına sınırlar geçen, çöller aşan bir Hümeyra Hanım’la karşılaşmaktayız. Bizim bugün bile anlamakta zorlandığımız bu durum, çok erken dönemde dindar bir kadının gündelik hayatı olması oldukça önemlidir. Burada hem sünnet üzere davranan Müslüman toplumları hem de bireyleri görmekteyiz. Kadının tek başına seyahatini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmesine imkan tanıyan dinin rolü karşımıza çıkarken, benzer durumları müjdeleyen hadis belleklerden hayata dahil olur. Ayrıca yeni toplum yapısının kadın özgürlüğü ve hareket alanının genişlemesine katkısı da yadsınamaz. Bu anlamda cumhuriyetin kabul ettiği ve desteklediği kadın özgürlüğü birey tercihleri veya zorunluluklar bağlamında farklı alanlarda seyretmiştir diyebiliriz.

V

Ayşe Hümeyra Ökten ile yapılan söyleşinin bir başka yönü de içinde tanıtılan kadınlardır. Özellikle hac bölümde göreceğimiz bu hanımlar Hümeyra Hanım ile benzer özelliklere sahiptir. Birçoğu yalnızdır;maddi imkanları kısıtlı, hatta yoktur. Onlar da Medine’de kalabilmek için evlilikten, çalışma hayatına kadar bir dizi eylemler gerçekleştirirler. İğne yaparak kazanmak vs. gibi. Örnekler toplumsal alanda çaresiz, yalnız, zayıf olarak görülen kadınların, ellerinde bulunanı değerlendirip, gösterdikleri sabır ve metanetle isteklerini yerine getirip çözüm ürettiklerinin de gösterir. Bir başka açıdan ise Hümeyra Hanım’ın bu kadınlar üzerinden de kendini anlattığını görürüz. Böylece kendi hayat seyri bu hikayelerle de normalleşir. Bir farkla ki onda özgür kadın önde lokomotiftir ve sürekli hareket halindedir. Türkiye’den giden ve oradaki Türk hanımların hac ve umrelerine yardımcı olur. Kıyafeti yerel olmamakla birlikte o yörenin ölçülerine uygun ama kendi tasarımıdır. Doktor olduğu halde oradaki Türkler hastalandığında refakatçi olması ise kurumsal aidiyeti aşıp, insani olmanın sınırları karşımıza çıkar.

VI

Hatıratın bir başka özelliği de ‘rüya’lardır. Ailede babadan başlayarak, çocukların hepsine sirayet eden bir rüya — gündelik hayat ilişkisi vardır. Küçük kardeş Saadeddin Okten’in ismi, görülen rüya üzerine doğumdan dört ay önce konurken, Medine’ye gitmek için çabalayan babanın önündeki engellerin kalktığı da yine rüya-yakaza yoluyla aşikar olur. Kimsesiz ve beş parasız Zehra Hanım’m Medine’de kalması da, rüyadan edinilen bilginin hayata geçirildiğine örnektir. Bu anlamda rüya onlarda hayata yön veren bir bilgi kaynağıdır. Ayrıca ehil kişilerin istenilen rüyayı gösterme becerisi bir başka formda bilgi — emek ilişkisi bağlamında ulaşılan neticedir. Nitekim Fahrettin Efendi sağlığını bozma riskine rağmen bu ilişkiyi önemser. Bu anlamda rüya, farklı düzlemde oluşturulmuş bir bilgi formudur ve bu bilgiyi elde etmek de istifade etmek de ciddi emek istemektedir.

VII

Hatırat aynı zamanda bir şehirler skalasını da verir. Karayoluyla yapılan yolculuklar, bu yolda kazanılan dostluklar ve bu dostluklar üzerinden yaşanan hikayeler, kadın-seyahat ilişkisine dair önemli detayları karşımıza çıkarır. Bu hareketler de okulda okuduğumuz ve yaşadığımız uluslararası ilişkilerin sınırları görülmez. Sınırlar ortak anlam dairesindeki kişilerin belli zaman ve mekan paylaşımı çerçevesinde ortadan kalkar. Nitekim başka odası olmadığı için yeni evlenen aileden damadın dışarı çıkartılıp odanın Hümeyra Hanım için hazırlanmasını sağlayan anlayış/anlam, sınırların ötesindeki güvenli ve özgür dünyadan işaretler sunar. O dünyada paylaşmak ve güven esastır. Meşakkat ise gelip geçicidir. Aslolan insana hizmet ve Allah’a yakın olmaktır.

VIII

Doktor Hümeyra Hanım’ın hayatı aynı zamanda bir bağlılığın, aşkın ifadesidir. Şairin ‘Aşk imiş her ne var alemde’ dizesi tam da Hümeyra Hanım’m hayatına tekabül etmektedir. Ve hayat bir biçimde kazanılan bu nimeti koruyup kollamak için yapılan mücadeledir aynı zamanda. Onun için hayata dair bütün sevgiler, vazgeçilmezler dışarıda tutulmuştur. Hatta sert, celalli, Celaleddin Ökten/baba Medine’ye her sene gitmesini istemediği halde bunu kızına söyleyememiştir. Bunda Medine aşkına, bağlılığa duyulan saygı kadar, bu konudaki tecrübesi de etkili olmuştur diyebiliriz. Nitekim içindeki yangını söndüremediği için Medine’ye yerleşme kararı alan Celaleddin Okten’in yanında da kızı Doktor Hümeyra Okten vardır. Daha sonra yaşanan süreçte baba İstanbul’a gelirken kızı orada kalmış, mekanlar farklılaşırken bağlılık benzer formlarda devam etmiştir.

Dikkatli bakıldığında aşkın izleri hatıratın her satırında görülmektedir. Necid çöllerini tır kamyonlarıyla geçen, Şam’da karda kışta gecenin bir vakti istasyonda tek başına tren bekleyen Ayşe Hümeyra Hanım’da aşk, artık bir yaşama biçimidir. Medine’ye yerleşmesine yardımcı olduğu diğer hanımlarda da aşka dönüşen yaşama biçimlerinden örnekler sunarlar hatıratta. Dolayısıyla Hümeyra Hanım’ın hayatı aynı zamanda aşka adanan bir ömrü de karşımıza çıkarmaktadır. O kadar ki hala canlı ve dinamiktir ve ömrünü aşık olduğu topraklarda tamamlamaya duacıdır. Bu anlamda her gidiş bir heyecan, her geliş bir acabayla içkindir diyebiliriz.

Sonuç olarak doktor Ayşe Hümeyra Hanım Cumhuriyetin ilk dönem şehirli, üniversite eğitimi görmüş dindar kimliğinden dolayı ülkede resmi görev alamamış fakat cumhuriyetin kadın eğitimi ve özgürlüğüne katkısından yararlanan modern, özgür bir dindar doktor hanımdır diyebiliriz.

Koşuyolu Nevin Meriç 8 Ağustos 2010

Birinci Bölüm

Ailem: “Bir dedemiz çok güzelmiş, güzele de gürcü derlermiş”

Öncelikle ailenizi sormak isterim. Bize ailenizi nasıl tanıtırsınız?

Evvela hem Müslüman hem de İslamiyet’i yaşayan bir aileden geldiğim için Allah’a çok hamdediyorum. Bu, neden önemli derseniz; ülkemizde herkes Müslüman ama herkes İslamiyet’i yaşamıyor. O yüzden İslamiyet’i yaşayan bir aileden geldiğim için Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Hayat hikâyelerini okumayı çok severim, ama kendi hayatımdan bahsetmeyi hiç düşünmezdim. Genç meslektaşlarımın teşvikiyle buna cesaret edebildim.

Babam memlekette zekasıyla tanınan Trabzon asıllı, hoca bir aileden gelir. Hoca Ömer Fevzi Efendi ailenin büyüklerinden olup, onun oğlu Salih Zihni Efendi, onun oğlu da babam Mahmut Cela-leddin Efendi’dir. O zamanlar memlekette hocalık, geçim kaynağı olmaktan çok, Allah rızası için yapılırmış. Bu yüzden ailemiz, büyük kayıklar vasıtasıyla nakliyat yapar, deniz ticareti ile geçimini sağlarmış. Babamın dedesi, Trabzon’da Çarşı Camii imamı olan Ömer Fevzi Efendi’dir. Onun babası veya dedesi Hacı Mustafa Efendi de aynı camide imamlık yapmış. Babam anlatmıştı; Hacı Mustafa Efendi bir defa hacca gitmiş. Yıllar sonra ikinci defa hacca giderken “Ben bu sefer gelmeyeceğim” diyerek herkesle vedalaşmış ve orada vefat etmiş. Babam, dedesi için ‘mazanne’den, yani ‘kerametleri zahir olan kişiydi’ derdi, işte böyle bir zatın torunlarıyız, elhamdülillah. Ne var ki dedem çok genç yaşta (25 yaşında) kaza geçirmiş, kalafattan kayan geminin altında kalıp vefat etmiş.

Babamın annesi Hafız Güller Hanım da baba ve anne tarafından hafız olan bir aileden geliyor. Annesi babamı beş yaşında hıfza başlatmış, babam hem okula gider hem de hıfzını yaparmış. Annesi üzüntüden hastalandığı halde yatağın içinde babamın hıfzını devam ettirmiş ama bitirdiğini görememiş. Eski hanımlar cemiyet hayatını, hele ticaret, alacak-verecek meselelerini hiç bilmezlerdi. Dedem genç yaşta vefat edince aile, ellerinde olanları işletememiş, mallarına sahip çıkamamış. Üzüntüden babaannem verem olup, iki sene sonra vefat etmiş. 7yaşında öksüz ve yetim kalan babamı babaannesi büyütmüş. Babaanne çok otoriter bir hanımmış. Babam, “Evde o hakimdi; çok çalışkan bir talebe olduğum halde bana hiç aferin demedi, hatta aferin kağıtlarını eve getirir, rafa dizerdim ama babaannemden hiç aferin almazdım” derdi. Annesinin erken yaşta vefatı babamı çok etkilemişti ki biz de hayatımızda bunun tesirlerini gördük. Annesine çok acıdığı için bizi okuttu, “Hayatın ne getireceği belli olmaz, kızlarım okusun, kendi ayakları üzerinde dursun, kendilerini idare edecek şekilde diplomalarını alsın” derdi. Onun için okumamıza son derece itina eder, hayatımızı okullarımıza göre programlardı.

Babam Trabzon’da mevcut okulu ve medreseyi bitirmiş. 16-17yaşında Trabzon merkez Çarşı Camii’nde imamlık görevine başlamış. Artık başında çok sevdiği sarığıyla ulema sınıfına dahil olmuş ama içindeki okuma aşkı bir türlü dinmiyor, gittikçe hararetleniyormuş. Hatta o günlerde akrabalar; “Evladım bak ne güzel vazifen var, seni burada evlendirelim” demişler. Fakat babam; “illa İstanbul’a gidip okuyacağım. Hem benim evleneceğim kız daha doğmadı” dermiş. Daha sonra babam; “Neden ağzımdan öyle bir söz çıktı bilmiyorum” demişti. Çünkü hakikaten o yıllarda annem henüz doğmamış. Memlekette lakapları Gürcüzadeler imiş. Babam “Biz Gürcü değiliz, ama bir dedemiz çok güzelmiş, güzele de Gürcü derler. Bu lakap oradan kaldı” derdi.

İstanbul’da kendisine refakat eden kimse veya tanıdıklarınız var mıydı?

Okumak için İstanbul’a geldiğinde Malta Çarşısı’nda Horozlu Han’da bir odada kaldığını anlatmıştı.1 Daha sonraları öğretmenliği zamanında halam evlenip İstanbul’a gelmiş, Fatih Çırçır’da 3 katlı bir evde beraber oturmuşlar. Küçüklüğümde halamın oturduğu o eve giderdik. Sonra Vezneciler’de bir apartmana taşındılar. Halamın hastalığında da oraya gidip onu tedavi ederdim.

Biraz da annenizden bahseder misiniz?

Annemin babası Hafız Süleyman Sururi Efendi, Gürcü asıllıdır, Kafkasya Ahıska’dan gelmişler. Dayım orada bazı akrabalarımız kaldı derdi. Dedemin babası Ahıskalı Osman Efendi, gençliğinde orada birçok harbe iştirak etmiş, harp bittikten sonra babasından izin alıp İstanbul’a okumaya gelmiş, kılıcını da beraber getirmiş. Bu kılıç senelerce bizim duvarda asılı durdu, şimdi kardeşim Sa-adeddin Ökten’dedir.

İstanbul Fatih’te medreselerde okumuş, yükselmiş müderris, dersiam olmuş. Seneler sonra evlenmiş ve oğlu Süleyman Efendi doğmuş. Hafızpaşa’da oturuyorlarmış. Yaşı ilerlediğinde hastalanmış, ağırlaştığı bir gün oğluna; “Bana Fatih’te bir oda verdiler” demiş. Dedemler önce anlamamışlar ve hastalıktan hayal görüyor zannetmişler. Zaten birkaç gün sonra da vefat etmiş. O yıllarda hocalar için Edirnekapı dışında bir mezarlık varmış. Büyük dedemizin kabri de orada hazırlanmış zaten. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılınıp oraya götürülürken Saray’dan haber gelmiş;Padişah, camii haziresine gömülmesini irade buyurmuş. Çünkü dedem huzur hocasıymış. Meğer büyük dedemin Fatih’teki odası hazırmış da biz bilmiyormuşuz. Şimdi Fatih Camii haziresinde 75 numarada medfun. Mezar taşında ‘Ahıskalı Müderris Dersiam Osman Efendi’ yazar. Onun oğlu dedem Hafız Süleyman Sururi Efendi, Atikali Paşa Camii imamı.

Annemin anne tarafı ise Filibe’dendir. Fakat anneannem Filibe’yi pek hatırlamazdı. Babası Hacı Ali Efendi hacca gitmiş ve birkaç ay sonra dönmüş. Bir kitapçı dükkanı varmış. Balkanlar’daki bozulma emareleri ta o yıllardan başlamış. O zaman dedem artık buralarda kalınmaz diye 93 Harbi’nden3 evvel İstanbul’a gelmiş. Anneannem o günleri anlatırken gözleri buğulanır ve “Büyükbabamın çok fazla koyunları vardı, aç kalmasınlar diye ahırdan iplerini kesip saldık da çok üzülmüştük” demişti. Ben çok sonraları anneannemin, büyük dedemin yaşadığı yerleri merak ettim ve çalıştığım dispanserdeki ebe hanımla birlikte Filibe’ye gittim. Otobüse bindik, beş saatte Filibe’deydik. Filibe, Meriç Nehri’nin kollarının geçtiği güzel bir şehir. Nehir üzerinde köprüler ile geniş caddeler, parklar var. Bir köprünün iki tarafına dükkanlar yapılmış ve güzel bir çarşı olmuş. Neyse, bir iki mahalleyi eski halinde bırakmışlar da iki katlı, çıkmalı, bahçe duvarlarıyla çevrili eski Osmanlı evlerini gördük. Bu evlerden bir kısmı şimdi otel olmuş. Arnavut kaldırımlı sokaklarda çok heyecanlandım, güzel bir gündü. Filibeliye gittiğim gibi baba memleketi olan Trabzon’a da gittim. Ahiret kardeşim ve ailesi Trabzonlu idi. Bir sene imkanımız oldu, yazın oraya gittik. Dedemin sonra babamın imamlık yaptığı Çarşı Camii’ni ziyaret ettim. Her tarafını gezdirdiler. Hopa’ya kadar gittik, dönüşte yağmur başladı, heyelan oldu. Geceyi karakolda parkta geçirdik. Azamet-i İlâhi insan nasıl irkiliyor.

Anneannenizle dedenizin evlilikleri nasılmış?

Anneanne Sıdıka Hanım küçük yaşta gelin gitmiş. Dedeciğimiz -Allah rahmet eylesin- Süleyman Efendi ile aralarında çok yaş farkı varmış;ama o kadar yumuşak, tatlı dilli, hoş sohbet bir insanmış ki anneannemi hoş tutmuş, ona hep şiirler yazarak memnun edermiş. Anneannem de ev hizmetini seve seve, hiç şikayet etmeden yaparmış. Sabahleyin kalkar, namaz vaktinden evvel su ısıtır, efendisinin babaannesine abdest aldırırmış. Hemen de bir oğlan çocuğu doğmuş. Evin işi, yemeği, çocuğun bakımı derken sıkıntılı olmuş. Bunun üzerine çamaşıra müezzinin hanımı gelip yardım etmeye başlamış. Anneannem ufak tefek, çok da genç; bir gün akrabalar ziyarete gelmişler, bakmışlar ki işi çok, ağır, acımışlar, ağabeyi Hafız Sami’ye gidip durumu söylemişler. Hafız Sami de sesi çok güzel olan, Allah aşkından evlenmemiş, medresede oturur bir zat- 23 mış;tabii biricik kardeşini pek severmiş, anlatılanlara çok üzülmüş, telaşlanmış, doğru anneannemin evine gelmiş. Her ziyaretinde evvela babaannenin yanına girer, onun elini öper, halini hatırını sorar, ondan sonra kardeşinin yanma gelirmiş. Bu sefer o kızgınlık ve heyecanla babaanneye uğramadan, doğru üst kata kardeşinin odasına çıkıp; “Yengeler, senin çok işin olduğunu, ezildiğini anlattı, ben de çok üzüldüm, buna bir çare bulalım” demiş. Anneannem ağabeyinin üzüldüğünü görünce; “Ben hayatımdan memnunum, Süleyman Efendi çok iyi bir insan, bana güzel muamele yapıyor, bir şikayetim yok;evet, babaanne yaşlı ama ben ona bakarak sevap kazanıyorum” diyerek ağabeyini ikna etmiş. Ağabeyi “Oh çok şükür, Sıdıka, o kadar üzülmüştüm ki, demek sen memnunsun, o zaman babaannenin yanına inelim” demiş. Babaannenin yanına inmişler, her zamanki gibi hal hatır ettikten sonra ağabey gitmiş.

Bu sefer babaanne “Sıdıka, her zaman Hafız Efendi evvela benim hatırımı sorar, sonra yukarıya çıkardı. Bu sefer ne oldu da evvela yukarı çıktı, Hafız Efendi bana darıldı mı?” demiş. Anneannem o yaşına göre çok akıllı bir insanmış; “Ah babaanne hiç darılır mı, çok sıkışmış da ayakyoluna gitti” demiş. Babaanne rahatlamış. İşte anneannem böyle güzel idareyle bütün ailenin hoşnut olmasını sağlar, çevresindeki herkesi memnun, mesut ederdi.

Dedem, babamla tanıştıkları zaman Edirnekapı Atik Ali Camii imamıydı. Kış Ramazanlarında gece kovadaki buzlu suyu kırıp abdest alır, sahurda hatim okurmuş. Anlatanlar “Parmaklarının ucuna kadar Müslüman, nur gibi bir zattı” derlerdi. O da erken yaşta vefat etti. Yerine dayım imam olmuş ama henüz çocuk. Bu sefer sorumluluğu babam üstlenmiş ve parayla imam tutmuş; sabah, öğlen, ikindi namazlarını imam Cafer Efendi, akşam ve yatsı namazlarını da babam kıldırmış. Ben dedemi görmedim ama beyaz kumral sakallı, biraz toplu ve güler yüzlü olduğunu anlatmışlardı. ‘Nur yüzlü’ tabirine çok uyuyor. Mehmet Zahit Kotku Efendiye çok benzetir, onu gördüğüm zaman dedemi hatırlardım.

Peki, annenizle babanız nasıl tanışmış?

Babam Fatih Çırçır’da, Atik Ali Camii’nin yakınında oturuyor. Ca-miiye gide gele dedem Hafız Süleyman Efendi ile de tanışıp ahbap olmuş. Bir gün dedem namazdan sonra babamı evine davet etmiş. Eve gelip üst kata çıkmış ve erkek misafir odasında oturmuşlar; duvardan duvara döşenmiş sedirlerde mis gibi sabun kokulu tertemiz beyaz örtüler varmış. Orada kaldıkları iki üç saat içinde evde ne kadın ne de çocuk sesi duyulmuş. Evin tertibi, düzeni babamı mest etmiş ve aileye çok kıymet vermiş, ahbaplıkları iyice ilerlemiş. Anneannem anlatmıştı: Bu ziyaretlerin birinde güzel bir bahis açılmış. Babam o kadar heyecanlı anlatıyormuş ki anneannemler alt kattaki mutfaktan işitmişler ve hemen kapının arkasına gelerek dinlemişler. Babam Hz. Ayşe’ye iftira vakasını anlatıyormuş, anneannem: ‘ağlaya ağlaya dinlerken kalbimden de damadım böyle bilgili bir kişi olsun’ diye geçirdim demişti.Bir müddet sonra dedem, babamdan dayıma Arapça okutmasını rica etmiş. Babam da kabul etmiş ve haftanın muayyen günlerinde derse başlamışlar. Bir gün dayım, diğer kardeşi eczacılık mektebine gireceği için babama, tanıdığı hocaların olup olmadığını sormuş. Babam; “O esnada ne oldu ben de anlayamadım hiç alakadar olmadığım halde, ‘Siz kaç kardeşsiniz?’ diye sordum” demişti. Dayım “Benden sonra birader, sonra bir de hemşirem var” demiş. Hemşire sözü geçtiğinde babamın kalbinde “O kızı ben alayım” isteği belirmiş.

Aileyi beğendi ya, tanışmak niyetiyle halamı evlerine göndermiş. Annem de o esnada mektepten yeni gelmiş. Biraz topluca, buğday tenli, kırmızı yanakları parım parım parlıyormuş, ay halam da kızı çok beğenmemiş mi! Ama henüz 12 yaşında.

Aralarındaki yaş farkından dolayı evlilikleri pek kolay olmayacak gibi gözüküyor. Ne dersiniz?

Evet, kolay olmamış. Neyse annemi gören halam mest olmuş vaziyette eve gelip manzarayı bir bir babama anlatmış. Artık annemi isteyecekler ama küçük olduğu için de tereddüt ediyorlarmış. Derken babam niyetini dedeme arz etmiş. Dedem çok şaşırmış ve anneanneme “Hoca hem yaşlı hem de çok asabi, ben ona kızımı vermem” demiş. Ama ahbaplıklarını kesmemişler, arada sırada 25 gidilip geliniyormuş. Babam sabır makamında… iki sene sonra dedem rahatsızlanıp vefat etmiş. Çocuklar henüz iş tutacak durumda değil, dayılarım okuyorlar, teyzem 9, annem de 14-15 yaşında. Evde iaşeyi sağlayacak kimse yok. işte o zaman babam ve halam aileyi bırakmayıp yardımlarına koşmuşlar.

Bir de babam rüyasından bahsederdi. Rüyada bir ses, “CelaTin evleneceğini babası cennette duydu ve çok memnun oldu” demiş; “O zaman anladım ki bu kız saliha, onu bırakmadım, bekledim” derdi. Babamın evleneceği kızla ilgili bir başka talebi de isminin ismine uymasıymış, ama Mahmut Ce-laleddin ismine uyan bir kadın ismi bulmak kolay değil. Türkler Mahmude ismini koymaz, Türkistanlılar koyar, işte dedem Ahıska’dan geldiği için olacak kızına Mahmude ismini koymuş. Böylece babamın diğer isteği de yerine gelmiş oldu

Babam hep doğruluktan kazandı. Doğruluk ve harama, helale çok dikkat ederdi. Haramdan o kadar kaçınırdı ki kendi lehine bile olsa yan gözle bakmazdı. Dini meselelere titizlikle riayet ederdi. Ben daha dört-beş yaşlarındayken bir keresinde babam evde Cuma namazını kıldırmak için hazırlanıyor, abdest alıyordu. Annemden bir şey istedi ama “Sen verme, kızım versin” dedi. Yani cemaatte Şafıler de olabilir, abdestinin onlara göre olmasına dikkat ediyormuş. Çok sorumluluk sahibi bir adamdı. Yetiştiği muhit de önemli tabii.

Babam dostluğu devam ettiren halam vasıtasıyla aileye yardım ederken çocuklar da büyür. Dayımı dedemin yerine imam yaparlar, annem de 17 yaşma gelir. Halam tekrar kız istemeye gider, anneannem de verir. Babam anneannemi çok sever, hürmet ederdi. Yani annemle babamın evliliklerine kadınlar hakim. Evlenmeden önce 26 birbirlerini hiç görmemişler. Resim bile yok. Düğün olmuş, annemi evde koltuğa getirmişler. Babam yüzünü açınca çok beğenmiş, o kadar memnun olmuş ki hemen anneannemin elini öpmüş. Birkaç ay Fatih’te anneannemin evinde oturmuşlar. Evlendiğinde babam 39, annem 17 yaşındaymış. Ama bu durum ailede hiç sorun olmadı. Hatta ben, annemle komşuya gittiğimizde bir kere bile ağzından “Benim efendi ihtiyardı’ dediğini duymadım.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Tango ~ Jorge Luis BorgesTango

    Tango

    Jorge Luis Borges

    Tango daha önce de gördüğümüz gibi milongayla başlamış, milongadan doğmuş, başlarda cesur ve mutlu bir dansmış. Sonradan tangonun takati kesilmiş ve hüzünlenmiş, hatta Ernesto Sabato’nun yakın zamanda çıkardığı bir kitapta

  2. Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat ~ Orhan PamukManzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat

    Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat

    Orhan Pamuk

    Orhan Pamuk bu yeni kitabında, çocukluğundan başlayarak hayatından, yaşadıklarından bütün içtenliğiyle söz ediyor. Yazarın babasının ölümü, siyasi dertleri, futbol oynarken ya da romanlarını yazarken...

  3. Afrika’nın Yeşil Tepeleri ~ Ernest HemingwayAfrika’nın Yeşil Tepeleri

    Afrika’nın Yeşil Tepeleri

    Ernest Hemingway

    Hemingway, Avrupa’da bulunduğu yıllarda sık sık Afrika’ya avlanmaya gitmiştir. Kendi ülkesinde de balıkçılıkla birlikte, avlanmanın her türüne ilgi duymuş; çoğunlukla avlanabileceği yerlerde yaşamış; daha...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur