İnsanlardan uzakta, deniz kıyısında kocasıyla beraber yaşayan bir kadın, resimleriyle hayatını değiştirdiğine inandığı dünyaca ünlü bir ressamı yaz boyunca kalıp çalışması için evine davet eder: Evin yer aldığı gelgit alanının ele gelmez, gizemli manzarasının ressamı da büyüleyeceğini, bu manzaranın resmedilmesiyle hayatının anlamının açığa çıkacağını ummaktadır. Fakat ressamın uzlaşmaz, esrarengiz kişiliği ailenin huzurlu görünen yaşamındaki çatlakları ortaya çıkaracak, bu sessiz mekân hayatla ilgili temel soruların su yüzüne çıktığı ve amansız hesaplaşmaların yaşandığı bir drama sahne olacaktır.
“Çerçeve”, “Geçiş” ve “Övgü” romanlarından oluşan üçlemeyle dünya çapında ilgi gören Rachel Cusk, “Diğer Ev”de aile, annelik, kadın özgürlüğü ve erkek ayrıcalığı üzerine bir hikâye anlatıyor; sanatçının özgürlüğü, sanatçılardan beklentilerimiz ve bu beklentiler karşılanmadığında yaşadığımız hüsran, sanatın yıkıcılığı üzerine çarpıcı sorular soruyor.
“Cusk fikirlerle ilgileniyor: Nasıl yaşanır, özgürlük ne anlama gelir, kadınlar başkalarının hayatlarının içinde nasıl kaybolurlar? Ortaya çıkan melez form –kısmen roman, kısmen başka bir şey– zamanın ötesinde, kalıcı bir niteliğe sahip.” – John Self, The Times
“Cusk’ın Diğer Ev’de yaptığı şeylerden biri de, ‘zanaat’ ve ‘süreç’ sözcüklerini kullanmayı tercih ettiğimiz bir çağda, sanatçının dehası fikrine eskiden sahip olduğu gizemin bir kısmını iade etmesi.” – Christian Lorentzen, The Times Literary Supplement
“Diğer Ev, sanatı hayat yerine koyduğunuzda neler olabileceği hakkında felsefi bir kitap.” – Vulture
*
Paris’ten dönerken trende nasıl şeytana rastladığımı ve bu karşılaşmadan sonra, genellikle nesnelerin yüzeylerinin altında hiç kıpırdamadan duran kötülüklerin nasıl kabarıp hayatın bütün parçalarının üstüne boşaldığını bir zamanlar sana anlatmıştım, Jeffers. Bu, pisliğin etrafa bulaşması gibi bir şeydi, Jeffers: Her şeye sızıyor ve her şeyi bozuyordu. O zamana kadar hayatın ne kadar çok parçası olduğunun farkında değilmişim herhalde, bu parçaların her biri kötülük yeteneğini ortaya sermeye başlayınca anladım. Başkaları kötü ve yanlış olan şeyleri hiç duymak bile istemezken, bunların üzerinde durmayı sıkıcı bulurken, sen bu tür şeyler hakkında her zaman bilgi sahibiydin, hatta onlar hakkında yazdın da. Her rağmen, işler yolunda gitmediği zaman insanların kullanacağı bir sığınak inşa etmeye devam ettin. Gerçi zaten işler hiçbir zaman yolunda gitmez ki!
Korku da diğer alışkanlıklar gibi bir alışkanlıktır ve alışkanlıklar özümüze ilişkin her şeyi öldürür. Korku içinde geçirdiğim bu yıllar, Jeffers, bende bir tür boşluk yarattı. Hep bir şeyler üstüme sıçrayacakmış beklentisi içindeydim, şeytanın trende beni bir aşağı bir yukarı izlediği gün duyduğum kahkahasını tekrar duyacakmışım gibi geliyordu hep. İkindi ortasıydı ve hava çok sıcaktı. Tren vagonları o kadar kalabalıktı ki yalnızca gidip başka bir yere oturmakla ondan kurtulacağımı sandım. Ama her yer değiştirişimde, birkaç dakika sonra onu karşımda yayılmış gülüyor buluyordum. Benimle ne alıp veremediği vardı, Jeffers? Görünüşü korkunçtu, sapsarıydı ve safra rengi, kan çanağı gibi şiş gözleri vardı. Güldüğünde pis dişleri görünüyordu, tam ortada simsiyah bir diş vardı. Küpeler takmıştı ve şakır şakır akan terine bulanmış züppece elbiseler giymişti. Terledikçe daha fazla kahkaha atıyordu! Ne olduğunu bilemediğim bir dilde hiç durmadan bir şeyler söylüyordu ama yüksek sesle konuşuyordu ve söylediklerinde kulağa beddua gibi gelen sözler vardı. İnsan bunu tam olarak görmezden, duymazdan gelemiyordu ama vagonlardaki insanların yaptığı tam olarak buydu. Yanında bir kız vardı, Jeffers, dehşetengiz bir küçük yaratık, üstünde başında neredeyse hiçbir şey olmayan yüzü gözü boyalı bir çocuk. Şeytan onu okşarken ahmak bir hayvanın yumuşak bakışlarıyla ve aralık dudaklarla kucağında oturuyordu ama hiç kimse onu durdurmak için tek bir şey söylemedi veya yapmadı. Trendeki bütün o insanlar arasında bunu yapmaya çalışacak en uygun kişi ben miydim? Belki bunun için, aklımı çelmek için vagonlarda bir baştan bir başa izliyordu beni. Ama orası benim kendi ülkem değildi: Yalnızca oradan geçiyor ve gizli bir korkuyla düşündüğüm bir eve dönüyordum, onu durdurmak bana düşmez gibi geldi bana. Bir birey olarak ahlaki görevinin böylesine açıkça ortaya serildiği bir anda insanın, kendisinin o kadar da önemli olmadığını düşünmesi öyle kolay ki. Ona karşı koysaydım belki de daha sonra olanların hiçbiri olmazdı. Ama bir kere olsun bunu bir başkası yapsın diye düşündüm! Kendi kaderlerimiz üzerindeki denetimimizi böyle kaybediyoruz işte.
Kocam Tony bana bazen kendi gücümü küçümsediğimi söyler. Acaba bu, hayatı benim için, başkaları için olduğundan daha mı tehlikeli hale getiriyor diye merak ediyorum; acı çekme yeteneği olmayanlar için hayat daha tehlikelidir ya. Çok zaman düşünmüşümdür, bazı karakterler vardır, hayattan ders alamazlar ya da almazlar ve aramızda işe yaramaz bir baş belası ya da bir armağanmışlar gibi yaşar dururlar. Sebebiyet verdikleri şeye bela adı verilebilir ya da değişiklik denebilir, fakat önemli olan şu: Niyetleri ya da istekleri bu olmayabilir ama yine de bir şeyleri oldururlar. Durmadan bir şeyleri kurcalarlar, itiraz ederler, yerleşik düzeni bozar dururlar; hiçbir şeyi kendi haline bırakmazlar. Kendileri ne iyidirler ne de kötü -en önemli yanları budurama iyiyle kötüyü görür görmez ayırt ederler. İyiyle kötünün dünyamızda yan yana gelişmeye devam etmesi, bazı insanlar ikisinden birinin üstün gelmesine izin vermediklerinden midir, Jeffers? Trendeki o gün, ben onlardan biri değilmişim gibi yapmaya karar verdim. Birdenbire hayat çok daha kolay göründü, ötede insanlar şeytanı görmemek için yüzlerinin önüne kitaplar ve gazeteler tutmuşlardı!
Kesin olan şu ki, daha sonra pek çok değişiklik oldu ve ben onları atlatmak için bütün gücümü ve doğruya olan inancımı ve acı çekme kapasitemi kullandım. O kadar ki, bunu yaparken neredeyse ölüyordum; ondan sonra artık kimsenin başına bela olmadım. Hatta kısa bir süre için annem bile beni sevdiğine karar verdi. Nihayetinde Tony’yi buldum ve o iyileşmeme yardım etti ama o burada, gelgit alanında bana huzur ve yumuşaklık dolu bir hayat verince ben ne yaptım dersin? Güzellik ve huzura kusur bulup onları karıştırmaya çalıştım! O hikâyeyi biliyorsun, Jeffers, çünkü başka bir yerde yazmıştım; ondan yalnızca şu anla ilgili anlatmak istediklerimle bağlantısını görmen için söz ediyorum sana. Bütün bu güzellik, eğer tahrip edilebilir bir şeyse hiçbir işe yaramazmış gibi gelmişti bana: Ona ben zarar verebiliyorsam eğer, herkes zarar verebilirdi. Benim gücüm ne kadar büyük olursa olsun, aptallığın gücünün yanında solda sıfırdır. Burada rahat bir edilgenlik içinde, bir rüya âleminde yaşama fırsatını kullanabilecekken yürüttüğüm mantık buydu, hâlâ da aynı ı şekilde düşünüyorum. Homeros İlyada’da savaşta parça parça edilen adamların süslü püslü savaş kıyafetlerini, el yapımı savaş arabalarını ve zırhlarını hatırlayarak hoş evlerinden ve işlerinden söz ederken böyle söyler. Bütün o güzel ekim dikim ve inşaat, bütün o mal mülk tek bir kılıç darbesiyle tarumar olur, bir karıncayı ezmeye yetecek olan birkaç saniye içinde ayaklar altında kalır.
O şiş, sarı gözlü şeytanın bulunduğu trene binmeden önceki Paris sabahına dönmek istiyorum seninle, Jeffers: O durumu görmeni sağlamak istiyorum. Sen ahlakçısındır ve o gün yakılan ateşlerden birinin nasıl yıllar boyu içten içe yanmaya bırakıldığını, içindeki korun nasıl kimse fark etmeden canlı kaldığını ve kendini gizliden gizliye beslediğini ancak bir ahlakçı anlar, ta ki içinde bulunduğum şartlar nihayet yenilenince o ateş de yeni şeyleri yakmaya başlayarak yeniden harlayıp can kazanana kadar. O ateş Paris’te, bir sabah erkenden, baştan çıkarıcı bir şafak Île de la Cité’nin solgun şekillerinin üzerini kaplamışken ve havada güzel bir günü müjdeleyen o mutlak sessizlik varken yakıldı. Gökyüzü daha mavi, daha da mavi oldu; iki yandaki taze yeşillikler havanın ılıklığı içinde sessizdi, sokakları ortadan ikiye bölen aydınlık ve gölge blokları, sıradağların yüzünde yer alan ve dağların içinden çıkar gibi görünen sonsuz, kadim şekillere benziyordu. Şehir sessizdi ve çoğu yeri insansızdı, öyle ki sanki şehrin kendisi insandan fazla bir şeymiş de bunu ancak etrafta görecek kimse olmadığında gösterebilirmiş hissini veriyordu. Kısa, sıcak yaz gecesi boyunca oteldeki yatağımda uyanık yatmıştım, perdelerin arasından şafağı görünce de kalkmış, nehir kenarında yürüyüşe çıkmıştım. Deneyimimi ufacık da olsa….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDiğer Ev
- Sayfa Sayısı136
- YazarRachel Cusk
- ISBN9789750851858
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Maymun ve Öz ~ Aldous Huxley
Maymun ve Öz
Aldous Huxley
“Ve buna ilerleme dediler. İlerleme! Söylüyorum sana, insan beyninin buluşlarının pek azı ilerlemeydi.” “Fikirlerin romancısı” Aldous Huxley, 20. yüzyılın en önemli distopya yazarlarından biri....
- Emma ~ Jane Austen
Emma
Jane Austen
Jane Austen 1815’te 39 yaşındayken tamamladığı Emma’nın en sevdiği romanı olduğunu söyler. Bir taşra kasabasında yaşayan ve iyi bir çöpçatan olduğunu düşünen Emma’nın gerçek...
- Afrika’nın Hiçbir Yerinde ~ Stefan Zweig
Afrika’nın Hiçbir Yerinde
Stefan Zweig
Gerçek bir yaşam öyküsüdür Afrika… 1938 yılında Yahudi asıllı küçük bir ailenin Nazi hışmından kaçarak o zamanların İngiliz sömürgesi Kenya’ya sığınması ve yeni bir...