Duygusuz değil belki ama uyarsızlaştığımız kesin. Kozalar örmüşüz, kendi küçük dünyamızın çevresine. Ya da kozalar örülmüş, ördürülmüş. Hala kuşatılıyor ömrümüz, hapsediliyor gündelik hesaplaşmaların çemberine… Tüm ağırlığıyla binerken hayat omuzlarımıza, herkes kendi ferdi ağırlığını hafifletme ve başından defetme çabasında. Herkes yakınındaki sokan yılanının kendisine o an için dokunmadığının mutlu avuntusunda, tabii yılanın zehirli dişlerini kendi bedeninde hisedene dek!
Çeteler devletleşirken, kocaman devlet bölünmeye çalışıyor. Ya devletimizin vekilleri…. Şatolarından ara sıra çıkıp, Meclis’e hır çıkarmaya gidip, dışarıya çıkmışken de sokaktaki insanların gönüllerini alıyor ve bolca, cumhur cemaat “hükümet, boz yap” oyunu oynuyorlar. Halk öyle sabırlı, yüreği o kadar geniş ki, gık demeden herkesin doğruyu öğrenmesini bekliyor inatla. Ama gören göz kılavuza ihtiyaç duymaksızın, bu inadın tükenmek üzere olduğuna da hemen takılıyor.
ÖNSÖZ
Gazetecilik hayatımın daha ilk aylarıydı, bir heyecan, bir coşku ve zevkle adı haber olan her şeye koştuğum yıllar…
Binbaşı Cem Ersever birkaç yıl önce üç arkadaşıyla ölü bulunmuş, o gün bu gündür de Türkiye gündeminden hiç düşmemişti. O günlerde de gündemdeydi.
Israrla Ersever dosyası hazırlamak istiyordum çünkü aile ilişkilerinden dolayı kendisini oldukça yakından tanıyordum ve dolayısıyla bu duygusallık nedeniyle de şefkatli düşünüyordum…
Günler günleri kovalayıp Ersever dosyasını kabarttıkça başka başka gerçeklerle karşılaşıyor, karşılaştıkça da olaylara yaklaşım şeklim değişiyor, değiştikçe de duygusal olmaktan hızla uzaklaşıyordum.
Bir gazeteci büyüğüm o dönemlerde hiç unutmadığım ve hayatımda hep yastık altı yaptığım bir cümle söylemişti. “Mesleğine ve hayatına bakışını, ilkelerini ve habercilik anlayışını boğuştuğun haberler arasında oluşturup öğreneceksin. Bu boğuşma kendi ilkelerini öğretecek sana. Hiç kaçma haberlerden, bolca dal içerisine, bili ufaklı ayırma ve her daldığında içerisinden kendin için doğru olanları al.” O gün bu gündür; bu İlkeler doğrultusunda doğrularımdan sapmadan ve kendimi hiçbir şey kargılığında satmadan habercilik yapmaya davam ediyorum ve edeceğim…
Dokuz yıl önce ilk baskısını çıkardığım “Cem Ersever ve JİTEM Gerçeği” ve “Kod Adı Yeşil” adlı kitaplarım bugüne kadar beşinci baskısını yaptı, Devamında da birçok haber dosyası çalışıp, bazılarım kitaplaştırarak sizlere sundum. Sunmaya da biraz önce belirttiğim anlayış doğrultusunda devam edeceğim…
“Cem Ersever ve JİTEM Gerçeği” ile “Kod Adı Yeşil” birbirini bütünler nitelikte olduklarından yeni baskılarında her İkisini bir kitapta toplamaya karar verdim. Ayrıca tekrar gözden geçirerek, konularıyla alakalı birçok yeni gelişmeyi ve güncel bilgileri dikkate alıp kitabı biraz daha güncelleştirdim. Bunu yaparken ilk baskılarındaki orjinal dokunun bozulmamasını! özellikle özen gösterdim
Gazeteci Yazar olarak birkaç hassas konunun altını kalıtı Çizgilerle çizerek siz sevgili okurlarıma kolay gelsin diyeceğim…
JİTEM, İstihbarat Teşkilatı, MİT gibi birçok özel haber alma ve istihbarat teşkilatı Türkiye’de olduğu gibi dünyanın bütün ülkelerinde sürekli gelişerek yüzyıllardır var olmuşlardır. Ve bundan sonra da ülkelerin istikrarı ve bütünlüğü, uluslararası denge ve gelişen dünya teknolojisi içinde terörizm gibi suçlarla mücadele için var olmaya devanı edeceklerdir.
Kişiler doğal olarak gidecek ve yenileri gelecek… Bu gidiş gelişler, o kuruluların varlığını koruma ve ülke menfaatlerini kollayabilme adına, aynı bayrağı elden ele zeval getirmeden teslim ötme a Kim ve gayretinde devam edecektir.
Gelelim on hassas noktamız olan Türk Silahlı Kuvvetlerine…
Yatağımızda onlar sayesinde korkusuz, onlar sayesinde huzurlu uyuyabiliyoruz. Bu nedenden dolayı da sürekli değişkenlik gösteren çağdan kopmadan ilerleyip, en demokratik siyasi geçişleri yaşıyoruz.
Diğer kitaplarımın önsözlerinde yazdığım bir cümleyi şimdi de ısrarla tekrarlayacağım. Pirinci doğru ayıklayalım, içerisinde birkaç çer çöp var diye bütününü atmayalım, çöpleri ayırıp sağlamlarını kullanalım.
Kişiler yüzünden, cehalet yüzünden bizim için vazgeçilemez olan kurumlarımıza zararlar vermeyi bırakmalıyız. Becerebiliyorsak ayıklamaları doğru yapıp, hassasiyetin bilincinde olarak bütüne zarar vermeyelim.
Biraz sonra okumaya başlayacağınız kitap; bu anlayış çerçevesinde, bahsi geçen hiçbir kurum zan altında bırakılmaksızın, sadece ve sadece suiistimalleri baz alarak yazılmıştır…
Bu ilkelere sadık kalmaya çalışarak yaptığım hiçbir çalışmamdan ötürü olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadığım gibi karşılaşacağıma da inanmıyorum. Özellikle önsöz yazımda bu hassasiyetin al t mı kalınca çizmemin sebeplerini umar mı açıkça anlatabilmişimde. Çünkü bu hassasiyetin aynı zamanda hepimizin hassasiyeti olduğuna inanıyorum,
O, bilip bilmeden, bu duyarlılıkları göz ardı ederek yalan yanlış suçladığımız paşaların varlığı ve dirayeti sayesinde birçok oyunlara maruz kalmamıza rağmen dimdik parçalanmadan ayaktayız.
Ve unutmayın ki bu vatanın birliği ve bütünlüğü içerisinde o Silahlı Kuvvetlerin üniforması altında bizim binlerce evladımız şehit oldu, sadece vatanın birlik ve bütünlüğü için.
Kolay gelsin…
GİRİŞ
Duygusuz değil belki ama d uyarsız la 5 tığımız kesin. Kozalar örmüşüz, kendi küçük dünyalarımızın çevresine. Ya da kozalar örülmüş, ördürülmüş. Hâlâ kuşatılıyor ömrümüz, hapsediliyor gündelik hesaplaşmaların çemberine…
Tüm ağırlığıyla binerken hayat omuzlarımıza, herkes kendi ferdi ağırlığını hafifletme ve başından defetme çabasında. Herkes yakınındakini sokan yılanın kendisine o an için dokunmadığının mutlu avuntusunda, tabii yılanın zehirli dişlerini kendi bedeninde hissedene dek!
Belki şu an bir hastane odasında yeni bîr can, annesinin bedeninden, İlk merhabasının çığlığını atıyor hayata… Ve belki kurşunlar vuruyor genç bir bedeni “bilmem hangi yüce değerler” adına yapılan kıyımda…
Bir bilim adamı hayatın bilinmezlerini zorluyor laboratuvarında… Belki bir sarhoş kusuyor sokak lâmbasının altında. Bir mahpus, bir acı daha düşüyor günlerin çentiğine. Nöbet yerindeki asker bir gün daha eksiltmenin yoğunluğunda.
Harlem’de bîr zenci bıçaklanıyor, bir kadın etini pazarlıyor otobanın kenarında, bir hastane odasında yeni bir sabahı gözlüyor umutsuz bir hasta… Birileri sevişiyor bedeni er indeki tuz birbirine karışarak… Ve birileri işkence tezgâhında savunuyor hayatı! Yaşamak adına inandığı değerleri..
Birileri şarkı söylüyor… İçiyor birileri.
Birileri ağlıyor; taze toprak kokusu ellerinde, karanfiller mezar üstünde!
Şu an tüm ağırlığı, tüm acıları, tüm coşkusu, renk ahengiyle ve tüm paradoksuyla sürüyor hayat…
Umut yüklü hayaller bile kuramaz hâldeyiz. Hani atalarımız demiş ya “Ölü toprağı serpilmiş üzerimize” diye, bir türlü atılmıyor, atamıyoruz bu toprağı üzerimizden ama atılması da gerekiyor. Neden mi? Gözümüzün alabildiği her şey bir neden, bîr mesele hâline gelmiş, Belki de artık elden ele bu güne kadar getirdiğimiz gelenek hâlini alan yapı, yirmi birinci yüzyılın eşiğinde bile hâlâ uzay çağma altığımız adımımıza alışmaya çalışırken, sinek pisliği olup mide bulandırmaya başlamış…
Çeteler devletleşirken, kocaman devlet bölünmeye çalışılıyor. Sanat, ağzı bir cümleyi biraz doğruca sarf edenlerin âdeta bit pazarına düşürdüğü bir kavram kıvamında. Ya devletimizin vekilleri… Şatolarında gününü gün ederken, ara sıra Meclis’e hır çıkarmaya gidip, dışarıya çıkmışken de sokaktaki insanların gönüllerini alıyor ve bolca, cumhur cemaat “hükümet, boz yap” oyunu oynuyorlar.
Halk öyle sabırlı, yüreği o kadar geniş ki, gık demeden herkesin doğruyu öğrenmesini bekliyor inatla. Ama gören göz kılavuza ihtiyaç duymaksızın, bu inadın tükenmek üzere olduğuna da hemen takılıyor.
Okumakta olduğunuz kitabımda asıl amacım, bu karmaşaların biraz altını çizmekti. Çünkü şahit olduğum birçok gerçek varken yıllarca basında ve kamuoyunda yazılıp çizilenler oldukça baştan savma, doğru bilgilendirmeden çok uzak ve yarattığı karmaşayla, kovana çomak sokarcasınaydı.
Hatta o kadar uzak ki;birileri ortaya çıkıyor, JİTEM yok diye bas bas bağırıyor fakat ne hikmetse elinde belge, doküman bulunan kişiler bir türlü bunları kullanmıyor, yayınlamıyordu. Çıkıp ortaya, “Evet kardeşim vardı, olmalıydı da… vatan millet bütünlüğünü korumak için. dünya ülkelerine karşı dimdik ayakta durmak için olması gereken her şey, tıpkı bugün gibi yarınlarda da olacak ve olmalı” demiyor ya da diyemiyordu…
Ben ise inatla ve sabırla; JİTEM’in ve beraberinde bugüne kadar karanlıkla kalmış, göremediğiniz gerçeklerin gördüğüm taraflarını sizlerle paylaşmak istedim. En büyük arzum; bu gerçekleri belgelerle kamuoyuna sunarak, bunu gerçekleştiremeyenlerin yüreğine su serpip, daha önceki yıllarda cesaretli ve yürekli gazetecilik yapıp, bedelini canlarıyla ödeyen birkaç değerli yazarın mezarlarındaki kemiklerinin birkaç dakika da olsa sızlamasını önlemekti.
Mesela Uğur Mumcu gibi.
Sistemin çarpıklığı ve yanlışlığı burada da vardı ve doğru, gerçek olan şeyler onun çarkından harmanlanarak ortaya çıkıyordu. Bir çete reisi yakalanıyor, yargıya intikal ediyor. Yargı cezasını veriyor ve cezaevine gönderiliyor. Kısa bir süre sonra çıkarılan bir aftan yararlanarak tahliye oluyor. Tahliye olan bu kişi yine kendi düzeninde at koşturmaya devam ederken yine basın aracılığı ile bu olay gündeme getiriliyor. Bunun üzerine yetkililer çok geçmeden bir açıklama yapmak zorunda kalıyor. Şahsın cezası yanlış hesaplanmıştır. Türk Adaleti, toplu katliamdan suçlu, birçok gasp ve cinayetten birinci dereceden zanlı olarak aranan ve yakalanmış olan bu kişiyi yanlışlıkla erken tahliye ediyor, sonra da ortaya çıkıp, çok rahat bir şekilde elimizle ortalığa saldık diyor. Olay bununla da kalmıyor. Aradan yine bir süre geçiyor, malum kişi yakalanıyor. Aynı gün Asayiş Şube Müdürlüğünden elini kolunu sallayarak çıkıp gidiyor.
Ve bir gün Susurluk kazasıyla gündeme geliyor. Çatlı ve Sedat Bucak’ın aracının arkasındaki arabada bulunan şahsın, firari olduğu ortaya çıkıyor. Hem de bir Mili el vekilinin, bir de devlet adına görev yapan Abdullah Çatlı’nın bulunduğu aracın hemen arkasında… Yine bütün gözler onun üzerinde. O ise kendisine tanınmış olan firar hayatının emirlerini yerine getirmeye çalışıyor. Defalarca havaalanından yurt dışına gidip geliyor, resmi görevlilerin gözünün önünden gelip geçiyor, ama kimse tanımıyor. Tabii o çok sıradan biri ya: nasıl tanısınlar.
Yd 1999, İstanbul’da bir evde müthiş bir operasyonla tekrar yakalanıyor, sanki tahliye edilircesine…
Aslında hepimizin çok iyi tanıdığı bir simaydı o,
Adı Haluk KIRCI.
Birkaç yılda bu çarpıklıkları anlatacak o kadar çok somut örnek birikti ki… sadece gözlerinizin görüyor olması yeterli!? I Son bir örnek daha vermek istiyorum. Yine çığlık çığlığa aranan bir şahsın. Mahmut YILDIRIM’ın kullandığı telefonun Susurluk kazasıyla birlikte ismi sıkça gündeme gelen Veli Küçük Paşa’ya ait olduğu, yine bu ülkenin istihbara! yetkililerinin açıklamasıyla ortaya çıktı.
Ya Türkiye’deki bu tablo Avrupa’dan nasıl görülüyordu.
Türkiye’de uyuşturucu trafiğinin, mafya ve bazı örgütlerin uluslararası şöhrete nasıl ulaştığının. Türkiye’den ziyade Avrupa’da çok ciddi bir kartelleşme içerisinde olduğunun ve tablonun dehşet verici boyutlarının, yabancı bir gazetecinin araştırmalarıyla, sandığımızın veya talimin ettiklerimizin çok ötesindeki gerçeklerine kapı açalım.
İspanyol gazeteci Alvaro Baoza kendisiyle yapılan bir röportajda araştırma ve tespitlerini şöyle dile getiriyordu;
“Türkiye üzerinden uyuşturucu trafiği konusunda araştırma yapan bîr Fransız gazeteci geçen yıl mayıs ayında İşkence edilerek öldürüldü. Ne yazık ki şu an Avrupa kartelleşen …
“Derin Devletin Şifreleri Cem Ersever Gerçeği ve Kod Adı Yeşil” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Aktüel Siyaset Siyasal Hayat
- Kitap AdıDerin Devletin Şifreleri Cem Ersever Gerçeği ve Kod Adı Yeşil
- Sayfa Sayısı200
- YazarÇetin Agaşe
- ISBN9944204781
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYakamoz Yayıncılık / 2008
beni devletin alabılecegı tek yer önerın gercı devlet ıstedıgınde benı bulur ama çalışmak ıstıyorum devlet adına…..