19. yy başlarında Londra’nın gözde bekârlarından olan bir dükle, anılarının altında ezilmiş bir kontesin hikâyesi…
Yaşlı kadın eteklerini bir o yana bir bu yana çekiştiriyor, yüzünü buruşturup duruyordu. Sence de biraz uzun değil mi? Bugün hava yağmurlu tatlım. Kirlenmelerini istemeyiz. Vivian gülümsedi fakat cevap vermedi. Şu anda endişelendiği son şey, çamurlu eteklerdi. Genç kadının içindeki deniz tamamen bir çamur kütlesine dönüşmüştü. Benliği çamura bulanmışken etekler kimin umurundaydı ki?
Susanne yavaşça kalktı ve Vivian’ın omzuna elini koyarken yüzüne anlayış dolu bir ifade yerleştirdi. “Endişelendiğini biliyorum.” dedi. Vivian aynadaki yansımasında onun gözlerine dikti gözlerini. Her gelin endişelenir.”
Önsöz
19. yy başlarında Londra’nın gözde bekarlarından olan bir dükle, anılarının altında ezilmiş bir kontesin hikayesi bu.
Ne yaşanılanlarla bir ilgim var ne karakterlerin benimle bir ilgisi. Ben karakterlerin her birinin ruh haline bürünüp yaşadım ama bu hikayeyi.
Vivian’ın karışık duyguları beni de geceler boyunca uykusuz bıraktı. Steven’ın gözleri benim gözlerim oldu. Susanne’nın verdiği öğütler aslında benimdi. Yaşanan ölümler, aşklar… Hepsi benim de içinde olduğum şeylerdi.
Ben bir hayatı aksetmeye çalıştım çünkü bu kitapta…
Gözlerde nasıl gözyaşları, dudaklarda nasıl tebessümler varsa bakışlarda da tutku var. İçimizde korku, ellerimizde ihtiyaç var. Hayatı da bu duygular oluşturuyor. Bu nedenle tüm bu duyguları yansıtmaya çalıştım her bir sayfada.
Düşüncelerim ilk eline aldığında kalemi kitap yazma amacıyla dokunmadı kağıda. Aksine kızgındı benliğim bana kirlettiğim için tertemiz sayfaları. Neredeyse iki yıl oluyor fakat daha dün gibi hatırlıyorum ilk kitabımı yazmaya başladığım geceyi; odama dolan rüzgar beni uyandırdığında düşündüğüm şey tenime dokunup geçen esintinin ne kadar soğuk olduğu olmamıştı. İzin vermiştim vücudumun düşen sıcaklıktan dolayı titremesine çünkü hissetmek istemiştim rüzgarın taşıdığı fısıltıları, duyguları, tanık olduğu felaketleri, şenlikleri paylaşmak istemiştim onunla.
Adını koyamadım bir türlü son noktayı koymama rağmen. Korktum sanırım oluşan şeyden. İki yılı aşkın bir süre boyunca herkesten ki buna ailem de dahil sakladım yazıyor olduğum gerçeğini, o bir türlü kitap diyemediğim kitabı. Kendimi hep hayalperest biri olarak görürdüm fakat yazarlıkla ilgili en ufak bir hayalim yoktu. değil hayal etmek, hayal etme eylemini gerçekleştirmek bile benim için hayaldi.
Nitekim hayallerimiz hatta hayal bile edemeyeceklerimiz hiç beklemediğimiz zamanlarda gerçekleşebiliyor. Hayat sürprizlerle dolu derler ya, evet gerçekten de öyleymiş.
Okumaktan zevk almanız ve yansıtmaya çalıştığım duyguları benimle paylaşmanız dileğiyle…
Giriş
Pek çoğumuz çoğu zaman gözyaşlarımızı içimize atmıyor muyuz?
Üzüldüğümüzü, hatta belki de kahrolduğumuzu fark ettirmemeye çalışıyoruz çevremize… Çoğunlukla da kendimize!
Zamanla içimize akan gözyaşları, hislerimizin yaşadığı kocaman bir deniz oluşturuyor içimizde. Uçsuz bucaksız, hislerle dolu bir deniz!
Bazen hissetmemiz gereken şeyleri bulamıyoruz o koca denizde. Bir köpek balığının, küçük bir balığı takip etmesi gibi biz de hislerimizin peşinden gidiyoruz. Orada olduklarını biliyoruz ama bulamıyoruz. Uçsuz bucaksız denizde hissetmemiz gereken şey yok. Sadece su. Gözlerimizin alabildiğine su var.
Bazen de bulmak istemiyoruz hissettiklerimizi, hissetmemiz gerekenleri. Korkuyoruz! Hissedebileceğimiz şeyler ürkütüyor bizleri. Kendimize hissetmememiz gerektiğini söylediğimiz şeyleri hissedebilecek olmaktan ürküyoruz. Hissetmek istemediğimizi söylediğimiz şeyleri hissediyor olduğumuzu fark etmek istemiyoruz. Kendimizi kandırdığımızı görmek istemiyoruz belki de.
Peki ya bir his ararken iki tane birden bulursak? İki farklı şey hissedersek aynı anda! İçimizdeki deniz ikiye bölünüp birbiriyle savaşmaya başlarsa! Büyük bir fırtına patlak verirse içimizde! Kafamızı karıştıran, durdurulması imkansız bir fırtına?
İki farklı düşünceyi, hissi savunan dalga birbiriyle çarpıştığında yaralıyor bizleri. İyileştirilmesi zor yaralar açıyor içimizde. Acıtıyor. Kanıyor.
Dayanmaya çalışıyoruz ama gittikçe daha da büyüyor yaralar. Durduramıyoruz. Daha çok yanıyor canımız.
Unutmaya çalışıyoruz ama olmuyor. Unutmak bile her şeyi düzeltmeye yetmiyor ki!
Bazen kendimiz bile kayboluyoruz. Boğuluyoruz. Çıkışı bulamıyoruz. Kapkara denizin içinde dibe çekiliyoruz yavaş yavaş. Etrafımızı bizi didikleyip bitiren, düşünceler, hisler sarıyor. Kurtulamıyoruz.
Tek çare içimizdeki savaşı bırakmak ve çekip gitmek mi öyleyse? Savaşan iki fikirden de ayrı bir karara varmak mı? Umursamamak mı savaşı? Ne kadar sürebilir bu sarhoşluk peki? Ne kadar süre geçtiğini düşünerek kendimizi avutabiliriz? Soru işaretlerini ne zaman silebiliriz?
Gerçek su yüzüne elbet çıkmayacak mı?
Peki ya tüm bu denizi karıştıran, fırtınayı çıkartan, bizi yaralayan şey bu fırtınayı dindirebiliyorsa? O içimizdeki karmaşayı durdurup, hissetmemiz gerekenleri gösteriyorsa bize? Aşk, nefret, ihtiras, sevinç, keder…
Kaçmaya çalıştığımız şeyin bizi iyileştirdiğini anlamamız için ne kadar zaman geçmesi gerekiyor peki?
Ona yaklaştığımız ilk seferde sarhoş olacağız. Denizdeki çalkantı duracak bir süreliğine. Tam bir boşluk olacak içimizde, sanki nihayet elde ettiğimiz şeyin sıcaklığıyla deniz ve içindeki her şey buhar olup uçmuş gibi. Hepsi bulut olmuş.
Sarhoşluğun etkileri gittiğinde anlayacağız bu boşluğu. Tahminler yürüteceğiz neler olduğuyla ve olabileceğiyle ilgili. O geldi ve her şey değişti işte. Karmaşayı o yarattı diye kaçmamızın yersiz olduğunu anlayacağız. Hatta… Hatta onun yokluğunda yine onun yarattığı bulutların ardına saklanan güneşin sıcaklığını arayacağız.
Peki sonra? Her şey burada bitecek mi yani? Bulutlu bir gökyüzü, olmayan sıcaklığın altındaki kuraklık, simsiyah, ürkütücü bir boşluk…
Su için, yağmur için dua mı edeceğiz o zaman? Başından beri yok etmeye çalıştığımız denizi geri mi istiyoruz şimdi de?
Mutluluk ve rahatlık bile bir yere kadar bizi tatmin ediyor. Yaralarımızı özlüyoruz. Uzun, soluksuz takipleri…
Ancak şimdi anlayabiliyoruz hissetmenin verdiği zevki. –Ya da hissettiğimiz şeyleri aramanın, duygu yoğunluğu yaşamanın zevkini mi desem?-
Acıyı, kederi, boşluğa tercih ediyoruz. Acılarımızı geri istiyoruz.
Peki sonra? Sonra ne olacak… Yine mi fırtına, yine mi duygu arayışı? Kısır bir döngü mü bu yoksa!
İçinde seni çağıran iki ses varsa, hangisini dinlemen gerektiğini nereden bileceksin ki? İkisi de sensin sonuçta. İkisi de senin seçimlerin aslında.
Hayat bitmeden deniz de akıp gitmeyecek.
Mutlu olduğumuzda biraz olsun buharlaşıyor deniz. Aradığımızı bulmak kolaylaşıyor. Üzüldüğümüzde ağladığımızda, gözyaşlarımız büyütüyor denizi. Fırtınayı güçlendiriyor. Her şeyi daha da çok karıştırıyor.
Bize sadece buna alışmak kalıyor öyleyse. Değişimlere, zaman zaman karşılaştığımız boşluklara, duygu yoğunluğuna, karışıklıklara alışmak tek yapabildiğimiz. Ayak uydurmak. Hatta sevmek! Yaşamayı sevmek yani!
Tüm bunları düşündüğümüzde peri masallarının ne kadar saçma olduğunu bir kere daha görüyoruz.
Mutlu sonlar hiçbir zaman olmadı ki zaten!
Tek yapabildiğimiz sona gelene kadar mutlu olmak!
Acıyı durduramıyoruz. Hislerimizi bulduğumuzda canımızın yanacağını biliyoruz ve belki de bilerek ve isteyerek bulmuyoruz onları. Gerçekler acıtıyor. Gerçekleri bilmek canımızı yakıyor. Yalanlar ise daha kötü! Bırakın hissedelim her şeyi. Yaşadığımızı hissedelim.
Ne hissedeceğimi düşünmek yok. Dedi Vivian kendi kendine Sadece istekler var.
Birinci Bölüm
Terrance şatosu, büyük bir yer olmasına rağmen oldukça sevimli ve bir o kadar da sıcak bir yerdi. Kontes Vivian Mattice Lawrence burayı ilk gördüğü an çocukken yaşadığı evine benzetmişti.
Kötü bir çocukluk yaşamasına rağmen çocukluğunu hatırlatan bir evde yaşama fikri ona olması gerektiği gibi ürkütücü gelmiyordu. Aksine bunu yapmak istiyordu. Böyle bir evde mutlu olunabileceğini kanıtlamak istiyordu kendine. Küçükken yaşadığı şeylerin etkisinden hala kurtulamamıştı etkisi büyük ölçüde azalmıştı ama hala yaşadıklarıyla ilgili rüyalar gördüğünden dolayı, soğuk terlerle, korku içinde uyandığı geceler oluyordu.
Küçük adımlarla ön kapıya yaklaştı. Onu gören yaşlı ve bir o kadar da iyi giyimli uşak görkemli kapıyı açtı onun için. Tıpkı düşündüğü gibi içerisi de evin dışı gibi rengarenk çiçeklerle doluydu. Annesi de çiçekleri çok severdi ve evlerinin içinde ve dışında her mevsim muhakkak türlü türlü çeşitlerde her tonda çiçekler bulundururdu.
Modern ve bir o kadar da pahalı olduğu belli olan mobilyalarla döşenmiş geniş holde yürümeye başladı. Ne kadar sessiz olmak istese de ayakkabıları sert zeminle buluştuğunda tok sesler çıkartıyordu. Eski evimin aksine diye düşündü. Belki de ayakkabıları ses çıkartsa o gece annesi ve babası onu duyup kavga etmeyi keserdi.
Sol tarafında büyük bir şöminenin olduğu geniş bir salon vardı. Şöminenin etrafındaki şarap rengindeki koltuklar ve aynı renk perdeler göz kamaştırıcı bir ahenkle odanın içine yerleştirilmişti. Sağ tarafındaki ilk kapıyı araladı ve içeriye girdi. Yemyeşil perdeler, koltuklar ve halılarla döşenmiş küçük ama gösterişli bir odaydı bu.
“Kahve odası ekselans.” Dedi uşak. Vivian’ın ardından sessizce yaklaşmıştı. “Ne?” diyebildi Vivian uşağa doğru dönerken.
“Burası hanımımın kahve odasıydı. Kahvesini her zaman burada içerdi” Dedi şatoyu satmak için görevlendirilmiş olan uşak. “Anlıyorum.” Diye cevap verebildi Vivian adama, düşüncelerini bölmüş olduğundan dolayı istemeyerek de olsa sert bir tonla.
“Hanımım bu odayı severdi ama en sevdiği oda bu değildi. Yukarıda kırmızı renklerin hâkim olduğu bir oda var, orada gününü kitap okuyarak geçirirdi. En sevdiği yer orasıydı. İsterseniz sizi oraya götürebilirim.” Diye cevap verdi adam Vivian’ın ses tonundan etkilenmemiş bir şekilde.
Vivian orayı da görmek için can atıyordu. Ama kitap okumayı sevmesine rağmen bu iş için fazla vakit ayıramıyordu bir türlü. “Hayır, kitap okumak için vaktim yok o odayı pek fazla kullanabileceğimi sanmıyorum. Çalışma odası ne tarafta?” diye cevaplandırdı adamı.
Kâhyayı takip ederken evin eski evine ne kadar da çok benzediğini tekrar gördü. Holün sonundaki büyük taş merdivenlerden yukarıya çıktıktan sonra hiçbir yere sapmadan biraz yürüdüler ve kâhya onun için büyük bir kapıyı açtı. İçerisi oldukça geniş ve aydınlıktı yerden tavana kadar olan pencereler odanın her yerini kaplıyordu. Sol tarafta büyük bir şömine vardı. Etrafındaki koltuklar da aşağıdakiler gibi şarap rengindeydi. Geniş odanın ortasında uzaktan oldukça kullanışlı gibi gözüken büyük bir çalışma masası vardı. Arkasında da kitaplarla dolu olan bir kitaplık yükseliyordu. Oldukça sade bir yer diye düşündü Vivian, tam istediği gibi; şimdiki evinin karmaşasından ve soğukluğundan uzak.
Eski evine benzemeyen tek yer burasıydı herhalde. Babası kasvetli bir adamdı ve bu kocaman pencereleri simsiyah, kalın perdelerle kapatırdı. Onları açmak istediğinde annesine ne kadar da çok bağırmıştı bir keresinde. Zaten bütün kavgaları böyle sebepsiz ve saçma şeylerden çıkardı. Elbisenin rengi, halının duruşu, bahçedeki çiçekler… Sadece o geceki kavga hepsinden farklıydı. Düşünceleri her zamanki gibi kontrol edilemez bir şekilde o güne kaydı.
O sabah diğer sabalardan pek de farklı değildi. Babası yine gece eve gelmemişti. Vivian annesi ve ağabeyine her sabah olduğu gibi o sabah da kahvaltıda eşlik ediyordu.
Annesi birkaç gündür Vivian’a piyano çalmayı öğretiyordu ve Vivian her şeyi olduğu gibi bunu da çok çabuk kavramış ve benimsemişti. Bu sabahki konuşmalarının temelinde de bu konu vardı.
Babasının yokluğuna alışmışlar ve bu sabah da diğer sabahlarda olduğu gibi ondan konu açmamışlar, masanın bir ucundaki sandalyenin boş oluşunu da yadırgamamışlardı.
Ailesi oldukça varlıklıydı. Babası işlerle pek ilgilenmiyor gibi gözükse de malvarlıklarını iyi idare ediyor ve arttırıyordu. Babası onunla ne kadar az zaman geçirmek isterse istesin –ki babası zaten metresinden başka kimseyle zaman geçirmezdi- ağabeyi George babasıyla zaman geçirmeye çalışıyor gelecekte onun olacak şeyler hakkında bilgi edinmeye çabalıyordu.
Annesinin bu durumdan ne kadar hoşnutsuz olduğunu görmek için kör olmak gerekirdi ki babası tam bir kördü. Serenity oldukça güzel bir kadındı. Kocasına, çocuklarına ve evine tam ve kırılamaz bir sadakatle bağlıydı. Kocasını ve çocuklarını her şeyin üstünde tutmaya çalışıyordu. Ama Mark, Serenity’yle hiç ilgilenmiyor. Gün içerisinde onu sadece 1 kere görüyor onda da çoğunlukla görmemezlikten geliyordu.
Tıpkı Vivian’a da yaptığı gibi. Tabi Vivian annesinin aksine buna alışmıştı. Çünkü kendini bildi bileli babası böyleydi. Ama Serenity için durum oldukça farklıydı. Bir zamanlar Mark onu sevmiş ve onu istemişti. George doğana kadar oldukça iyi bir kocaydı. Serenity’nin her istediğini yapıyor, zamanının çoğunu onunla geçiriyordu. Ama George doğduktan sonra Mark Serenity’den nedensiz yere birden uzaklaşmış, aralarında telafisi olmayan bir soğukluk oluşmaya başlamıştı. Serenity tüm bu olanlara rağmen konta hiçbir şekilde karşı gelemiyor ve bu durumdan mutsuz olduğunu söyleyemiyor, değişimin nedenini bir türlü sorgulayamıyordu.
Annesi babasının bir metresi olabileceğine imkan bile vermemişti. Çünkü Serenity Mark’ı elinden geldiğince mutlu etmeye çabalıyordu. Evlendiğinde mutlu edebiliyorken, şimdi Mark’ı mutlu edemediğini düşünemiyordu. Düşünmek dahi istemiyordu.
O değişmemişti. Hala aynı Serenity’ydi. Hala aynı kadındı. Bu nedenle bir metresin varlığını aklına dahi getirmiyordu. Tüm o duyduğu dedikoduları şiddetle yalanlıyor, ona Mark hakkında duyduklarını anlatanlara karşı kulaklarını tıkıyordu.
O gece her şeyin, tüm söylenenlerin gerçek olduğunu öğrenmişti. Serenity, kontun çalışma odasına kapıyı bile çalmadan girmişti. Bu davranış kontu daha ilk saniyeden köpürmesine yetmişti ve sert bir sesle karısına bağırmasına sebep olmuştu. Ama sinirden gözü dönen Serenity geri adım atmadı. Aksine daha da ileriye giderek, Mark’ın metresine almış olduğu yakut kolyenin hesabını sordu.
Onu o gece gittiği baloda görmüştü. O fahişe Serenity’nin onu görmesi için adeta bütün gece kadının etrafında dolanmış, imalarda bulunup durmuştu. Kentes önceden hiç bir şey anlamamıştı. Daha sonra pek çok kişinin bulunduğu bir konuşma sırasında, Serenity’yi görmezden gelen kadın yakut kolyenin Mark’ın hediyesi olduğundan ve birbirlerini ne kadar çok sevdiklerinden gururla bahsetmişti. Elbette kontesin bunu duyması için söylemişti. Serenity de bunu biliyordu ama konuşması bittikten sonra Serenity’nin orda olduğunu yeni anlamış gibi yapıp, acıyan gözlerle Serenity’ye bakması ve acıdığını belli eden bir ses tonuyla özür dilemesi tüm o söylediklerinden kat be kat kötüydü. Kontun Serenity için aldığı son güzel şeyse sıradan altın bir kolyeydi.
“Böyle bir şeyi nasıl yaparsın?” diye bağırmıştı annesi. O kadar sinirlenmişti ki kontun söylediği tüm o kötü sözlere, hakaretlere ve tehditlere rağmen geri adım atmamış bağırıp çağırmıştı. Bunca gürültünün arasında ne kontes ne de kont Vivian’ın hıçkırıklarını duymuştu.
Kont sinirlerine daha fazla hâkim olamayıp kontese tokat attığında tüm eve adeta bir ölüm sessizliği çökmüş ancak o zaman kontes kızının orada olduğunu fark edebilmişti. Serenity korkulu gözlerle dönüp kızının olduğu tarafa bakmıştı. Yemyeşil gözlerinden, korktuğu anlaşılıyordu ama kendi için değildi bu korku. Yalnızca çocukları için olan haklı bir korkuydu bu.
Kont kızının orada oluşuna hiç aldırmayıp kontese vurduğunda Vivian babasını oracıkta o güçsüz elleriyle boğmak istedi. Kontes oracıkta tokatın etkisiyle yere yığılmış yanağına elini koymuştu. Gözlerindeki korku gitgide büyüyordu. Lakin hala bu korkunun küçücük bir zerresi dahi kendisi için değildi. Endişelendiği tek şey çocuklarıydı.
Tam daha da kötüsü olamaz derken, kont çekmeceden silahını alıp büyümüş, yaşlı gözlerle Vivian’a bakmakta olan karısına doğrulttu silahı. “Bana öyle seni öldürecekmişim gibi bakma…” diye gürledi. “Bizi o öldürdü!” Şimdi parmağını Vivian’a doğrultmuştu babası.
“Bizi sen öldürdün!” şimdi silah Vivian’a doğrultulmuştu. Vivian annesinin yüz ifadesini, gözlerindeki korkuyu, öfkeyi, acıyı… Kurşunun önüne atlarken söylediği sözü asla unutmayacaktı. Hayır! Feryadını asla unutmayacaktı annesinin. Hayır!
O anda hissetti şeyi tekrar hissediyordu. O geceyi tekrar yaşıyordu. Annesi ellerinden kayıp giderken, duyduğu nefreti ve üzüntüyü içinde tekrar duyumsuyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDenizin Külleri
- Sayfa Sayısı348
- YazarGizem Kayahan
- ISBN6054516872
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSokak Kitapları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Koza ~ Hatice Kesgin
Koza
Hatice Kesgin
15. yüzyılda yaşamış, unutulmuş bir esrar yumağıymış Firdevsî-ITavîl. Arzın ve semanın dilini çözmüş, havas ilminin, tiryakların ve tılsımların sahibiymiş efsanevi Davetnome’n’m müellifi… Adem’in yüzüne...
- Yaban ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup KAdri Karaosmanoğlu,...
- Lâle Zamanında İsyan (Vaka-i Patrona Halil) ~ Ahmet Aziz
Lâle Zamanında İsyan (Vaka-i Patrona Halil)
Ahmet Aziz
“(…) Ahmet Aziz’i ‘Aşkale Yolcusu Kalmasın’la tanıdık. Bu defa ‘Lale Zamanında İsyan – Vak’a-i Patrona Halil’ini okuduk. Gerçeklerin bu dille ortaya konması, okutma adına...