Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Denizin Altına Düşen Kız
Denizin Altına Düşen Kız

Denizin Altına Düşen Kız

Axie Oh

Nesillerdir Mina’nın köyü ölümcül fırtınalarla yerle bir oluyordu. Seller evleri yutuyor, geriye az biraz kalan kaynaklar uğruna kanlı savaşlar veriliyordu. Bir zamanlar biricik koruyucuları…

Nesillerdir Mina’nın köyü ölümcül fırtınalarla yerle bir oluyordu. Seller evleri yutuyor, geriye az biraz kalan kaynaklar uğruna kanlı savaşlar veriliyordu. Bir zamanlar biricik koruyucuları olan Deniz Tanrısı şimdi üzerlerine felaket yağdırıyordu. Halk ise tanrılarının öfkesini yatıştırmak için, her yıl onun gelini olmaya layık bulunan bir kızı denize atıyordu.

Çoğu kişi Shim Cheong’un dillere destan güzelliğiyle bu laneti sonlandırabilecek “gerçek gelin” olduğunu düşünüyordu. Ancak onun kalbi Mina’nın abisindeydi. Ritüeli bozmak üzerelerken Mina ikisini de kurtarmak için Cheong yerine denize atlayacak ve kendini Tayflar Âlemi’nde bulacaktı.

Orada Shin adlı gizemli bir adamın yardımıyla, bir lanete mahkûm olan Deniz Tanrısı’nı uyandırıp köyünü kurtarmaya çalışacaktı. Ancak Tayflar Âlemi’ndeki bir insan olarak fazla zamanı yoktu ve düşmanları çoktu.

1

Halkımın efsaneleri, Deniz Tanrısı’nın doymak bilmez gazabını ancak doğru gelinin dindirebileceğini söylerdi. Doğu Denizi’nden uhrevi fırtınalar estiğinde, şimşekler gökyüzünü yırttığında ve sular kıyıyı parçaladığında bir gelin seçilir ve Deniz Tanrısı’na verilirdi.Ya da kurban edilirdi. İnancınızın ölçüsüne göre değişirdi bu. Her yıl fırtınalar kopar ve her yıl bir kız denize götürülürdü. Acaba Shim Cheong da Deniz Tanrısı’nın gelini efsanesine inanıyor mudur diye düşünmeden edemedim. Sonuyla buluşmadan önce bunun onu rahatlatıp rahatlatmadığını. Ya da belki bunu bir başlangıç olarak görüyordu. Kaderin sapabileceği pek çok patika vardı sonuçta. Mesela benim kendi yolum vardı: Önümde somut bir şekilde uzanan, suyla kaplı çeltik tarlalarına doğru daralarak uzayıp giden yol.

Bu yolda ilerlersem eninde sonunda beni sahile ulaştıracaktı. Arkamı dönersem, yol beni köye geri götürecekti. Hangi kader bana aitti? Hangi kadere sıkı sıkı tutunacaktım iki elimle? Seçme şansı olsaydı bile o seçimi aslında ben yapmayacaktım. Çünkü bir yanım, ağır basan bir yanım evimin güvenli ortamını arzuladığı hâlde kalbimin çekimi çok daha güçlüydü. Beni açıkdenizlere ve kaderin de ötesinde sevdiğim tek insana doğru çekiştiriyordu Abim Joon. Şimşekler fırtına bulutlarının arasında yol yol parlıyor, kararmış gökyüzünü paramparça ediyordu. Yarım saniye sonra çeltik tarlalarının üzerinde gök gürledi.

Yol, çamurun kumla birleştiği yerde sona erdi. Sırılsıklam olmuş sandaletlerimi çıkarıp omzuma astım. Sağanak yağmurun altında bir teknenin dalgaların üzerinde savrulup salındığını gördüm. Tek bir direği olan, en fazla sekiz kadar erkek –ve bir Deniz Tanrısı gelini– taşımaya yetecek küçük, oyuk bir tekne. Kıyıyla mesafesi çoktan açılmıştı, hâlâ da uzaklaşmaya devam ediyordu. Yağmurdan sırılsıklam olmuş eteğimi kaldırarak öfkeli denize doğru koştum. İlk dalgaya çarptığım anda tekneden gelen bir bağırtı duydum. Hemen aşağı çekildim. Dondurucu sular soluğumu kesti. Suyun altında debelendim, bütün gücümle sola, ardından da sağa döndüm. Ağzımı yüzeyin üstünde tutmak için mücadele ettim ama dalgalar hem üzerimi sarıyor hem içime doluyordu. Kötü bir yüzücü değildim ama çok güçlü bir yüzücü olduğum da söylenemezdi ve yüzmek, o tekneye canlı olarak ulaşmak için mücadele etsem de çok zordu. Yeterli olmayabilirdi. Keşke bu kadar canımı yakmasaydı; dalgalar, tuz, deniz. “Mina!” Güçlü eller kollarımın etrafını sarıp beni sudan çıkardı. Teknenin alçalıp yükselen güvertesine çekildim sertçe. Abim karşımda dikiliyordu, o tanıdık çehresi asıktı. “Ne geçiyordu aklından?” diye bağırdı Joon uğuldayan rüzgârı bastırarak. “Boğulabilirdin!” Tekneye koca bir dalga çarpınca dengemi kaybettim.

Joon denize düşmemem için beni bileğimden yakaladı. “Seni takip ettim!” diye bağırdım aynı onun gibi yüksek sesle. “Burada olmaman gerekiyordu. Savaşçıların Deniz Tanrısı’nın gelinine eşlik etmemesi gerekiyor.” Abime, onun yağmurla ıslanmış yüzündeki meydan okuyan ifadeye bakınca gözyaşlarına boğulasım geldi. Onu kıyıya sürüklemek ve bir daha arkama bakmamak istiyordum. Hayatını nasıl böyle riske atabilirdi? “Tanrı senin varlığını fark ederse öldürülebilirsin!” Joon irkildi, gözleri teknenin pruvasına kaydı. İnce bir figür dikiliyordu orada, rüzgârda saçları sertçe uçuşan biri. Shim Cheong. “Anlamıyorsun,” dedi Joon. “Yapamazdım… Bununla tek başına yüzleşmesine izin veremezdim.” Sesinin çatlaması, başından beri şüphelendiğim, doğru olmadığını umduğum şeyi teyit ediyordu. Sessizce bir küfür savurdum ama Joon fark etmedi. Bütün varlığıyla ona odaklanmıştı. Yaşlılar, Shim Cheong’un Deniz Tanrısı’nın son gelini olması için Yaradılış Tanrıçası tarafından şekillendirildiğini söylüyordu. Tanrı’nın tüm acılarını dindirecek ve krallığı yeni bir barış çağına götürecek kişi olduğunu. En saf incilerden dövülmüş bir teni vardı.

Saçları gecenin karanlığından dikilmiş gibiydi. Dudakları insan kanıyla renklendirilmişti. Bu son detay gerçekten ziyade acı olabilirdi gerçi. Shim Cheong’u ilk görüşümü hatırlıyordum. Nehrin kenarında Joon’la dikiliyorduk. Dört yaz önceki kâğıttan gemi festivali gecesiydi. Ben on iki yaşındaydım, Joon on dört.

Deniz kenarındaki köylerde kâğıt parçalarının üzerine dilek yazıp sonra da onları özenle katlayarak gemi yapıp nehre bırakmak bir gelenekti. İnanışa göre kâğıttan gemiler dileklerimizi Tayflar Âlemi’ndeki ölmüş atalarımıza taşıyacak, böylece onlar da küçük tanrılarla hayallerimizi ve isteklerimizi gerçekleştirmek için pazarlık yapabileceklerdi. “Shim Cheong köydeki en güzel kız olabilir ama yüzü bir lanet.” Joon’un sesini duyunca başımı kaldırıp onun bakışlarını takip etmiştim; nehrin üstünden geçen, tam ortasında bir kızın durduğu köprüye bakıyordu. Yüzü ay ışığıyla aydınlanan Shim Cheong sıradan bir kızdan ziyade tanrıçaya benziyordu. Kendi kâğıttan gemisi elindeydi.

Açık avucundan suya düşmüştü. Nehir boyunca sürüklenişini izlerken bu kadar güzel birinin ne dilemiş olabileceğini merak etmiştim.O zamanlar Shim Cheong’un yazgısının çoktan belirlendiğini, Deniz Tanrısı’nın gelini olacağını bilmiyordum. Şimdi iliklerime işleyen gök gürültüleri eşliğinde yağan yağmurun altında teknede dikilirken erkeklerin ondan nasıl da uzak durduğunu fark ettim. Sanki çoktan kurban edilmiş, bu dünyaya ait olmayan güzelliği onu geri kalanımızdan ayırmış gibi. O, Deniz Tanrısı’na aitti. Bütün köy başından beri, kız olgunlaştığından beri biliyordu bunu. İnsanın kaderi bir günde mi değişir diye düşündüm.

Yoksa yaşamınızın sizden çalınması daha mı uzun sürerdi? Joon’un kızdaki bu yalnızlığı sezip sezmediğini merak ediyordum. Çünkü Shim Cheong on ikisine bastığından beri Deniz Tanrısı’na aitti ve herkes onu günün birinde gidecek biri olarak görse de Joon, kalmasını isteyen tek kişiydi. “Mina.” Joon kolumu çekiştirdi. “Saklanman gerek.” Joon’un kaygıyla çıplak güvertede kendimi gizleyebileceğim bir yer arayışını izledim. Deniz Tanrısı’nın üç kuralından birini ihlal etmiş olmayı umursamıyor olabilirdi ama benim için endişeleniyordu. Kurallar basitti: Savaşçı yok. Deniz Tanrısı’nın gelini dışında kadın yok. Silah yok. Joon bu gece buraya gelerek ilk kuralı ihlal etmişti. Ben de ikinciyi.

Ve üçüncüyü. Ellerim kısa ceketimin altında gizlenmiş bıçağın etrafını sardı. Bir zamanlar büyük büyük büyükanneme ait olan bıçağın. Tekne fırtınanın merkezine ulaşmış olmalıydı zira rüzgârın uğultusu kesildi, dalgalar artık güverteye vurmuyordu ve hatta yağmur bile o amansız darbelerini hafifletmişti. Her taraf karanlıktı, bulutlar ay ışığını örtüyordu. Şimşek çaktı ve o aydınlıkta onu gördüm. Balıkçılar da gördü, gece çığlıklarını yuttu. Teknenin altında kocaman, gümüş-mavi bir ejderha hareket ediyordu.

Yılanı andıran gövdesi teknenin etrafını sardı, pullu sırtının çıkıntıları suyun yüzeyini yardı. Şimşeğin aydınlığı dağıldı. Bir kez daha karanlık çöktü, duyulan tek ses dalgaların sonsuz döngüsüydü. Karşımıza çıkabilecek korkunç felaketleri düşünürken ürperdim: boğulmak ya da Deniz Tanrısı’nın hizmetkârı tarafından yutulmak. Ejderha, gövdesine doğru kayarken tekne inledi. Amacı neydi bunun? Bu korkunç hizmetkârını gönderirken Deniz Tanrısı’nın aklından ne geçiyordu? Gelininin cesaretini mi sınıyordu? Öfkemin korkumu büyük oranda dağıttığını fark edince gözlerimi kırpıştırdım. Bakışlarım tekneye kaydı. Shim Cheong hâlâ pruvada dikiliyordu ama artık tek başına değildi. “Joon!” diye bağırdım, kalbim çıkacak gibiydi.

Joon, Shim Cheong’un elini aniden bırakarak başını benim bulunduğum tarafa çevirdi. Arkalarında ejderha sessizce sudan çıktı, uzun boynu göğe yükseldi. O koyu mavi pullarından deniz suyu saçılıyor, demir paralar gibi teknenin güvertesine damlıyordu. Siyah, dipsiz gözleri Shim Cheong’a kilitlenmişti. Bu an o andı. Ne olması gerektiğini bilmiyordum ama bu hepimizin beklediği andı; Shim Cheong’un yaşamak için fazla güzel olduğunu öğrendiği günden beri beklediği an. Her şeyini kaybettiği an. En beteri de sevdiği çocuğu.

İşte tam o an, Shim Cheong tereddüt etti. Bakışlarını ejderhadan kaçırdı, gözleri Joon’unkileri buldu. Ona daha önce hiç görmediğim bir duyguyla bakıyordu; acı, korku ve kalbimi paramparça eden çaresiz bir özlemle. Joon boğuk bir ses çıkardı, kıza doğru bir adım attı, sonra bir adım daha… Kızın tam dibinde durana kadar ilerleyip ellerini onu korumak ister gibi iki yana açtı. Bunu yaptığı anda da kaderini mühürledi. Ejderha bu asiliğin den sonra onu kesinlikle bırakmazdı. Devasa yaratık, korkularımı kanıtlamak ister gibi kulakları sağır eden bir gürleme koyuvererek kalan kim varsa dizlerinin üzerine çökmelerine neden oldu. Joon dışında. Sanki aşkını tek başına Deniz Tanrısı’nın gazabından koruyabilecekmiş gibi öylece dikilen o öfkeli, inatçı, aptal abim dışında.

İçimde katlanılması güç bir öfke kabardı, midemden başlayıp yukarı doğru tırmanarak beni boğdu. Tanrılar dileklerimizi yerine getirmemeyi seçmişti. Kâğıttan gemi festivalindeki dileklerimizin yanı sıra her gün dilediğimiz küçük şeyleri de. Barış, bereket, sevgi. Tanrılar bizi terk etmişti. Tanrıların tanrısı, Deniz Tanrısı onu seven insanlardan bir şeyler almak istiyordu. Durmadan alıyor ama hiçbir şey vermiyordu. Tanrılar dileklerimizi yerine getirmemiş olabilirdi. Ama ben yapabilirdim. Joon için. Onun dileğini gerçekleştirebilirdim. Teknenin pruvasına doğru koşarak kenarına sıçradım.

“Onun yerine beni al!” Bıçağımı çıkarıp avucuma derin bir kesik açtım, sonra elimi başımın üzerine kaldırdım. “Deniz Tanrısı’nın gelini ben olacağım. Ömrümü ona adıyorum!” Sözlerim ejderha tarafından mutlak bir hareketsizlikle karşılandı. O anda her şeyden şüphe ettim. Deniz Tanrısı, Shim Cheong yerine neden beni alacaktı ki? Onun güzelliği yahut zarafeti yoktu bende.

Sadece inatçı bir iradem vardı, ki büyükannem hep bunun günün birinde benim lanetim olacağını söylerdi. Ama sonra ejderha başını eğdi, siyah gözlerinden birinin ta içine bakabilmem için hafifçe yana döndü. Deniz kadar derin ve sonsuzdu. “Lütfen,” diye fısıldadım. Kendimi güzel hissetmiyordum o an. Pek cesur hissettiğim de söylenemezdi, ellerim titriyordu. Ama göğsümün içinde hiç kimsenin, hiçbir şeyin benden alamayacağı bir sıcaklık vardı. Tutunduğum güç oydu işte. Çünkü korksam bile biliyordum ki bunu ben seçmiştim.

Kendi kaderimi kendim çizmiştim. “Mina!” diye haykırdı abim. “Hayır!” Ejderhanın bedeni suyun dışına doğru yükseldi, o devasa cüssesinin bir kısmını abimle aramıza sokarak bizi birbirimizden ayırdı. Sessizlikte ejderha tarafından tamamen sarılmışken tereddütlüydüm; ne kadarını anlayabildiğini merak ediyordum. Doğru sözcüklere tutundum. Gerçeğe. Nefes aldım, çenemi kaldırdım. “Deniz Tanrısı’nın gelini benim.” Ejderha bedenini tekneden uzaklaştırarak çalkalanan suda bir açıklığı ortaya çıkardı. Arkama bile bakmadan denize atladım.

2

Ben batarken dalgaların gümbürtüsü aniden kesildi ve her şey sustu. Üzerimde ve etrafımda ejderhanın uzun, eğri büğrü bedeni dönerek büyük bir girdap oluşturdu. Birlikte denizin derinliklerine düşmeye başladık. Tuhaftır, nefes alma dürtüsü duymadım hiç. Düşüşüm neredeyse… sakindi. Huzurlu. Ejderhanın işi olmalıydı bu. Boğulmayayım diye büyüsünü kullanıyordu muhakkak. Boğazım sıkıştı ve kalbim rahatlama hissiyle gümbürdedi. Benden önceki tüm o gelinler ölmemişti demek.

Karanlığa doğru battık, ta ki tepemdeki deniz gökyüzüne ve biz  ejderha ve ben  kayan yıldızlara dönüşene dek. Ejderha daha yakınımda daireler çizmeye başladı ve giderek sıkılaşan sarmalların arasından düşük gözlerinden birini gördüm, hafif açılarak ışıltılı bir gece yarısı birikintisini açığa çıkardı. Zaman yavaşladı. Dünya durdu. Elimi uzattım. Açık yaradan çıkan kan damlaları aramızdaki boşlukta mücevherler gibi dizildi. Ejderha tek bir kez gözlerini kırptı. Altımda bir yarık açıldı. Oradan karanlığa düştüm.

Büyükannem sık sık bana gökle yer arasında bulunan ve her çeşit mucizevi varlıkla –tanrılar, ruhlar ve efsanevi yaratıklarla dolu olan Tayflar Âlemi’yle ilgili hikâyeler anlatırdı. Büyükannem, ona bu hikâyeleri anlatanın kendi büyükannesi olduğunu söylerdi. Ne de olsa tüm masalcılar büyükanne değildir ama tüm büyükanneler masalcıdır. Büyükannemle ikimiz katlanmış bir bambu hasırın iki ucundan tutar, çeltik tarlalarının arasından kısa bir yürüyüşle sahile giderdik.

Hasırı çakıllı kumların üzerine serip yan yana oturur, kol kola girer, ayak parmaklarımızı serin suya sokardık. Denizin sabahın erken saatlerinde nasıl göründüğünü hatırlıyordum. Güneş ufuktan başını yeni uzatmış olur ve suyun üzerinde altın sarısı bir patika oluştururdu. Okyanus havası, tuzlu öpücükler gibi yüzümüzü nemlendirirdi. Büyükanneme iyice sokulur, onun o değişmez sıcaklığının tadını çıkarırdım.

Her seferinde önce başı ve sonu olan hikâyelerle başlardı fakat sabahın o ilk turuncu ve pembe tonları yerini öğleden sonranın capcanlı mavisine bırakırken cümleleri dağılmaya yüz tutardı, sesi ise yatıştırıcı bir ezgi gibiydi. “Tayflar Âlemi çok büyük, büyülü bir yerdir ancak mucizelerinin en büyüğü Deniz Tanrısı’nın şehridir. Kimileri Deniz Tanrısı’nın çok yaşlı bir adam olduğunu söyler. Kimileri de olgunluk dönemindeki bir adam olduğunu söyler; ağaç kadar uzun bir boyu ve kayrak taşı gibi simsiyah bir sakalı olduğunu. Bir kısım insan da onun ejderhanın ta kendisi olabileceğine, rüzgârdan ve sudan yapılma olduğuna inanır.

Ancak Deniz Tanrısı hangi formu alırsa alsın, âlemin tanrıları ve ruhları ona itaat eder, zira o tanrıların tanrısı ve hepsinin hükümdarıdır.” Hayatım boyunca hep tanrılarla kuşatılmış olarak yaşadım. Binlercesi vardı  köyümüzün meydanındaki kuyunun, vıraklayan kurbağalar üzerinden şarkı söyleyen tanrısı; ay doğarken batıdan esen rüzgârın tanrıçası; bahçemizdeki pınarın tanrısı, ki Joon’la ikimiz bu tanrıya çamurdan kekler ve nilüferden turtalarla adaklar sunardık. Dünya küçük tanrılarla doluydu çünkü doğanın her bir parçasının onu gözeten ve kollayan bir koruyucusu vardı.

Denizden sert bir meltem esmişti. Büyükannem kararan göğe uçmasın diye elini kaldırıp hasır şapkasını tutmuştu. Günün hâlâ nispeten erken saatleri olmasına rağmen yağmur yüklü bulutlar tepemizde toplanmıştı. “Büyükanne,” diye sormuştum, “Deniz Tanrısı’nı diğer tanrılardan daha güçlü kılan ne?” “Denizimiz onun vücut bulmuş hâlidir,” demişti. “O denizin ta kendisidir. O güçlü, çünkü deniz güçlüdür. Denizin güçlü olmasının sebebi de…” “Onun güçlü olmasıdır,” diye tamamlamıştım sözünü. Büyükannem döngüsel cümleler kurmaktan hoşlanırdı.

Gök gürültüsünün o kısık iniltisi bütün semaya yayılmıştı. Ayağımızın altındaki çakıllar suya kapılmış ve dalgayla birlikte uzaklaşmıştı. Ufkun ötesinde fırtına toplanıyordu. Toz bulutları ve buz kristalleri bir karanlık girdabı içinde döne döne yükseliyordu. Nefesim kesilmişti. Bir beklenti ruhumu yalayıp geçmişti. “Bu başlangıç,” demişti büyükannem. Apar topar kalkmış ve bambu hasırı yuvarlamış, sonra sahille köyü ayıran kum tepelerine doğru hızlı hızlı yürümüştük. Kumda kaymıştım ama büyükannem elimi tutarak dengemi sağlamıştı. Tepeye vardığımızda son bir kez geri bakmıştım.

Deniz gölgede kalmıştı. Tepedeki bulutlar güneşin ışığını örtmüştü. Başka bir dünyaya aitmiş gibi görünüyordu, sabahki denizden o kadar farklıydı ki daha biraz önce kıyısında oturmama rağmen birden feci hâlde özlemiştim orayı. Sonraki birkaç hafta boyunca fırtınalar gitgide şiddetlenmiş, dalgalar tarafından yutulmadan kıyıya yaklaşmak bile imkânsız hâle gelmişti. Sabaha kadar kontrolsüz bir öfke hâkim gelirdi dalgalara, sabah da tepedeki bulutlar hafifçe, ancak küçücük bir günışığının geçebileceği kadar aralanırdı. Bir gelin kurban etme vaktinin geldiğine delaletti bu.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Tereza Batista – Savaş Yorgunu ~ Jorge AmadoTereza Batista – Savaş Yorgunu

    Tereza Batista – Savaş Yorgunu

    Jorge Amado

    Brezilya sözlü kültürünü çağdaş romanın anlatım olanaklarıyla buluşturan Tereza Batista modernist romanın en etkileyici örneklerinden biri. Henüz 12 yaşında cinsel istismara uğrayan Tereza Batista,...

  2. Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları ~ Mavisel YenerGizli Geçitleri Bulmanın Yolları

    Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları

    Mavisel Yener

    olunay Masalcıları’nın izinde, “Mavi Zamanlar” efsanesine geri dönüş… Mavisel Yener, Tudem Edebiyat Birincilik Ödüllü romanı Mavi Zamanlar’ın okurla buluşmasının 20. yıl dönümünü, Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları isimli...

  3. Hırsız ve Köpekler ~ Necip MahfuzHırsız ve Köpekler

    Hırsız ve Köpekler

    Necip Mahfuz

    Hırsız ve Köpekler en yakınlarının ihanetine uğrayıp hapse düşmüş Said’in intikam hayalleriyle hapisten çıkışının hikâyesi. Kendisini ele veren karısını ve âşığını öldürmek, kızı Sena’yı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur