Nevada şehrinin hatırlamadığım bir kıyısında, hiç sıkılmadan iki saat konuşarak yalan söylediğim bir kadın var. Bunu özür dilemek gibi bir niyetle anlatmıyorum, aksine ben burada kendimi anlatmaya çalışıyorum. Adım ve şimdi
nerede olduğunu bilmediğim o kadın, tesadüfen bu satırlarımı okursa bana yazacağım umuyorum.
1892 yazının panayır günlerinde Reno’daydım. Topluluklar halinde yaşayan bir sürü aç serseri yetmezmiş gibi, kent çapulcu takımları tarafından da adeta yağmalanıyordu. Kapılarına dayandıkları ev sahipleri, tek çare olarak düşündükleri tek şeyi yapıyor, artık onlara hiçbir biçimde karşılık vermiyorlardı.
Açlıktan ölmek üzereydim! Ve yiyecek bir şey uzatmak ya da bir sent vermek için açılan her kapıya diğerleri kadar hızla atılıyordum.
O günlerde her şey öylesine ters gidiyordu ki, bir gün tam tren kalkmak üzereyken gardaki görevliyi atlatıp zengin biri için ayrılmış bir kompartımana daldım. Beni engellemeye çalışan görevliyi aşıp kararlı bir tavırla zengin olan adama yaklaştım. Tam görevli üzerime çullanacaktı ki edepli bir biçimde milyonere:
“Yiyecek almak için bana bir çeyrek verin lütfen!” diye haykırdım.
Ve gerçekten adam elini cebine görürdü ve bana… tas tamam., bir çeyrek uzattı. Talebim onu o kadar şaşırtmıştı ki, tıpkı bir robot gibi dediğimi yaptı, işte o zamandan beri neden sanki bir dolar istemedim ki, diye hayıflanmışımdır hep. Çünkü eminim ki isteseydim verecekti.
Kompartımandan indiğimde sahanlıkta bekleyen gar görevlisi yüzümün ortasına bir tekme atmak istedi ama ıskaladı. Amacıma ulaşmıştım!
Reno’daki kadına gelince. Panayırın sona ereceği gece şehirden geçiyordum. At yarışına katılmıştım; öğleden beri hiçbir şey yemediğim için de açlıktan ölüyordum. Üstüne üstlük o gün, şehri benim gibi açlıktan ölenlerden kurtarmak amacıyla bir Kamu Güvenliği Komitesi oluşturulmuştu.
Akrep Jean, aylak aylak dolaşan kardeşlerimden bazılarını toplanmıştı. Kaliforniya’nın güneşli vadileri, Sierras’ın karlı tepelerinin ardından beni çağırıyordu sanki… Pabuçlarımı Reno’nun tozundan kurtarmak için iki sorunu halletmem gerekiyordu: Önce biraz yiyecek bir şeyler bulmak, sonra da gece Batı’ya giden posta trenini yakalamak. Bütün bir gece boş mideyle göğe kadar yükselen dağların ve tünellerin arasından son hızla giden bir trenin dışında yolculuk yapmak genç yaşıma karşın beni düşündürüyordu.
Gel gelelim yiyecek bir şeyler bulmak olanaksız gibiydi. Yardım istediğim kapılarda ya yardım isteklerim geri çevrilmişti ya da hareketlerle verilen yanıtlarda da bana tutukevinin yolu gösterilmişti. Çaresiz aynı gece Batı’ya girmeye karar verdim. Yersiz yurtsuz açılan soruşturan yapan Akrep Jean’ın gücü, şehrin her yarımda etkisini gösteriyordu.
Bazıları, benim edepli ve mütevazı isteklerimi kapıyı yüzüme çarparak kısa kesmememi sağladılar. Bazıları da kapıyı hiç açmadılar. Çaldığım bir kapının üstünde camlı bir balkon vardı. İçeridekiler beni görmek için pencereye geldiler.
Hatta, evin iri yarı oğlunu, yiyecek hiçbir şeyi olmadığı için kapılarına gelen bir serseriyi görsün diye omuzlarına aldılar.
Tek çare kalmıştı; en acı ama zorunluluk yüzünden başvurulan yolu deneyecek, yoksullara gidecektim. O insanlara her zaman güvenilebilirdi.
Yoksullar dilencileri hiçbir zaman geri çevirmezlerdi. Birleşik Devletlerde, tepelere kurulmuş pek çok evde benden bir lokma ekmek esirgenmişti. Ama, kırış kırış olmuş yüzüyle yorgun görünen, ağır yaşam koşullarından ötürü çökmüş bir annenin yaşadığı, kırık kiremitlerin paçavralarla tıkandığı, bir derenin ya da bataklığın kıyısındaki küçücük kulübelerde her zaman ekmek verilirdi. Siz, yardımseverlik adına nutuklar atanlar, yoksullardan örnek almalısınız. Bu erdemli davranışı yalnızca onlar gösterir çünkü! Ellerinde fazlası olmadığı için onlar kendilerine gereksiz olanı vermez. Hatta, kimi zaman kendilerine gerekli olanı bile seve seve paylaşırlar. Bir köpeğe kemik atmak yardımseverlik değildir. Asıl yardımseverlik, en az köpek kadar aç olduğun bir zamanda o kemiği onunla paylaşmaktır.
O gece, yemek odasının pencereleri camlı taraçaya açılan bir villadan kovuldum. Açık kapının önünde duruyordum; kocaman etli böreği midesine indiren adam bir yandan benimle konuşurken bir yandan da yemeye devam ediyordu. Çok keyifliydi ama kendisi kadar varsıl olmayan hemcinslerine karşı duyduğu öfke de çok belirgindi.
Daha fazla konuşmama izin vermeyerek sözümü kesti:
-Hiç çalışmak ister gibi bir haliniz yok sizin!
Söyleyebileceğim hiçbir şey olmadığına göre, bu en azından çok yersiz bir yargıydı. Yalnızca yiyecek bir şeyler istiyordum ben ve aynı gece Batı trenine binmeyi düşünüyordum. Çalışmayı değil.
Fırsat verilse de çalışmazsınız siz! dedi, öfkeli bir sesle. Bakışlarımı, karısının sıkılmış gibi görünen yüzüne kaydırdım ve anladım ki, bu gardiyan olmasa o nefis etli börekten ben de nasiplenebilecektim. Ama pisboğaz adam tabağına yumuldu. Anlaşılan börekten payımı alabilmek için biraz yağ çekmem gerekecekti, içimi çektim ve bir cesaretle:
– İş arıyorum, dedim.
– Kesinlikle inanmıyorum! dedi burnundan soluyarak.
– Bir deneyin mümkünse!
Öyleyse yarın sabah filan falan caddelerin kesiştiği yerde olun (adresi şimdi anımsayamıyorum). Yanan evin olduğu yerde. Size tuğlaları taşıma işi vereceğim. Pekala, orada olacağım efendim.
O homurdanarak tıkınmayı sürdürürken ben hala bekliyordum, iki dakika sonra “Hala burada mısınız?” der gibi gözlerini bana dikti. Eee?
Şey … “Yiyecek bir şeyler verirsiniz diye bekliyordum,” dedim mahcup bir tavırla.
Ben zaten çalışmak istemediğinizi gayet iyi biliyordum! diye böğürdü.
Haklıydı ama bu sonuca bir değerlendirme yaparak değil, düşüncelerimi okuyarak varmıştı. Dilenciysen alçakgönüllü olmak zorundasın. Verdiği ahlak dersi gibi bu yargıyı da sineye çektim. Daha da yumuşak bir sesle:
– Tahmin edeceğiniz gibi şu anda çok açım. Doğal olarak yarın daha da aç olacağım. Hiçbir şey yemezsem tuğlaları taşımakta ne kadar zorlanacağımı bir düşünün.
– Oysa bana biraz destek olursanız çalışmak için gücümü toplamış olurum.
Adam düşünürken bir yandan da etli böreğini tıkınmaya devam ediyordu. Karısı, ürkek bir tavırla bana arka çıkmaya çalıştı, ama sonra vazgeçti. Adam:
– Dinleyin, dedi bir yandan yemeyi sürdürürken;
– Yarın şantiyeye gelin, öğle yemeği yiyebilmeniz için size bir miktar avans vereceğim. Samimi olup olmadığınızı o zaman göreceğiz.
– Beklerken, diye başladımsa da fırsat vermedi.
– Şirndi size bir şeyler verirsem bir daha sizi göremeyeceğimi gayet iyi biliyorum. Sizin gibileri iyi tanırım! iyice bakın bana. Hiç kimseye borcum yok. Hayatımda yiyeceğimi dilenecek kadar küçülmedim. Her zaman alnımın teriyle kazandım. Hoşuma gitmeyen yanınız tembelliğiniz ve sefilliğiniz . Suratınızdan okuyorum bunu. Ben dürüst bir adamım ve ölesiye çalıştım. Siz de öyle yapın: Dürüst olun ve çalışın.
– Sizin gibi mi?..
Ne yapsam yararı yoktu. Çok çalışmaktan sersemlemiş bu adamın karanlık ruhunu etkilemek mümkün değildi
– Evet, benim gibi, diye diretti.
– Bunları hepimiz için mi söylüyorsunuz ?
– Kesinlikle öyle, dedi inançlı bir sesle:
– İyi ama herkes sizin gibi olursa, diye sürdürdüm, söylememe izin verin lütfen, tuğlalarınızı kime taşıtacaksınız?
Karısının gözlerinde hafif bir gülümseme gördüm. Ada-mınsa ağzı açık kalmıştı. Bunun nedeni tuğlalarım taşıtacak adam bulmayacağı kadar kötü bir sonuç muydu yoksa küstahlığım mıydı bunu hiç bilemeyeceğim.
– Nefesimi senin için harcayacak değilim. Cehennem ol buradan, nankör dilenci!
Gideceğimi belirtmek için bir adım geri çekildim ve:
– Şey, hiç mi bir şey yiyemeyeceğim?
Aniden ayağa fırladı. Herif hayvan gibiydi. Zaten şehrin yabancısıydım, üstüne üstlük Akrep Jean peşimdeydi. Hemen oradan tüydüm. Bir yandan da kendi kendime bu hıya-rağasının bana neden “nankör dilenci” dediğini soruyordum. Nankör diyebilmek için bu Tanrı’nın belası herif bana ne vermişti? Dönüp geriye baktığımda herifin yeniden etli böreğine yumulduğunu gördüm.
Cesaretimi yitirmiştim. Bir sürü evin önünden geçtim ama kapıları çalmaya göze alamadım. Aşağı yukarı hepsi bir birine benziyordu. Hiçbirinde konukseverlikten eser yoktu. Bir süre sonra umutsuzluğumdan sıyrıldım, insanın yiyecek için dilenmesi bir oyundu aslında; elimdeki kağıtları beğenmediğim zaman yenilerini isteyebilirdim. Ve şansımı bir kez daha denemeye karar verdim. Karanlık basarken gözüme kestirdiğim bir eve yaklaştım, çevresini dolandım ve mutfak kapısında dikildim.
Yavaşça kapıyı vurdum. Kapı açıldığında kaç yaşında olduğunu kestiremediğim bir kadın gözüktü. Masum yüzünü görür görmez nasıl masal anlatmam gerektiğini düşündüm. Bir dilencinin başarısı, ifade yeteneğine bağlıdır. Karşısındaki kişinin nabzına uygun bir hikaye okuması için önce bir bakışta kurbanını tartması sonra da zayıf noktasını yakalayabilmesi gerekir, işin en can alıcı yanı burasıdır. Dilenci, iş çıkarabileceği kişiyi gözüne kestirir kestirmez masala başlar. Ona hazırlanması için, zaman tanınmaz. Şimşek gibi bir hızla kurbanın huyunu anlaması ve kendisini hedefe ulaştıracak sözleri kafasındâ oluşturması gerekir. Kendisine kapıyı açan kişinin; kadın, çocuk, erkek, nalet suratlı, güler yüzlü, kötü kalpli, cimri ya da cömert, Musevi ya da Hıristiyan, siyah ya da beyaz olması hiç fark etmez sonuç olarak uyduracağı hikayeyi kendi düş gücüyle değil, kapıyı açan kişinin yüzünün ifadesine göre kendiliğinden yaratabilecek bir sanatkâr olmalıdır. Çoğu kez, anlatım konusundaki başarımın önemli ölçüde serserilik günlerimdeki bu tür antrenmanlara borçlu olduğumu düşünürüm. Karnımı doyurabilmek için arka arkaya gerçeğe uygun hikayeler uydurmam gerekiyordu. Bu acımasız zorunluluk, iyi romancıların nitelikleri olan, ikna yeteneği ve heyecan uyandırmakta bir hayli ustalık kazandırıyor. Serseriliğimin çıraklık dönemlerinin, benim gerçekçi bir yapıya sahip olmamda çok etkili olduğunu düşünüyorum. Mutfak kapısının önünde biraz sadaka koparabilmek için tek geçer yol gerçekçiliktir.
Sanat, sonuç olarak birazcık beceriyle en aşağılık yalanın bile kabullendirilebildiği, kurtarılmış bir ustalıktan başka bir şey değildir. Bir gün Canadian Pasifik treniyle batıya gidiyordum, Polisler “öykümü” öğrenmek istediler; Manitoba’da Winnipeg Polis Karakolu’nda onları şipşak… uyuttum. Adamlar karadan başka bir yeri kurcalamıyorlardı: Bu durumda onlara denizden söz etmekten daha iyi ne yapabilirdim? Söylediklerimin doğru olup olmadığım denetlemeleri olanaksızdı. Polislere cehenneme benzeyen Glenmore adlı gemide yaşadıklarımdan dokunaklı bir örnek sundum (Glenmor’u, San Francisko fiyordunda yalnız bir kez demir atmış olarak görmüştüm).
ingiliz miçosu olduğumu söyledim. Anında ingiliz şive siyle konuşmadığımı yüzüme vurdular. Çabucak açıklamam gerekti: Amerika Birleşik Devletleri’nde doğmuş ve orada büyümüştüm. Aile büyüklerim ölünce beni İngiltere’ye, de demin ve ninemin yanına göndermişlerdi. Onlar da beni miço olarak Glenmore’a sokmuşlardı. Glenmore’un patronunun beni bağışlayacağını umarım. Çünkü o gece karakolda, onu öyle korkunç suçlamalarla karşılaştım ki. Ne büyük haksızlık! Ne büyük kabalık! Güçlükler karşısında ortaya çıkan şeytansı zekâ! Ve tabii Montreal’de Glenmore’dan kaçmama yol açan nedenler.
Dedem ve ninem İngiltere’de oturuyorken, ben neden Kanada’nın tam orta yerinde bulunuyor ve neden batıya gitmek istiyordum? Evlenip Kaliforniya’ya yerleşmiş bir kız…
Güzel bir kitaba benziyor…
kitap güzel