Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Demir Gül
Demir Gül

Demir Gül

F. Melike Eşdur, Marsha Canham

1600’lü yılların başında Atlantik’in engin sularında nefes kesen bir maecera! Bir yandan ticaret filolarını korsanlardan korumaya, öte yandan ezeli bir rekabet içerisinde deniz hâkimiyetini…

1600’lü yılların başında Atlantik’in engin sularında nefes kesen bir maecera!

Bir yandan ticaret filolarını korsanlardan korumaya, öte yandan ezeli bir rekabet içerisinde deniz hâkimiyetini kaptırmamaya çalışan iki krallık: korsanlarla anlaşmak için elçi gönderen İngiltere ve onların kökünü kazımaya kararlı İspanya. Ancak iki ülkenin de göz ardı ettiği bir korsan ailesi hâkimdir Karayiplere: ünü yedi denizin dört yanına yayılmış Danteler.

Tüm bu olay halkasının merkezinde ise Korsan Kurt’un kendi gibi gözü pek kızı. Demir Gül’ün kaptanı Juliet Dante bulunmaktadır. Bilinmeyen denizlere yelken açmaya can atan genç ve güzel korsan, bunun yerine hiç bilmediği duygulara yelken açacak; İspanyollardan kurtardığı yakışıldı İngiliz elçi Varian’a gönlünü kaptıracaktır. Ne münasebet! O Demir Gül’ün erkekleri dahi dize getiren yiğit kaptanıdır!

Birçok başarılı romansın altına imzasını atan ödüllü yazar Marsha Canham’dan bir solukta okuyacağınız; okurken nefesinizi tutacağınız, aşkla bezenmiş bir korsan hikâyesi…

***

Önsöz

Ağustos, 1614

Babasının, ilk yaylım ateşinden önce söylediği gibi; ölmek için güzel bir gündü. Güneş ışıkları, masmavi gökyüzüne uzun süre bakmak isteyen gözleri yakacak kadar parlaktı. Bir yerlere kısacık bir an olsun bakmak seçenekler dâhilinde bile değildi. Göz açıp kapayıncaya kadar, bir başka çelik ışıltısı ve birbirine çarpıp mavi kıvılcımlar saçan kılıçlar dikkat çekmeye başladı.

Juliet’in bileği zorlanıyordu artık. Rakibinin öfkeli hücumlarına olabildiğince karşı koymaya çalışıyordu; gücünün tükenmeye başladığı yerde içgüdülerinin harekete geçmesine izin verdi, akışkanmışçasına eğilip bükülerek kaçtı. Arkasında, yüzü yaralı; ama bakışlarında ölümcül şeyler taşıyan ikinci bir gölge belirince küfretti. Kenara sıçradı; ama köşeye sıkıştırılmıştı; bir tarafında, yanan direklerdeki bayraklar, diğer tarafındaysa içinde yirmi dört savaş topu olan fıçı vardı. Daha birkaç dakika önce hayatlarından umudu olmayan iki İspanyol, kızın durumunu görüp yaklaşarak küpeşteye sıkıştırdılar. Bir tanesi alçak sesle homurdanarak kasıklarını tuttu. Diğeri kahkaha atıp, onaylayan bir tavırla kirli parmak uçlarını yaladı.

Juliet’in kılıcı parlak güneş ışıkları altında kırbaç gibi şaha kalktı. Gülen İspanyol, parmaklarının elinden ayrılıp havada süzülüşünü ve güverteye kırmızı lekeler sıçratarak yere düşüşünü gördü. Adam, haykırmak için ciğerlerinde soluk ararken Juliet kılıcını önce adamın kasıklarına indirdi; sonra da yüzünde, ağzı kulaklanna vanrcasına gülümseten bir yara açtı, sonra da boğazını kesti. Adam öne doğnı düşmeye başlayınca botuyla arkaya doğru itti. Öfkeli diğer saldırgan, yaralı adamın titreyen bedeninin üzerinden zıplayıp yerini almak için atıldı.

Juliet, kafatasını ortadan ikiye ayırmaya niyetlenen darbeyi karşılamak üzere kılıcını kaldırdı. Darbenin etkisiyle kolları titredi, omuzları sarsıldı; sırtını küpeşteye dayadı. Vuruşmanın şiddeti önce homurtuya neden oldu, sonra da küfre, ama Juliet, beline kadar uzanan kılıcı sol eliyle defetmeyi başanp hançerini kınından çıkardı. Kılıç yirmi santimetre uzunluğundaydı, iğne kadar inceydi ve adamın deri ceketine girişi parmağın domuz yağına batışını andırıyordu.

Juliet, çelik miğferin ışıltısını gördüğünde dengesini zar zor sağlayabilmişti. Asker, kılıcın uzanamayacağı bir noktada duruyordu, silahını kırık kerestenin ufak parçası üzerinde sakince dengede tutuyordu, boru biçimli silahını kızın tam iki gözünün arasına doğrultmuştu. Küpeşte yüzünden kapana kıstırılmıştı Juliet ve adamın zembereği serbest bırakmak için tetiği çekmeye başlamasını izlemek dışında pek bir şey yapamıyordu. Kıvrımlı silah çakmağını gördü ve ateşleme fitiline dokundu. Barut, patladığı yeri aydınlatıp hafif bir duman bırakarak alev aldı; patlayan iki demir topu fıçıya gönderdi.

Bir parça mor, gümüş bağ birdenbire Juliet’in önüne düştü. Adam ateş eder etmez çelikler alaybozan tüfeğinin kovanına çarptı; vuruş sertti. Yabancının kılıcı, askerin demir zırhında dayanıksız bir kısım bulup, zırhının altındaki tenine temas etti. İspanyol, kıpkırmızı kanlarla geriye doğru sendeledi. Juliet, kurtarıcısı ona dönüp eldivenli elini uzatarak küpeşteden kalkmasına yardım edince bir parıltı gördü.

“İyi misin çocuk?”

Juliet kendini hayatı boyunca gördüğü en derin, en koyu mavi gözlere bakarken buldu. Gözleri kısmen şık sipahi şapkasının siperiyle gölgelenmişti. Siperin bir tarafı oldukça havalı bir şekilde yukarı bakıyordu; tepesinde, ceketiyle pantolonunun renginden, mor kuş tüyü vardı.

“Çocuk mu?”

Juliet, cevap vermek yerine kemerinden piştov çıkarıp yabancının yüzünde şok ifadesinin oluşmasına bile fırsat vermeden ateş etti. Mermi adamın geniş omzunu teğet geçip, güvertenin diğer tarafındaki mürettebat üyesini öldürmeye kalkan İspanyol’un göğsüne isabet etti.

Gece mavisi gözler mermiyi takip etti, sonra aniden Juliet’e döndü. Adamın saf ve geniş sırıtışı, düzgün tıraş edilmiş bıyıklarıyla sakalının arasından yeniden göründü.

“İyi atıştı. Görünüşe göre sen de gayet iyisin.”

Selam verir gibi şapkasının siperine dokundu, sonra ana güvertedeki arbedeye katılmak için geminin kıç küpeştesinden geriye kalanların üzerinden atlayarak gözden kayboldu. Kulakları sağır eden patlama Juliet’i sarsıp barut fıçısına popo üstü düşürdüğünde, adam Juliet’in korkulu bakışlarının dışında kalmıştı.

Kavuran alev topları, etrafa dağılıp yaralama tehlikesi oluşturan enkazlarla birlikte güvertenin üzerinden geçip gidiyordu. Kırmızı ve turuncu alevlerin sardığı kocaman bir direk havaya uçtu. Geminin dışında olup olaylardan etkilenen adamların haykırışları, kalan son İspanyol’un amacını da kendileriyle birlikte götürecek gibiydi. Askerler ikili ve üçlü gruplar halinde silahlarını bırakıp teslim olduklarını belirtircesine ellerini kaldırıyordu. Kimi dizlerinin üzerine çöktü, diğerleri merhamet ister gibi ellerini açtı.

Juliet ayağa kalkıp küpeşteye doğru koştu. Kalyonun ortası güvertede baştanbaşa koşturan insanlar yüzünden karmakarışıktı. Patlama, korktuğu gibi İspanyol gemisinin barut deposunda olmamıştı; kalyona bağlı, küçük İngiliz ticaret gemisinin güvertesiyle ilgiliydi.

İspanyol öldürmek için yaklaşıp, İngiliz ticaret gemisine bindi. O anda adamın dikkati dağılınca Juliet’in gemisi, yani Demir Gül sisi ve dumanı yararak, neredeyse hiç görünmeden beladan kurtuldu. Pupa yelken gelmişti ve kalyonun patlamada zarar görmüş kısımlarını ince kablolardan oluşan ağla bağlamadan önce dümeni çevirdi. “Yelkenler fora” bağırışı, arbedeye katılmak için can atan korsan mürettebatlarına da avuçlarını yalattı. Etrafı sarılmış, yenilgiye son derece yakın İngiliz gemisinin mürettebatı da harekete geçti. Görece daha küçük olan bu iki gemi, bahamut bir savaş gemisi tarafından mürettebatsız ve silahsız bırakılmasına rağmen şimdi teslim olanlar İspanyollardı.

Birinci Bölüm

“Bu sefer şanslıydık genç hanım. Çok şanslı. Kıçtaki havan toplarıyla tıpkı İngilizlere yaptıkları gibi bizim de bağırsaklarımızı sökmeye hazırlanıyorlar. Vay canına, ne şans ama! Gözlerimle görmesem inanmazdım.”

Nathan Crisp, Demir Gül’ün levazım subayıydı. Olsa olsa 152 cm boyundaydı. Dolayısıyla gözleri Juliet’in çenesine geliyordu; ama boynuyla omuzları buldoğa benziyordu ve kendinin iki katı cüssesindeki birini, tek kasını bile zorlamadan kaldırabilirdi. Deniz, silahlar, iyi ya da kötü havada denizcilik yapmak hakkında dikkate değer her şeyi biliyordu. Arada bir huysuzluğu tutsa da Juliet ona, kendi hislerine güvendiği kadar güvenirdi.

“İngiliz gemisi ne kadar zarar gördü?”

Crisp başını salladı. “Gidip iyice bakmaya henüz fırsatım olmadı; ama iyi durumda gibi görünüyor. Bir de tutunduğu tek şey şu kalyona sarılan hırça mapaları galiba. Son patlama hem depoyu, hem de üst güvertenin yansını mahvetmiş.”

Juliet puslu ufka bakıyordu. “Birkaç saat sonra güneş ışığı yok olacak, yola çıkmadan önce yapmamız gereken çok şey var. Bu canavarın kaptanı nerede saklanıyordur sence? ”

“Adamları kılıçlarını fırlatıp atınca fare gibi tüymüştür.”

Juliet’in gözleri solgundu, gümüş mavisiydi. Crisp’in söylediklerinden sonra sinirden ateş saçmaya başlamıştı. “Ha siktir! Mal bildirgesiyle gemi jurnalini biz görmeden atar, kesin.”

Kaptanın odasına giden yolun girişi içeriden kilitlenmişti, ama gemi aynalığı birkaç kılıç darbesiyle güvertenin dekoratif bir parçasına dönüşmüştü.

Önünde dolu iki piştov tutan Juliet, büyük kabine giden dar yol boyunca rehberlik yaptı. Pek çok İspanyol kalyonunda olduğu gibi burada da kaptan odası, geminin kıç kısmının tamamını kaplıyordu. Crisp, meşe ağacından yapılmış kapıya vurup zorlarken Juliet bir kenarda duruyordu. Birdenbire kırmızı kadifeyi; yaldızlı mobilyaların orada, bir zamanlar iyi döşendiği belli olan ama şimdilerde mahvolmuş masanın kalıntılarının etrafında duran iki subayı gördü. Şatafatlı zırhı ve geniş, kıvrılmış yakasıyla kim olduğu anlaşılan “capitán de mar” ¹, dantel bir mendille alnını silerken arkasında duran subay, kâğıtları ve defterleri branda bezinden şişkin bir çantaya tıkıştırıyordu. Subay, savaşta zarar gördüğü belli bir zırh giymişti, huni şeklindeki kasketinin kıvrılmış siperi altındaki yüzü yer yer gölgelenmişti.

Juliet iki piştovu da kaldırdı, kaptanın göğsüne nişan aldı.

Crisp de, bozuk üst dişlerini göstererek geniş geniş sırıtıp aynısını yaptı. “Ama bu, düşmanlarını iyi tanıyan zeki bir genç kadın.” Daha yüksek bir sesle İspanyollara hitap ederek: “Bak sen, ne aptal şeyler var elimizde. Önemli belgelerinizi bir araya getirmek için acele etmenize teşekkür mü etsek ne? Yoksa görmemizi istemediğiniz bir şeyleri saklamaya çalıştığınızı mı düşünsek acaba?”

Kaptan, fıçı boyutlarındaki beliyle ve daracık çoraplarını patlatmak üzere olan, ağaç gövdesi kalınlığındaki bacaklarıyla hayli tıknazdı. Kırmızı suratlıydı, kan ter içindeydi ve ikinci kaptana fısıldarken terleri güverteye damlıyordu.

Crisp, İspanyolcası sadece silahlarını bırakmalarını yoksa köpek balıklarına yem olacaklarını söyleyebilecek kadar olduğu için kaşlarını çattı.

Juliet, gülümseyip yumuşak ve harika bir Kastilya aksanıyla: “Çantayı dışarı atmak için geçide doğru tek bir adım bile ilerlerse, Señor Capitán-General ², kafasını uçururum. Önce onunkini.” dedi, sonra da ekledi: “Sonra da seninkini, tabii.”

Kaptan, Juliet’in akıcı konuşmasına şaşırmış, yukarı bakıyordu. Bir ter damlası daha güverteye düştü. Alnında mavi bir et parçasına dönüşmüş küçük bir yara vardı. Juliet, bunu gördükten sonra fark etti adamın hiçbir şey yapmadan beklemek şeklinde kendini gösteren aptallığını. Subay, adamın yanında duruyordu; yine de sadece kasım kasım kasılan bir bostan korkuluğu gibi değildi. Öfkeyle öylesine taşlaşmıştı ki, galerinin kırık pencerelerinden vuran güneş ışıkları kasketinin siperinin altındaki yüzüne kızgın gölgeler çiziyordu.

Gözleri ufaktı, kapalı gibiydi, boş priz yuvaları kadar siyahtı. Juliet’in İspanyolcası kadar mükemmel İngilizcesiyle cevap verirken ağzı hırstan ince bir çizgi halini almıştı. “Sen ne cüretle böylesine saçma tehditlerde bulunuyorsun? Bu kadar çiğ bir terbiyesizlikle konuştuğun kişinin kim olduğunu biliyor musun?”

“Kendinizi beni aydınlatmak zorunda hissettiğinizden hiç şüphem yok.”

Sesi fısıltı gibiydi. “Aquayo’dan Don Diego Cinquanto’nun huzurunda durma küstahlığında bulunuyorsun.”

“Aquayo,” diye mırıldandı. Juliet, Karayiplerde seyir süren her geminin adını bilmenin ne kadar önemli olduğunu papağan gibi tekrarlayan ustasına teşekkür ederek ismi hatırlamaya çalışıp aradığını buldu. “O zaman bu gemi Santo Demingo olmalı.” Ses tonunu ve soluğunu sabit tutmaya çalıştı; ama şakaklarındaki nabzı hissediyordu. Nathan’ın boğazından gelen istemsiz sesleri de duyabiliyordu, bunların nedeninin bir şeylerle uğraşırken çiğnediği yapışkan tütün tomarları olduğunu tahmin etti. Santo Domingo Nueva España ³ ‘daki Katolik Krallık alaylarındaki en geniş ve en iyi savaş gemilerinden biriydi. Sekiz yüz ton ağırlığındaydı, elli iki ağır silah taşıyan bu gemi batmazlığıyla biliniyordu. Ayrıca son sayımda, İspanyol nakliye rotalarında avlanan üç farklı milletten en az on dört korsanın ele geçirilmesini ya da batırılmasını sağlamıştı.

Juliet, “Vera Crum’dan çok uzaktasınız,” dedi sakince. “Düşündüm de yeni genel valiye Hispaniola’dan San Juan de Ulluo’ya kadar eşlik ederseniz, atanmasını kutlamak için orada kalabilirsiniz.”

“Bilgilisin,” dedi Aquayo zorlukla soluyarak -ya da inanarak.

Juliet, iltifatı onaylamak amacıyla kafasını salladı. “Bunu sağlamak için liman subaylarınıza yüksek rüşvetler ödüyoruz. Tehditlerimin geçerli olabilmesi için de aynı şekilde señor maestre“- Juliet, komutanın elinin güvertedeki enkazın arasında kısmen saklanan piştovun dipçiğine gittiğini fark edince dikkatini ona yöneltti- “Sizi temin ederim ki bu mesafeden yapacağım atışların sonuçları hiç de önemsiz olmayacaktır. Olur da hedefi hafiften kaçırırsam bile kafatasınızın yarısını uçuracağımı umuyorum.”

“Ki bu, yıllardır hiç olmadı. Juliet’i tanırım.” diye soğuk soğuk uyardı Crisp. “Yani beyinlerinizin altın döşeme üzerine püskürmesine neden olup capitân-general’inizi daha da aşağılamak istemiyorsanız çantayı sessizce yere bırakıp bir kenara çekilmenizi öneriyorum.”

Subayın kömür karası gözleri küçüldü ve Juliet adamın silaha ulaşıp ateş edebilmek için yeterince hayatta kalıp kalamayacağını ölçtüğünü anladı. İncecik bıyığı, İspanyol asaleti taşıyan keskin sakalları vardı; yine de rütbesini, kaptanın iddiasının aksine kraliyet tarafından değil de askeri hizmetlerle kazandığı gerçeğine bakılacak olursa asilliğinde bir yerlerde hata olmalıydı.

———

¹ Çn. İspanyolcada “denizin kaptanı” anlamında.
² Çn. İspanyolcada “Sayın Birinci Kaptan” anlamında.
³ Çn. İspanyolcada “Yeni İspanya” anlamında.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Deja Vu ~ Susan FraserDeja Vu

    Deja Vu

    Susan Fraser

    Aşka ve hayata ikinci bir şans vermek üzerine büyüleyici ve etkileyici bir roman Geçmişe dönmek mümkün olsaydı, hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz? Annie ve Marc...

  2. 22/11/63 ~ Stephen King22/11/63

    22/11/63

    Stephen King

    22 Kasım 1963’te, Dallas’ta üç el silah sesi duyuldu, Başkan Kennedy öldü ve dünya tarihi değişti. Peki, bütün bunları değiştirme şansınız olsaydı? Kendi kuşağının...

  3. Canlanan – Lenin’den Öpücükler ~ Yan LiankeCanlanan – Lenin’den Öpücükler

    Canlanan – Lenin’den Öpücükler

    Yan Lianke

    Hiciv romanlarıyla modern Çin edebiyatında özel bir yeri olan, 2014 Franz Kafka Ödülü’ne layık görülmüş Yan Lianke’nin, memleketi Balou Sıradağları hakkında yazdığı kitaplarından en...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur