Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Deliliğin Kısa Tarihi
Deliliğin Kısa Tarihi

Deliliğin Kısa Tarihi

Andrew Scull

Dünyanın önde gelen psikiyatri tarihçilerinden Andrew Scull, antik çağlardan günümüze, dünyanın farklı kültürlerinde deliliğin panoramik bir portresini çiziyor. İki bin yılı aşkın bir süre…

Dünyanın önde gelen psikiyatri tarihçilerinden Andrew Scull, antik çağlardan günümüze, dünyanın farklı kültürlerinde deliliğin panoramik bir portresini çiziyor. İki bin yılı aşkın bir süre boyunca akıl hastalığına verilen sosyal, kültürel, tıbbi ve sanatsal tepkileri kışkırtıcı ve eğlenceli bir şekilde inceliyor.

Günümüzde akıl hastalığına yaygın olarak tıbbi bir mercekten bakılsa da, toplumlar deliliği psikolojik veya sosyal açıklamalar inşa ederek anlamlandırmaya çalıştılar. Scull, Deliliğin Kısa Tarihi kitabında bu rahatsızlığın ve onu tedavi etme girişimlerimizin uzun ve karmaşık tarihinin izini sürerken, deliliğin yönetimi ve bastırılmasına adanmış bir endüstrinin nasıl bu denli büyüdüğünü de ortaya koyuyor.

Scull, deliliğin sağduyulu varsayımlarımızı nasıl derinden sarstığını; toplumsal düzeni hem sembolik hem de pratik olarak nasıl tehdit ettiğini; günlük yaşamın dokusunda yarattığı aksaklıkları; deneyimlerimizi ve beklentilerimizi nasıl alt üst ettiğini ustaca aktarıyor.

Andrew Scull
Andrew Scull (1947) tıbbın sosyal tarihi ve psikiyatri tarihi üzerine araştırmalar ya- pan İngiltere doğumlu bir sosyologdur. San Diego’daki California Üniversitesinde sosyoloji ve bilim çalışmaları alanında çalışmaktadır. Tıp tarihine katkılarından do- layı Roy Porter Madalyası’na layık görülmüştür. Lancet, Brain gibi önemli dergilerde makale ve eleştiri yazıları yayımlamaktadır. Decarceration: Community Treatment and the Deviant – A Radical View , Museums of Madness: The Social Organization of Insanity in 19th Century England, Madhouse: A Tragic Tale of Megalomania and Modern Medicine, Madness in Civilization: A Cultural History of Insanity, Desperate Remedies: Psychiatry’s Turbulent Quest to Cure Mental Illness kitaplarının yazarıdır.

İÇİNDEKİLER

1. Serbest Delilik…………………………………………………………………..9
2. Zincire Vurulmuş Delilik …………………………………………….29
3. Kapatılmış Delilik ………………………………………………………….55
4. Delilik ve Anlam…………………………………………………………….81
5. İnkâr Edilmiş Delilik …………………………………………………….99
6. Dışlanmış Delilik…………………………………………………. 121
Teşekkür…………………………………………………………………………….147
Görsel Listesi ………………………………………………………….. 149
Ek Okuma Önerileri ………………………………………………………..151
Dizin …………………………………………………………………………………157

Deliliğe (ve daha birçoğuna) olan takıntıma
kırk yıldan fazla katlanmış olduğu için, Nancy’ye.
Te ador.

1. Bölüm
SERBEST DELİLİK

Qu’on ne dise pas que je n’ai rien dit de nouveau: la disposition
de matèries est nouvelle.
[Kimse yeni bir şey söylemediğimi iddia etmesin: Malzemenin
tertibi yenidir.]

Pascal, Pensée 22 (1662)

Delilik öyle bir şeydir ki hepimizi hem korkutur hem cezbeder. Evrensel olarak aşina olduğumuz bir sözcük, insanın hayal gücüne musallat olan bir durumdur delilik. Verdiği hasarlar, asırlardır şiirde ve düzyazıda, tiyatroda ve görsel sanatlarda, hepimizin görmesi için sergilenir durur. Deliliğin yönetimi ve baskılanmasına adanmış koca bir endüstri gelişir.

Yine de delilik artık resmî ortamlarda kabul gören bir terim değildir. Psikiyatrlara göre delilik terimini kullanmanın kışkırtıcı bir tarafı vardır. Bu terimin kullanılması psikiyatrların zihinsel bozuklukların teşhis ve tedavisinde uzmanlaşmış olduklarına dair iddialarının örtük bir reddine karşılık gelir, modern tıp biliminin bulgularını kasten inkârın bir göstergesidir. Ciddi duygusal ve bilişsel rahatsızlıklardan mustarip olanlar ve onların arkadaşlarıyla akrabalarına göre de bu bir hakaret, bir damgalamadır. Bir zamanlar bir sürü deliyi kapattıkları, vaktiyle tedavi amaçlı izolasyona denk düşüyormuş gibi telaffuz edilen Viktorya Dönemi tımarhaneleri gibi ortadan kaldırılıp gömülmesi gereken, kırıcı ve tarihsel açıdan da bugüne uymayan bir şeydir.

Bu nedenle bu kitabın başlığı kesinlikle kışkırtacak, öfke uyandıracak, bazı çevreleri zıvanadan çıkaracak. Belki de bu, tam da konumuz ortak akla dayanan varsayımlarımızı çürüttüğü, toplumsal düzeni hem sembolik hem de pratik anlamda tehdit ettiği, gündelik hayatın dokusunda neredeyse dayanılmaz bozulmalar yarattığı, deneyim ve beklentilerimizi altüst ettiği için, iyi bir şeydir. Ek olarak, bunun tarihsel bir tarafı da var. Son iki asra kadar “delilik” yaygın ve kasıtsız biçimde hem mustarip olanlar ve onları tedavi etmek isteyenler hem de büyük oranda toplum tarafından kullanılan bir terim. İronik bir biçimde, psikiyatrik teşebbüsleri reddetmenin bir parçası olarak muhalif bir şekilde bu terimi benimseyen bazı akıl hastalarını hariçte tutarsak, bir zamanlar gayet saygıdeğer olan bir sözcük, şimdi dilsel açıdan bir tabu haline gelmişse bu sürecin doğrudan kendisi de elbette inceleyip, hakkında yorum yapacaklarım arasındadır.

Delilik, bir zamanlar tıpçılar tarafından yaygın bir biçimde kullanılmış olsa da tıbbi bir terim değildir. Bu bir ortak akıl kategorisidir ki kültürümüzün (belki de bütün kültürlerin) akıldışının var olduğunu ve aramızdan bazılarının bizim zihinsel evrenimizi paylaşmıyor gibi göründüğünü tasdik ettiğini yansıtır: Bu bazıları “irrasyonel”dir, duygusal anlamda kendilerini geri çekmiştir, üzgün ya da sinirlidir, bozuk akılları anlaşılmaz ve kontrol edilemez ölçüsüzlük ve tutarsızlığın aşırılıklarını ya da delilerin tuhaf biçimde mahrum kaldıkları zihinsel hayatı ortaya koyar. Akıl hastalıklarının kötü niyetli bir tıp uzmanlığı tarafından üretilmiş bir mit olduğunu öne süren, bu camiadan Thomas Szasz’a uyarsak, daha baştan deliliğin meydana getirdiği hasarı, rahatsızlığı ve düzensizliği ve delilikten mustarip olana, onun içinde devindiği yakın toplumsal çevreye ve daha geniş planda topluma verdiği acı ve ıstırabı teslim etmek hayati önem taşımaktadır. Delilik, Fransız sosyolog Émile Durkheim’ın da söyleyebileceği gibi, toplumsal bir olgu olabilir. Tezahürleri, anlamları, sonuçları kesinlikle deliliğin yüzeye çıktığı ve içerildiği toplumsal ve kültürel bağlam tarafından derinlemesine şekillenir. Ancak kesinlikle, salt totolojik anlamda almazsak, toplumsal etiketler tarafından yaratılan bir şey değildir. Son kertede, basitçe toplumsal bir inşa da değildir. Bu tip romantik yanılsamalar, izleyen tartışmalar için bilgi verici olmayacaktır.

O halde, deliliğin yani davranış, duygu ve aklın ağır ve sürekli rahatsızlığının kolektif bilincimizde güçlü bir biçimde çınladığını kabul ederek başlayalım. Kaçıklık, meczupluk, psikoz, akıl hastalığı, hangi terimi tercih edersek edelim, göstergeleri korkutan, kargaşa yaratan hatta bazen de güldürüp eğlendiren; çoğumuzun benimsediği ortak akla dayanan gerçeklikle bazı insanların deneyimliyormuş gibi göründüğü bununla uyumsuz versiyonu arasında bir uçurum olduğuna işaret eden, akılda, güçlü duygularda ve insan eylemlerindeki rahatsızlıklardır. Varlığı, deliliğin toplumsal dokuda ve toplumsal düzen ihtimalinin doğrudan kendisinde yarattığı güçlü sembolik ve pratik meydan okumaları anlamaya, içermeye, yönetmeye ve onlardan kurtulmaya çabalayan teferruatlı toplumsal kurum ve bilgi sistemleri yığınları ortaya çıkarmıştır.

Göreceğimiz üzere, delilik karşında toplumsal olarak verilen tepkiler, deliliğin ne olduğu hakkındaki yorumlarımız ve ona dair ne yapılması gerektiği üzerine görüşlerimiz asırlardır ciddi anlamda değişmiştir. Başka bir düzlemde, deliliğin ortaya koyduğu zorlukların ciddiliğinin doğrudan kendisi, deliliği yazarlar ve sanatçıların durmadan dikkatini çeken bir konu haline getirmiştir. Kökenlerini, tedavisini hatta belki çaresini derinlikli bir biçimde anlama konusunda uzmanlaşanlar da cabası. Bu Kısa Bir Giriş’in konusunu da işte bu tarihsel ve kültürel anlamda değişen tepkiler ve deliliğin varoluşsal anlamıyla daha derinlikli bir ilişkilenme oluşturacak. Odağımda Antik Yunan’dan bugüne Batı dünyası olacak ki buna, dar görüşlü Foucaultcu bir mercekten görülene denk düşmeyen, bir çeşit “Deliliğin Tarihi” de denebilir isterseniz. Müslüman dünyada, Hindistan’da, Çin’de ve Japonya’da, sömürge ve sömürge sonrası dünyalardaki deliliğe gelirsek bunlar ancak şöyle bir değineceğim konular olacak. Bu alanlara girmeden de bizi meşgul edecek fazlasıyla meselemiz var. 

Bir önemli nokta daha var: Diğer birçok ortak akıl terimi gibi “delilik” de sınırları net bir terim değil. Birinin duyguları ve düşüncelerinin bu etiketin yapıştırılabilmesi için tam olarak ne kadar tuhaf ya da bozuk olması gerekir? Açık olduğu üzere bu, rastgele olmasa da ve toplumsal olarak açıklanabilir olsa da zaman ve mekâna, cinsiyete, sınıfsal konuma ve daha birçoğuna göre değişiklik gösterir. Deliliğin yabancılaşmanın ciddi anlamda aşırı olduğu türleri vardır ki belki de bunlara kolaylık olsun diye, İngilizce konuşulan dünyanın en ünlü tımarhanesinin adını vermek, “Bedlam Deliliği” demek mümkündür. Bu türler, bu kültürün zihinsel olarak yeterli bütün üyeleri için açık ve nettir. Ancak sınırda gezinen, statüleri belirsiz ve tartışmalı olan başka delilik çeşitleri de vardır. Bunlar da insan psikopatolojisi sürekliliğinin bir parçası mıdır ya da burada gözlemlenebilecek keskin bir ayrım var mıdır? Delilikle deliymiş gibi yapma arasında, söz gelimi meczuplukla eksantriklik arasında ya da psikozla nevroz arasında bir ayrım var mıdır? Tarihsel olarak, buna dair yargılar değişiklik gösterir. Burada ben, bu tip belirsizlikleri reddetmek ya da azımsamaktan ziyade kabul edecek ve tartışmaya açacağım. Kitabın sonlarına doğru modern psikiyatrinin deliyle akıl sağlığı yerinde olan arasındaki sınırların nasıl çekileceğine dair devamlılık gösteren büyük belirsizliklerin varlığını örtüp gizlemeye çalışmak üzere inşa ettiği kurumları irdeleme fırsatımız da olacak. 

Güncel psikiyatri, iletim ağı kötü şekilde çatılmış bir beynin dışsal tezahürü, biyokimyasal bir bozukluğun sonucu ya da belli nörotransmitterlerin fazlalığı ya da eksikliği bağlamında bir delilik mefhumu yürürlüğe koymaya çalışsa da kimin deli olduğunun sınırlarını çizme süreci belirsiz ve tartışmalı kalmaya, tıbbın diğer dallarında emsallerine sadece arada sırada rastlanan sürekli ihtilafların alanı olmaya devam ediyor. Kimin aklı başında kimin deli olduğunu belirsizliğe yer bırakmayacak şekilde ilan edecek ne X-ışınları ne PET taramaları ne de laboratuvar testleri var. Amerikan Psikiyatri Birliğinin Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM) gibi psikiyatrinin İncil’ini yazmak ve yeniden yazmakla görevli komitelerin hummalı ve sonsuzca yinelenen çabalarına rağmen akıl sağlığı yerinde olmakla deli olmak arasındaki sınır geçirgen ve tartışmalı kalmayı sürdürüyor. Zihinsel bozuklukları doğaları gereği taşıdıkları bariz farklılıklara göre yüzlerce çeşit ve alt-çeşide ayırmak için öne sürülen savlar da aynen böyle, itinayla gizlenmiş bir yalancıktan inanma oyunu. Bambaşka bir düzlemde, delilerin ve doktorlarının ahlaki ve toplumsal statüsünün gayet belirsiz bir alanı işgal etmeye devam etmesinde de olduğu gibi. 

Delilik tamamen akılda mıdır, konuşma yoluyla veya zihinsel bozukluğu olan hastanın sosyo-psikolojik ortamını manipüle ederek anlaşılacak ve belki de büyük ölçüde tedavi edilecek birtakım psikolojik rahatsızlıklar mıdır? Yoksa tam tersi, delilik de diğerleri gibi bedensel bir hastalık mıdır, beyinde ya da bedende bir şeylerin ters gittiğinin emaresi midir? Eğer ilkiyse o zaman belki de deliliğin bir anlamı vardır ve kendimize, doğrudan insan olarak kimliğimize dair temel bir şeyi açığa çıkarır. Eğer ikincisiyse o zaman bazılarını “aklını kaybetme” korkusuyla yardım aramaya ve diğerlerini de tehdit olarak algılananlara bazı organize ve az çok dışlayıcı tepkiler vermek üzere müdahale etmeye teşvik eden zihinsel semptomlar kuru gürültüden başka bir şey değil midir? Bu durumda anlam arayışı abesle iştigaldir. Bunun yerine, kendimizi nörobilime ve insan beyninin gizemlerini çözmeye adamamız gerekir. 

Bu tip meselelerle uğraşırken karşılaştığımız zorluk iki yönlü: Bir yandan, elbette, bunlara kati bir yanıt verebilmek son derece zor ve diğer yandan da bu tip karşıtlıklar, kötü bir biçimde kurulmuş, aslında bu meseleleri hem o hem bu formülasyonları olarak görmemiz gerekirken o mu bu mu sorularına dönüştürmüş olabilir. Bu şekilde beyanatta bulunan bağnazların sayısı az değil ve bu yeni bir hadise de değil. İki asır önce, Bedlam doktorlarından William Lawrence, “kusma, hazımsızlık, mide ekşimesinin mideyle; öksürük, astımın ciğerlerle ya da diğer tüm işlev bozukluklarının ilgili organlarla ilişkisi neyse bozuk düşüncelerin de beyinle ilişkisinin aynı böyle olduğunu” (1816) ilan ediyordu. 19. asrın sonlarına doğru, buna denk bir kesinlikle, deliler ve zihinsel engellilerin bir biyolojik kusurlular grubu oluşturdukları, deliliklerinin de deforme olmuş beyinlerin ve kötü genetik mirasın neticesi olduğu konusunda uzmanlar bir mutabakata varmışlardı. 20. asrın ilk yarısında, bu mutabakat Amerika Birleşik Devletleri Yüce Mahkemesini, tıp biliminin bu kabul gören bulgularına atıfta bulunarak, akıl hastalığı ve zihinsel engeli olanların rızası alınmadan, zorunlu kısırlaştırmaya tabi tutulmasına izin vermeye kadar götürdü. Yargıç Oliver Wendell Holmes’un zihinsel gelişim eksikliği iddiasına dayanan bir davayla uğraşırken unutulmaz biçimde ifade ettiği üzere, “üç nesil embesil yeterli” idi. Mahkeme kararının üzerinden on yıldan fazla geçmeden, Hitler Almanyası bu düşünceleri mantıksal bir sonuca vardırdı: Birçok Alman psikiyatrın etken ve coşkulu katılımıyla, binlerce akıl hastası gaz odalarına gönderildi. Ocak 1940’tan başlayarak, sadece 20 ayda 70 bini aşkın sayıda hasta gaza maruz bırakılarak öldürüldü.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Amerikan psikiyatrisinin önemli isimleri başka telden çalıyor, devlete bağlı akıl hastanelerinin koğuşlarına tıkıştırılan tüm şizofreni vakalarının temelinde “buzdolabı anneler” olduğunu ilan ediyorlardı. Yani psikozların en korkuncunun psikolojik kökenleri vardı ve bu durum onlara kalırsa konuşma terapisi ile iyileştirilebilirdi. Bu uygulamayı Hollywood da The Snake Pit [Talihsizler Yuvası] ve I Never Promised You a Rose Garden [Sana Gül Bahçesi Vadetme-dim] gibi filmlerle yığınlara ayrıntılarıyla anlatmaya girişmişti. Kabul görmüş bu görüş baş döndürücü biçimde tersine çevrilirken, bizim kuşağın uzmanları bir kez daha biyolojik indirgemeciliğe kucak açsa da modern psikiyatrlar ters giden şeyin genler mi, nörotransmitterler mi yoksa bir başka çeşit kötü biyokimya mı olduğu konusunda bir karara varamıyorlar. Bu muammanın çözüldüğüne dair nefes kesici duyurular yakından bakıldığında sınıfta kalıyor. Deliliğe yol açan ilerleyici felci ortaya çıkaranın frengi (sifiliz), pelegraya sebebiyet verip duygusal rahatsızlığı olanları ve demans hastalarını akıl hastanelerine sevk edenin beslenme eksikliği olması gibi birkaç istisna dışında insanı deliliğe sürükleyen altta yatan mekanizmalar her zamanki kadar anlaşılmaz ve belirsiz. Deliliği tedavi etmeye yönelik çeşit çeşit silahlarımız da hâlâ kaba ve iptidai. Bunlar, ilaç endüstrisinin pazarlama materyallerinin iddia ettiğinin aksine, iyileşme değil ancak bazı belirtilerde rahatlama sağlıyor. Akıl ya da beyindeki bozukluklar için bir Penisilin hayal olmaya devam ediyor.

Eğer modern bilim ve tüm bu muazzam araştırma programlarına rağmen şizofrenilerimizin ve bipolar bozukluklarımızın nedeni belirsiz ve gizemli kalmayı sürdürüyorsa, deliliğin tahribatlarının nasıl açıklanacağı ve bunlarla nasıl başa çıkılacağı meselesi uzak atalarımıza daha da korkutucu görünmüş olmalı. Onlar, delilik karşısında afallamış halde, teselli ve açıklamayı genellikle doğaüstü boyutta aradılar. Deliliği, Tanrı’nın ya da tanrıların gazabı, Şeytan ya da kötü ruhlar tarafından ele geçirilme, cadılık, yanlış hizalanmış yıldızların astrolojik etkisi hatta bazen, ne kadar ters görünse de, bazı biçimleri olumlu bir yerden yorumlandığında, kutsal ya da ilahi bir lütuf olarak değerlendirdiler. Sokrates bile Platon’un Phaidrus’unda, bu paradoksu teyit eder görünür: “Bize verilen hediyeler arasında en büyük hediyeler,” der Sokrates, “delilikle birlikte gelen hediyelerdir.”

Meselenin özü budur elbette. Ruhsal anlamda vecde gelenler için cezbe halinde konuşanlar kehanetler dile getirip geleceği…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) İnceleme Psikoloji
  • Kitap AdıDeliliğin Kısa Tarihi
  • Sayfa Sayısı160
  • YazarAndrew Scull
  • ISBN9786050210668
  • Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviSay Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur