Ünlü Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos’un, kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı Şeker Portakalı’nı Türkiye’de yediden yetmişe herkes severek okumuştur. Romanın kahramanı Zezé, çocukların olduğu kadar büyüklerin de yüreklerinde taht kurmayı başarmış sevgi dolu bir çocuktur. Şeker Portakalı’nın ikinci bölümü olan Güneşi Uyandıralım’da Zezé biraz daha büyümüştür. Çocukluğunun biricik dostu şeker portakalı fidanı yoktur artık. Onun yerini yeni bir dost almıştır: Yüreğinde yer eden sevgili bir Kurbağa’dır bu. Dizinin üçüncü kitabı Delifişek’te ise Zezé’yi daha da büyümüş bulacaksınız. O artık yeniyetmelikten çıkmış, bir delikanlı olmuştur. Yaşamın katı gerçekleriyle yüz yüzedir; haklarını arayan, özgürlüğünü yaratmaya çalışan bir genç adamdır Zezé.
Delifişek (Doidâo)
için duygusal bir değerlendirme
José Mauro de Vasconcelos, bir dizi kitap boyunca hep aynı kişinin yaşamını anlatıyor: Zé… Zezé… Zéca… Gum… Kahramanın adı değişse de kitapların hepsinde aynı kişiyi görüyor, Şeker Portakalı’nda onun çocukluğundan başlayarak, Güneşi Uyandıralım’da delikanlılığını, Delifişek’te ilkgençlik yıllarını, daha sonra olgunluk çağını, gerileme dönemini ve yaşlılığını izliyoruz.
Böylece bu unutulmaz kişinin yaşamına girerek, onun kendi kişiliğini keşfetmesine, günlük yaşantısında başından geçen ufak tefek serüvenlere, kendi kendisiyle hesaplaşmasına ve kaderini aramasına tanık oluyoruz. Öte yandan, kahramanımızın kişiliğinde yazarın kendisinden pek çok şey var çünkü Zezé’nin yaşamını anlatan bu kitaplar yazarın özgeçmişinden pek çok şey almış.
Zezé de, onun yaratıcısı da yoksul ailelerden geliyorlar, her ikisinde de yerli kanı var; ikisi de ana babalarından alınıp yabancı bir ortamda ve sevgiden yoksun koşullarda yaşamak zorunda bırakılmışlar. Her ikisi de tıp fakültesinin ikinci sınıfından ayrılarak eğitimlerini yarım bırakmışlar ve içlerinde uzaklara gitme arzusu filizlenmiş.
José Mauro de Vasconcelos’un oradan oraya dolaşmakla geçen yaşamında, uzaklara yolculuklar, türlü uğraşlar ve olaylar, biraz da rasgele, birbirini izler ve “dövüş başına 100 cruzeiro”nun, zor bir yaşam açlık arasındaki sınırı çizdiği zamanlarda “tüysıklet antrenörlüğü” yaptığı o ilk işinden başlamak üzere yıllar geçip gider.
Vasconcelos, söyleşilerde sorulduğunda bu yaşamöyküsünü kendisi de anlatırken, türlü işler yaptığı onca dolaşma sırasında, bir yazar için şart olan “hayatı bir çırak gibi öğrenme” dönemini yaşadığını söyler. Daha sonra, burslu olarak gittiği İspanya deneyimi gelir; “kendini akademik yaşama vermeye fazlasıyla gönülsüz ve Avrupa’yı dolaşmaya fazlasıyla hevesli” hisseden Vasconcelos’un bu bursu, buna dayanacak gücü bulduğu o bir haftadan sonra uzatılmış olsa gerek. Daha sonra da Villas-Boas kardeşlerle birlikte yaşadığı o unutulmaz deneyim süresince Araguaia bölgesinin göbeğinde nehirleri dolaşarak çevrenin düşmanca koşullarını tanıması ve hep yerliler uğruna savaşını vermesi.
Ancak, yazarın oluşumu tamamlanırken, insan olarak kişiliği de “oluşmaktadır”, çünkü Vasconcelos’ta bu ikisi birleşir ve yazar bireyden ayrılamaz. Bu da onun Graciliano Ramos ile José Lins do Rego’yu yeğlemesinin nedenini oluşturur. Vasconcelos, yazı yazma yöntemini bize şöyle anlatır: “Kitaplarımı birkaç gün içinde yazıverdiğim doğrudur. Ama buna karşılık fikirlerimi olgunlaştırıncaya kadar yıllarca üstünde düşünür taşınırım. Hep daktiloyla yazar, her bir bölümü hiç durmaksızın yazıp bitiririm; yazdıklarımı ancak bitirdiğim zaman okurum. Gece gündüz, saat kaç olursa olsun yazarım. Yazı yazarken sanki transa geçerim. Ancak parmaklarım acımaya başladığı zaman bırakırım tuşlara vurmayı, o zaman anlarım ne kadar çok çalıştığımı. Çalışmak mı dedim? Ne düşüncemi ne de duygularımı iyi anlatabildim: Yazı yazmak, öyküler anlatmak, yaşanmış olayları nakletmek, tanıdığım çocukların anılarına dalmak benim için çalışmak demek değildir. Kendi kendime verdiğim bir armağandır bu.”
Delifişek, José Mauro de Vasconcelos’un delikanlılık, ilk gençlik dönemini anlatıyor; bunu roman türünde anlatıyor olsa da, yaşamının Natal kentinde geçen yıllarıyla ilgili bir itirafname olduğu anlaşılıyor bu kitabın. Zé, Mauro’nun bu yapıt için duyduğu sevginin nedenini buna mı bağlamak gerek bilemiyorum. Kitabını İspanyolcaya çevirmem için bana yolladığı zaman şöyle demişti: “Bütün kitaplarımın içinde bana en yakın olanlardan biridir bu ve gönül rahatlığıyla itiraf edeyim ki İspanyolca olarak basılmasını en çok istediğim de yine bu kitabımdır.”
Kitabın, önemli olaylar içermeyen yalın anlatımı içinde bütün ağırlık, psikolojik yönüne verilmiş. Yazar, büyük bir ustalıkla ya da yarattığı kişilerin derinine inerek, karakterlerinin karmaşıklığı içinde onları yakından izliyor, onları –ve yazar kendisini, insan olarak– bütün çıplaklıklarıyla ve zaaflarıyla ortaya koyuyor; hayattaki başarılarını gösterip başarısızlıklarını kabulleniyor. Vasconcelos’un öteki kitaplarındaki gibi bunda da ana tema, sevecenlik arayışı ve insanoğlunun hayal kurma hakkından vazgeçmemek için yaptığı kaçamakların idealleştirilmesi. Bu kez, öteki kitaplarında kişilik verecek kadar önemsediği doğaya, aynı derecede yer vermiyor. Ve kitaplarının hepsinde yaptığı gibi, insan olarak bütün öteki insanlarla dayanışma içinde olduğunu gösteriyor.
Romancı, yarattığı kişiliği ele alıp onun öyküsünü anlattığı zaman, okuyucusuyla arasında derin bir iletişim kuruluyor. Yazar burada Şeker Portakalı’ndaki şiirsel anlatımdan biraz uzaklaşıp daha gerçekçi; insanın hayat mücadelesinin katı gerçeğini daha özümsemiş bir yol çizse de yine okuyucusunun aklından çok, duygularına yöneliyor.
Ona göre, ruhsal bir davranışı ve ahlaki bir amacı ortaya koyan bir kitabın dokunulmazlığı vardır; her iki öğe de var olduğu zaman, bütün geri kalanlar, bazen edebî bir bahaneyle yazılmış bir konu, bir öykü, bir olay olmaktan öteye gidemez. Vasconcelos’un öyküsünde de bu davranış ve bu amaç ortaya çıkar, bazen alaylı bir tümceyle, bazen bir sıfatın kırıcı sertliğiyle –ki bu, kimi zaman Tanrı’ya bir hakaret, kimi zaman da ona karşı açık bir başkaldırı olabilir– bazen de önemli bir paragraf boyunca süren ya da melankolik bir ayrıntıda kendini gösteren tanımlanamaz bir gülümsemeyle. Ama her defasında, kahramanlarını yaratıp yönlendirdiği o sımsıcak insancıllık belli eder kendini; toplumdaki huzursuzlukları, yapıtlarına belirli bir toplumsal eleştiri getirip başkalarını sömüren grupları yargılayacak biçimde gözlemler. Somut bir örnek vermek gerekirse “yerli sorunu,” onu sürekli kaygılandıran konulardan biridir.
Ama bu demek değildir ki yazar, kendini yargıç yerine koyup bir yargıya varsın: O, gerçekçi bir konumdadır, bu yüzden de inandırıcıdır; insanı düşünmeye iter, toplumsal oyunun belirli uyumsuzluklarına dikkati çeker, heyecanlandırıcı bir tutkuya kapılmadan yerli haklarını savunur. İşte o zaman somut bir ahlaki amaca vararak eskiden anlamı olmayan ya da var oldukları halde değer verilmeyen şeyler için yeni bir duyarlılık ister. “Eski oyuna yeni kurallar”: ülkenin yerli halkının hakkını araması, herkese eşit hak.
Delifişek’teki doku, toplumsal değil ruhsaldır; burada söz konusu olan, bireyin hakkını araması, birinci ve en önemli hakkı olan özgürlüğünün tanınmasıdır. Sevme özgürlüğü, seçme özgürlüğü, kabul etmeme özgürlüğü, hayatını yaşama özgürlüğü, başkalarının istediği değil kendi istediği geleceği seçme özgürlüğü. Burada esas olan, amacını belirlemek ya da elde etmek için Vasconcelos’un okuyucu önünde uysal bir davranış içine girmemesidir; o sadece gerçeği ve çözüm yollarını ortaya koymaktadır. Kendine göre bir devrimcidir, çünkü düşünce biçimine, önyargılara ve ahlak kurallarına değişiklikler getirmek ister. Devrimci olmanın iki yolu vardır; Vasconcelos gibi “barışçı” bir devrimci için tek yol, insanları sevmektir.
İşte Delifişek’te işlenen ana tema budur. Bunun insanVasconcelos’u en fazla kaygılandıran konu olduğunu düşünürsek, onun en sevdiği kitabının bu olmasına da şaşmamak gerek. Bu kitabın sayfalarında onun militan yönü, kardeşleri olarak gördüğü insanların hakları için her zaman ve her alanda savaşması yer alıyor. Böylelikle bu roman, insanlıkla dayanışma halindeki bir “insan” ile bunun gerektirdiği görevlerin bilincinde olan bir “yazar”ın, vicdanları yönlendiren ve biçimlendiren sesi haline geliyor.
HEYDEE M. JOFRE BARROS
1
Okul
Annemin buyurgan bir sesle bağırması ta içerden duyuluyordu: “Ömrünün sonuna kadar banyoda mı kalacaksın?.. Bak ama, okula gitmen gerek!.. Okula gitmek için çoktan hazırlanmış olmalıydın!.. Saat neredeyse sekiz oldu! Okula gideceğini unutma!.. Okul!.. OKUL!.. OKUL!..”
Aman Tanrım, tek bir sözcük, öylesine güzel bir sabahı nasıl da mahvedebiliyordu! Okulun canı cehenneme! Tahta bir sırada oturup bütün ömrünü matematik, din, coğrafya dersi dinlemekle geçirmek budalalıktı…
Yo, hayır, coğrafya öyle değil. Her şeyin adını, ırmakların, ülkelerin adlarını bilmek güzel şeydi. Karnemi verdiklerinde içindeki yorum hep aynı oluyordu: “Coğrafya, tembellere ve serserilere özgü bir ders…”
Okul!..
Ne zaman sona erecekti bu dert? Yakında on dört yaşımı bitirecektim, bademcik ameliyatı olduğumdan beri de daha büyük gösteriyordum. Yaşımdan büyük görünmek için, yüzümü hayran hayran seyrettiğim aynanın karşısından ayrılamıyordum. Sivilcelerin önemi yoktu, çünkü zamanla kayboluyorlardı. Asıl kötü olan burnumdu. Mosmor küçük bir patatesi andıran burnum iğrençti. Evet, iğrençti, çünkü küçük gözlerimle, kıvırcık saçlarımla, güçlü boynumla ve Potengi Irmağı’nda gizli gizli yaptığım yüzme antrenmanları nedeniyle göğsümün aldığı görünümle hiç ilgisi yoktu. Ama ne burun… İnsanların neden burnu vardı ki? Amcamın burnu tam bir papağan gagasını andırıyordu, ama hiç değilse gerçek bir burundu onunki. “Dört Kadın” adında bir kitapta dansla ilgili bir şey okurken kızlardan birinin inceltmek için burnuna mandal taktığını öğrenince daha da beter olmuştum. Ben de aynı şeyi yapmış ve patates yerine bu kez dolmalık biber gibi bir burunla kalmıştım. Utancımdan yemeklerde ev halkının yüzüne bakamıyordum.
Okul!..
Hazırdım. Formamı giyip kitapları kaptım.
“Tramvaya bin!” diye tembih ediyorlardı.
Ne tramvay ne başka bir şey. İki yüz réis’i1 saklıyor, yokuşu yürüyerek çıkıyordum. Parayı teneffüste hindistancevizli dondurma almak için kullanacaktım. Junqueira Aires Sokağı’nın yokuşunu uçar gibi çıkıyordum, çünkü Saray Meydanı’na vardığımda Tarcísio Medeiros’la buluşacaktım ve birlikte Ieda’nın evinin önünden geçecektik. Ne güzel kızdı Ieda. Yaşı bizden büyüktü ve benim kuzenlerimden ikisiyle flört ediyordu. Hatırlıyorum da onu ilk kez bir köşeye sıkıştırdığımda –sanıyorum ilk ve son oldu– ne söyleyeceğimi bile bilmiyordum, ama sonradan kendimi tam bir erkek gibi hissetmiştim. Ieda uzaktan bakıp el sallıyor, akşam kahvaltısı için götürdüğüm sapoti’yi2 yiyordu. Ieda’nın bir anda pencereden kaybolduğu çok oluyordu: Annesi içeri çekiyordu onu. O zaman ben de bir koşu tutturuyordum.
Heyecan içinde, Tarcísio’yu meydanda bekliyordum. İşte geliyordu. Sıska, esmer, sessiz, iyi huylu. Deli gibi kıskanıyordum onu. Formasının geniş paçalı pantolonu öyle şıktı ki. Oysa benimkiler daracıktı, biraz da kısaydı. Tahtaya kalktığımda hasımlarımın yorumları gelirdi kulağıma:
“‘Düdük’ pantolonlu! Çorap gibi bacaklarına yapışmış! Şıklığına diyecek yok!”
Ama onlar ne derlerse desinler, Marista1
rahipler tarafından kayırıldığım da bir gerçekti. Durmadan benden
söz edip zekâmı öve öve bitiremiyorlardı: “Bu çocuk
adam olacak…” “Her şeyi ne de kolay öğreniyor…”
Tarcísio, karşıdan ağır ağır geliyordu.
“Matematik sınavı ne olacak, Zé?”
Hay Tanrı, matematik! En zayıf noktamdı bu; bütün aldığım cezaların nedeniydi, sinemayı kaçırmamın, futbol maçına sokulmayışımın nedeniydi. Gerçi futbolu pek kötü oynuyordum, ama oynamaya da bayılıyordum. Yüzmede ise üstüme yoktu.
“UYANSANA Zé! Matematik dedim.”
“Son sınavdaki gibi yaparsak sorun yok…”
“İstediğin soruyu çıkartabilecek misin?”
“Biraz zor olacak. Peder Feliciano çok kızgın.”
“Bir şey yapamaz mısın?”
“Yüzmeye gitmek için dersten kaçtığımı, ailemin de
bunu istemediğini biliyor ya, bir daha kaçmayacağıma
söz veririm, o da kutudaki soruyu değiştirir.”
“Peki sözünde duracak mısın?”
“Deli misin? Sınavı verene kadar dururum; sonra
yine giderim yüzmeye.”
“Ama öbür sınav gelince o da sana inanmaz.”
“Öbürünü nasıl yapsak olur. Çünkü bu seferki üçüncü yoklama. Üçünden iyi not alınca dördüncüsü kötü
bile olsa geçeriz.”
“Kutudaki sayılar değiştirildiği halde nasıl oluyor da
istediğimiz gibi çıkıyor, Zé?”
“Ben gördüm nasıl olduğunu. Diyelim ki on iki soru
var, hepsinin numarası çalıştığımınkiyle aynı. Kuradan
sonra Peder Feliciano kutuyu alıp asıl soruları koyuyor.”
“Ya günün birinde ortaya çıkarsa?”
“Yok canım. Onun olduğunu kimse anlamaz. Sayılar
değişik bir yazıyla yazılmış. Sen onu aptal mı sanıyorsun?”
“Neden seni bu kadar seviyor?”
“Çünkü beni küçüklüğümden beri tanıyor.”
“Beni de küçüklüğümden beri tanıyor.”
“Öyleyse sen benim kadar güzel değilsin de ondan.
O bana kendi oğluymuşum gibi davranıyor. Hiç kimse
çirkin bir oğlu olsun istemez.”
“Vay canına, amma da kendini beğenmişsin!”
“Kadınların gözünde ne kadar sükseli olduğumu
görmedin mi yoksa?”
“Aman ne müthiş kadınlar!”
“Değiller ama olacaklar, görürsün bak! Bahçedeki
banka oturalım mı?”
“Oturalım. Ama saat gelmedi mi?”
“Daha on dakikamız var. Sonra koşarız. Peder Amadeu’nun dersi var; geç kalana kızıyor.”
Yabaninciri ağacının minik toplarını potinlerimizin altında eze eze yürüdük: paf-paf-paf-paf. Gidip oturduk.
Katedralin kulesindeki bayraklara baktık. Bayrakları gördüm mü hayal kurmadan edemiyordum. Günün birinde Yabancılar Lejyonu’na gidecektim. Bayraklar özgürlük ve hayat demekti. Limanın dışında kalan gemilere yardımcı olmak için kulede nöbet tutan izcilerle arkadaş olmuştum. Yeniden Yabancılar Lejyonu’nu düşünüyordum. Beau Geste filmini görüyordum, bölüm bölüm…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDelifişek
- Sayfa Sayısı88
- YazarJosé Mauro de Vasconcelos
- ISBN9789750724787
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yol ~ Jack London
Yol
Jack London
Yol, Jack London’ın henüz on sekiz yaşındayken giriştiği çılgınca serüvenin anlatısıdır. Dünyayı keşfetme fikrinin büyüsüne kapılan genç London, işini bırakıp trenlerle binlerce kilometre kat...
- Düzenbazın Kalbi ~ Jennifer A. Nielsen
Düzenbazın Kalbi
Jennifer A. Nielsen
Eğer hayatta kalmak istiyorlarsa, Simon ve Kestra’nın tek şansı birbirlerine tekrar güvenmek ve anılarına tutunmaktı. Peki paramparça bir kalp iyileşebilir miydi?
- Sanık ~ John Grisham
Sanık
John Grisham
Küçük avukat Theodore Boone’un nefes kesen maceraları tüm hızıyla sürüyor. Üstelik hayranlarının pek de alışık olmadığı bir rol dağılımıyla… Cevval avukatımız Theo, bu sefer...