Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Değirmenimden Mektuplar
Değirmenimden Mektuplar

Değirmenimden Mektuplar

Alphonse Daudet

“İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına kadar açık, etraf günlük güneşlik… Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu karşımda… Ufukta Küçük Alplerin tepeleri…

“İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına kadar açık, etraf günlük güneşlik… Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu karşımda… Ufukta Küçük Alplerin tepeleri beliriyor. Çıt yok. Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavantaların arasından bir çalı kuşunun ötüşü, çıngırak sesi… Artık nasıl olur da ben sizin o gürültülü ve karanlık Paris´inizin hasretini çekerim?” Naturalizmin başarılı temsilcisi Daudet canlı hayal gücü ve şairane bakışıyla hayatın güler yüzünü gösteriyor.

***

Yerleşme

Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otların bürümüş olduğunu görünce sonunda bütün değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve burasını tıpkı bir karargâh, stratejik bir üs haline getirmişlerdi. Burası adeta tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün bunlardan abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay ışığına uzatmış ısınıyorlardı. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! bütün ordu bozguna uğradı ve kuyruk havada, haydi fundalığa! Umarım tekrar gelirler.

Beni görünce şaşıranlardan biri de yirmi seneden beri değirmende oturan, birinci katın kiracısı, bilge görünüşlü, ihtiyar ve korkunç bir baykuş oldu. Kendisini yukarıdaki odada, sıva ve kiremit parçaları arasında dimdik ve hareketsiz buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancılamış olacak ki, “hu! hu!” demeye ve tozun kurşunî bir renge bağladığı kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu bilgeler! Temizlik nedir bilmezler!.. Neyse, bu asık yüzlü sessiz kiracı, o haliyle hepsinden fazla hoşuma gitti. Ben de derhal kira kontratını yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişi ile birlikte onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.

***

İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına kadar açık, etraf günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor… Ufukta Küçük Alple-rin zarif tepeleri beliriyor… Çıt yok… Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lâvanta çiçekleri arasından bir çalı kuşunun ötüşü, çıngırak sesi… Bütün bu güzel Provence manzarası ancak ışıkla can buluyor.

Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Paris’inize hasret çekerim? Değirmenimden o kadar memnunum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, faytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Etrafımda ne kadar güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün olmadı ama içim coşkuyla dolup taşıyor… Bakın daha dün akşam, yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Sizi temin ederim bu hafta içinde Paris tiyatrolarında daha çok yeni izlediğimiz bütün o temsillere bu manzarayı değişmem. Bana hak verin ve şunu bilin ki, Provence’ta sıcaklar başlayınca koyun ve keçi sürülerini Alplere göndermek âdettir. Hayvan ve insan bir arada, yükseklerde ve açık havada, bellerine kadar ota gömülü, beş altı ay kalırlar. Sonra sonbaharın ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu. Sabahtan beri çiftlik kapısının iki kanadı da ardına kadar açıktı. Ağıllar taze samanla doluydu. Herkes saat başı birbirlerine “Şimdi Eyguieres’e varmışlardır; şimdi Paradou’dadırlar.” diyordu. Nihayet akşama doğru, “İşte göründüler!” diye bağrıştılar. Artık ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görebiliyoruz.. Sanki bütün yol sürü ile beraber yürüyor gibi.

En başta boynuzlarını uzatmış, yabani ve ihtiyar koçlar yürüyor. Arkadan da anne olanları biraz bezgin, kuzuları ayak altında, büyük bir koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzuları küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi topuklarına kadar inen deve tüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.

Bütün bu kafile keyifli keyifli önümüzden geçiyor, bir sağanak gürültüsüyle kapıdan içeriye doluşuyordu. Evdeki telaşı görmelisiniz!.. Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve müthiş bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu dağıldı. Herkes ayakta: Güvercinler, tavuklar, ördekler, hindiler, hepsi… Bütün kümes çılgına döndü. Tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabani bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.

İşte böyle bir hengâme içinde sürü yerine yerleşiyordu. Bu ne kadar hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce ihtiyar koçların gözleri sulanıyor, kuzular, yolda doğup da çiftliği hiç görmemiş olanlar, şaşkın şaşkın etraflarına bakınıyorlardı.

Fakat en dokunaklısı köpeklerin haliydi. O sürünün etrafında harıl harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın; kuyunun ağzına kadar soğuk su ile dolu kovası istediği kadar onlara işaret etsin faydası yok! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı sofada masa başına oturmadıkça hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve kemiklerini yalayıp yutarken çiftlik arkadaşlarına yukarda, dağ başında, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına kadar çiğ ile dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

Beaucaire Postası

Buraya geldiğim gündü. Pek öyle uzunboylu yollara düşmeden garaja dönüvermek için yol boyunca salına salına dolaşan ve dolmuş görevi yapan köhne bir posta arabasına binmiştim. Üst katta, arabacının dışında beş kişiydik.

Önce kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabani hayvan kokan, iri gözleri kan çanağı, kulaklarında gümüş köpelerle bir Camargue korucusu. Sonra iki Beaucaireli fırıncı ile çırağı. İkisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama yandan bakılınca profil şahane. Sanki Vitellius’un suratı kazınmış iki Roma madalyası… Nihayet, en önde, arabacının yanında bir adam… Hayır hayır, bir kasket… Ağzını açmadan, kederli kederli yola bakan tavşan derisinden kocaman bir kasket.

Bütün bu adamlar, birbirlerini tanıyorlar ve hiç çekinmeden, yüksek sesle, kendi işlerinden bahsediyorlardı. Camarguelı birisi, bir çobana dirgen salladı diye, Nimes’deki sorgu hâkiminin huzuruna çağrıldığını ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar doğrusu… Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden biribirlerini boğazlayacak-lardı. Galiba fırıncı düzenli olarak Provencelıların öteden beri “Annemiz” dedikleri, çocuğu İsâ’yı kollarında taşıyan Meryem Ana ikonalı kiliseye gidiyormuş. Çırağı ise, bakire Meryem’e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o güzel ikonaya adanmış yepyeni bir kilisede ilâhi korosundaymış! İşte kavganın sebebi buydu. Bu iki koyu Katolik adamın birbirlerine, aralarındaki tek fark olan ikonaları yüzünden küfretmeleri asıl görülecek şeydi. Birbirbirlerine bıçak çekmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Eğer arabacı işe karışmasaydı galiba bu eğlenceli tartışmanın sonu kötüye varacaktı. Bereket versin arabacıya, Beaucairelilere gülerek:

—    Bırakın şu dedikoduları. Bunlar kadın dedikodusu. Erkekler böyle şeylere karışmaz! dedi ve kendinden emin bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi kendisine hak verdirdi.

Tartışma kesilmişti ama, bir kere coşmuş bulunan fırıncı içinde kalanları boşaltmak ihtiyacında idi. Köşesinde sessiz ve kederli oturup duran zavallı kaskete alaycı bir tavırla:

—    Ya sizin eşinizin, dedi, eşinizin Meryem Anası, hangisi?

Her halde bu cümlede gizli bir gönderme olmalıydı ki bütün üst kattakiler bir anda kahkahayı bastılar… Kasket gülmüyordu. Duymamış gibiydi. Fırıncı bu hali görünce bana döndü:

—    Karısını bilmezsiniz, değil mi mösyö? Acaip kadındır vesselâm! Beaucaire’de bir eşi daha yoktur.

Gülüşmeler arttı. Kasket kıpırdamadı bile. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:

—    Kes şunu artık! demekle yetindi.

Ama fırıncının susmaya niyeti yoktu.

—    Aman Tanrı’m! Böyle bir karısı olan adama hiç acınabilir mi? İnsanın canı hiç sıkılmaz. Değil mi ya? Her altı ayda bir birileriyle kaçıp gider. Dönüşte de size bol bol hikâyeler anlatır…

Bakın mösyö, daha evleneli bir sene olmuştu ki, hop, kadın bir çikolata tüccarıyla Ispanya’ya kaçtı.

Kocası evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi. Bir süre sonra, baktık ki kadın İspanyol kıyafetinde, elinde çifte zil, geri döndü. Kendisine:

–    Aman saklan, dedik, kocan seni öldürecek!.

Öldürmek ha!. Ne gezer… Kuzu kuzu yine karı koca oldular.

Kadın kocasına zil çalmayı bile öğretti.

Yine kahkahalar koptu. Kasket köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı:

–    Kes artık!

Fırıncı aldırmadı, devam etti:

–    Belki, kadın Ispanya’dan döndükten sonra artık hanım hanımcık evinde oturdu sanırsınız!.. Ne gezer.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Kadın gitti mi seninki ağlar; bir de dönüp geldi mi, çektiklerini çabucak unutur. Her zaman kadını kaçırmış olurlar, her seferinde adam affeder. Doğrusunu söylemek gerekirse kadın da kadındır hani… Sözün kısası Parisli mösyö, Beaucaire’e yolunuz düşerse…

Zavallı kasket, acı dolu bir sesle:

–    Kes artık, yalvarırım, dedi.

Tam o sırada araba durdu. Anglores çiftliğine varmıştık. Bea-ucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak aklımdan bile geçmedi. Çiftliğin avlusundan hâlâ fırıncının kahkahası duyuluyordu.

***

Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da Arles’da indi. Arabacı yolda, atlarının yanısıra

yürüyordu. Yukarıda, her birimiz kendi köşemizde, kasketle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava sıcaktı. Koltukların derisi âdeta yanıyordu. Zaman Zaman gözlerimin kapandığını, başımın ağırlaştığını hissediyordum. Ama uyumak ne mümkün! Kulağımda hep o yumuşak, o insanın içini burkan “Kes artık yalvarırım” sözü… Zavallı adam, o anda uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin, bir ihtiyar eli gibi sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu…

Arabacı birden bire bana:

–    Parisli, geldik artık! diye seslendi. Kırbacının ucuyla da, üstünde kocaman bir kelebek gibi iğnelenmiş değirmeni ile bizim tepeyi gösteriyordu.

Hemen inecektim… Yanından geçerken, şu kasketin altına bir bakayım dedim. Gitmeden evvel kendisini görmek istiyordum. Niyetimi anlamış gibi zavallı, birdenbire başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:

–    Bana iyi bak, arkadaş! dedi. Günün birinde, Beaucaire’de bir cinayet olduğunu duyacak olursan, hiç çekinmeden, “katilin kim olduğunu biliyorum” diyebilirsin!

Yüzü, küçücük solgun gözleriyle ne kadar sönük ve kederliydi. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların hiddeti!.. Karısı olsaydım, ondan korkar ve uzak dururdum.

Cornille Ustanın Esrarı

Arasıra, geceleri değirmende şarap içerek vakit geçiren Fran-cet Mamai yok mu? Hani canım, şu ihtiyar klârnetçi! İşte o, geçen akşam, yirmi sene önce bizim değirmende geçen küçük bir köy faciasını anlattı. Adamın hikâyesi bana öyle dokundu ki, ben de size, duyduklarımı olduğu gibi anlatmak istiyorum: Bir an için düşünün sevgili okuyucularım; şöminenin önüne oturmuşsunuz, ihtiyar bir klârnetçiyi dinliyorsunuz:

“Ah efendim, bizim memleket, eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden burada değirmencilik öyle işlek bir zenaattı ki, çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler, öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yelde-ğirmenleriyle kaplı idi. Rüzgar esince çamların üstünden, yol boyunca inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey görülmezdi. Bütün hafta, yukardan gelen kırbaç seslerini, pervanenin gıcırtılarını ve değirmenci çıraklarının bağırtılarını dinlerdiniz. Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda, değirmenciler bize şarap ikram ederdi. Hele değirmenci kızlar! Dantelâlı atkıları ve boyunlarındaki altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzellerdi. Ben de klârnetimi getirirdim. Gece oluncaya kadar dans edilirdi. Değirmenler, bizim memleketin şenliği, zenginliğiydi.

Ne yazık ki Parisli birkaç Fransızın aklına, Tarascon yolu üzerinde bir un fabrikası kurmak geldi. Bilirsiniz ya, eskiye rağbet olmaz, derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, işte böyle işsiz kaldı. Önceleri direnmeye yeltendiler, ama fabrika daha kuvvetli çıktı ve hepsine topu attırdı… Artık o küçücük eşekler gelmez oldu… Güzel değirmenci kızları, altın kolyelerini sattılar… Ne şarap kaldı, ne de dans… İstediği kadar rüzgar essin, değirmen artık un öğütmüyordu… Nihayet, bir gün, belediye bu harabeleri yıktırdı ve yerlerine üzüm ile zeytin ağaçları dikildi.

Ama bu bozgun havası içinde, bir tek değirmen değişime direniyor ve tepenin üstünde, fabrikacılara inat, boyuna dönüp duruyordu. Bu, Cornille Ustanın değirmeni idi, işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!…

***

Cornille Usta, altmış seneden beri unlar içinde yaşamış, mesleğine çılgın gibi bağlı ihtiyar bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye döndürmüştü. Tam bir hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu. Ahaliyi başına topladı, fabrika unuyla Provence halkını zehirlemek istediklerini bağıra çağıra söyledi durdu. “Sakın ha, oraya gitmeyin” diyordu. “Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan icadıdır. Ama ben rüzgarla çalışırım. Rüzgar Tanrı’nın nefesidir.” Böylece, yel değirmenlerini övmek için ne güzel sözler buluyordu; buluyordu ama kimsenin sözlerine kulak astığı yoktu.

Bunun üzerine ihtiyar çılgına döndü ve değirmenine kapandı. Yabani bir hayvan gibi tek başına yaşadı. Hattâ yanına torunu Vivette’i bile almak istemiyordu. Onbeş yaşındaki bu kız çocuğunun anası babası öldükten sonra, dünyada ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız, karnını doyurmak için çiftliklerde ekin kaldırdı. İpek böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Halbuki büyük babası, kendisini seviyormuş gibi görünüyordu. Sık sık torununu görmek için, kızgın güneşin altında ta kızın çalıştığı çiftliğe kadar, saatlerce yürüyor ve yanına gelince de, yine saatlerce kızın yüzüne bakarak ağlıyordu…

Memlekette herkes, ihtiyar değirmencinin, cimrilikten Vivette’i ortada bıraktığını sanıyordu. Torununun böyle bir çiftlikten öbür çiftliğe sürünüp durması, kâhyaların kabalığına hedef olması, hizmetçilerin arasında her çeşit sefalet içinde yuvarlanıp gitmesi hep onun kabahatidir, deniyordu. Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana kadar herkesin saydığı bir adamın yalınayak, başında delik deşik bir şapka, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması hiç de hoşa gitmiyordu… Öyle ki pazarları kiliseye girdiğini görünce, biz yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu halimizin farkına varmıştı.

O da gelip şehrin ileri gelenlerine mahsus sıraya oturmaktan çekiniyor, kilisenin bir kenarında, mukaddes su kabının yanı başında, fakirlerle birlikte ayakta duruyordu.

Cornille Ustanın halinde, anlamını çözemediğimiz bir şeyler vardı yine. Epey zamandan beri köyden kendisine kimsenin buğday götürdüğü yoktu ama, değirmenin kanatları yine eskisi gibi dönüp duruyordu… Akşamları, yollarda, önüne kocaman un çuvalları yüklü eşeğini katmış giden ihtiyar değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:

–    İyi akşamlar, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Nasıl, değirmen hep dönüyor mu?

İhtiyar, neşeli neşeli:

–    Hep dönüyor, evlâdım! diyordu. Tanrı’ya şükür işsiz kaldığımız yok!

Bu kadar işi nereden bulduğu sorulunca da, parmağını dudağına götürüyor ve gayet ciddi: “Aman susss!.. diyordu. İhracat için çalışıyorum…” Ağzından daha fazlasını kapmak imkânsızdı.

Değirmene ayak basmaya gelince, onu hiç düşünme. Vivet-teciğin bile değirmene girdiği yoktu…

Önünden geçildikçe kapının daima kapalı, kocaman kanatların ise daima harekette olduğu görülürdü. İhtiyar eşek hep meydandaki çimenlerin üzerinde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.

Bütün bunlar halka esrarlı geliyor ve herkesin çenesini yoruyordu. Herkes, Cornille Ustanın esrarını kendine göre açıklıyordu. Ama genel kanı bu değirmende un çuvalından çok altın torbası bulunduğu merkezindeydi.

***

Sonunda her şey meydana çıktı. Bakın nasıl:

Genç kızlarla delikanlıları klârnet çalarak eğlendirip dururken, bir gün, büyük oğlumla Vivetteciğin birbirlerine tutulduklarını fark ettim. Doğrusu bu işe hiç de kızmadım, çünkü ne de olsa, Cornille adının aramızda şerefi, itibarı vardı. Hem sonra, o güzel kızcağızın evimize gelin gelmesi beni çok mutlu edecekti. Yalnız, bizim sevdalılar pek sık görüştükleri için, ne olur ne olmaz diye, hemen işi yoluna koymak maksadıyla değirmene koştum. Koştum ama, ihtiyar büyücüye kapıyı açtırmak ne mümkün! Anahtar deliğinden, zar zor, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Allah’ın belâsı sıska kedi, tepemin üstünde, şeytan gibi pıhlayıp duruyordu.

İhtiyar sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söyledi durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok klarnetimle uğraşmalıymışım, yok acele oğlumu evlendirmek istiyorsam un fabrikasından kız almalıymışım… Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama yine kendimi zaptettim. Bunağı değirmende bırakarak döndüm ve çocuklara başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü inanamıyorlardı. Her ikisi de birlikte büyük baba ile görüşmek üzere değirmene gitme iznini, bir lütufmuş gibi isteyince, ben de olmaz diyemedim. Bizim sevdalılar da hemen uçup gittiler.

Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış. Kapı, adamakıllı kilitliymiş, ama ihtiyar, merdivenini dışarıda bırakmış. Çocukların aklına hemen pencereden girip şu meşhur değirmene bir göz atmak gelmiş…

Tuhaf şey! Değirmen taşının bulunduğu yer bomboşmuş. Ne bir çuval, ne bir buğday tanesi… Ne duvarlarında, ne de örümcek ağlarının üstünde undan eser varmış. Hattâ değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday kokusu bile yokmuş… Değirmen mili toz içindeymiş ve sıska kedi, üstüne çıkmış uyuyormuş.

Alttaki odada da aynı sefalet… Kötü bir yatak, birkaç paçavra, merdivenin basamağı üzerinde bir parça ekmek, sonra bir köşede, patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç dört çuval…

İşte Cornille Ustanın esrarı burada idi. Değirmenin şerefini kurtarmak ve herkesi, içeride buğday öğütüldüğüne inandırmak için akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen!.. Zavallı Cornille!.. Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine almışlardı. Kanatlar boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta dönüyordu.

Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe yüreğim parçalanacak gibi oluyordu. Hemen, dakika geçirmeden komşulara koştum ve onlara meseleyi anlattım.

Derhal, evlerde hububat namına ne varsa yükletip Cornille’in değirmenine götürmeyi kararlaştırdık. Dediğimizi de hemen yaptık. Bütün köy halkı yola düzüldük ve buğday -ama bu sefer hakiki buğday- yüklü bir eşek kervanıyla yukarıya vardık.

Değirmenin kapıları ardına kadar açıktı… Kapının önünde Cornille Usta, bir alçı çuvalının üstüne oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp duruyordu. Değirmene döndüğü zaman, kendisi yokken içeriye girdiklerini ve o hazin sırrını öğrendiklerini fark etmişti.

–    Ben bir zavallıyım! diyordu. Artık ölmekten başka çarem kalmadı… Değirmenin şerefi mahvoldu.

Değirmenine türlü adlar takıp onunla sahici bir insanmış gibi konuşarak yürekleri parçalayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.

Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı. Biz de, o eski zamanlarda olduğu gibi, var kuvvetimizle:

–    Hey, değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmağa başladık.

Hemen çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın gibi buğday taneleri, her taraftan yerlere döküldü.

Cornille Ustanın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:

–    Buğday bu! Tanrı’m! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.

Sonra bize dönerek:

–    Ah, tekrar bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Bütün bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.

Kendisini omuzlarımıza alarak alayla köye götürmek istiyorduk:

– Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden önce gidip değirmenime gıdasını vereyim. Ne zamandan beri ağzına bir lokma girmedi.

Zavallı ihtiyarın bir yandan çuvalları boşaltmak, bir yandan da, unun incecik beyaz tozu tavana yükselirken, değirmen taşını idare etmek için bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe hepimizin gözleri doluyordu.

Kendimizi övmek gibi olmasın ama, o günden itibaren ihtiyar değirmenciyi hiç işsiz bırakmadık. Nihayet, bir sabah, Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları, bu sefer ebediyen durdu… Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu dünyada her şeyin bir sonu var. Rhone boyunca gidip gelen pazar kayıklarının, kukuletalı boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl geçmişse, yel değirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!…

Eklendi: Yayım tarihi

“Değirmenimden Mektuplar” için 5 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Şehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü ~ Leila SebbarŞehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü

    Şehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü

    Leila Sebbar

    Leila Sebbar, Paris’te yaşayıp Parisli olamayanların, devrimcilerin, dandy’lerin, motorcuların, uyuşturucu bağımlılarının bir işgal evinde kesişen ve evden kaçan Şehrazat’ın etrafında dönen hikâyesini anlatıyor. 1980’ler...

  2. Mart Menekşeleri ~ Sarah JioMart Menekşeleri

    Mart Menekşeleri

    Sarah Jio

    Bir kadının yüreği sırlarla dolu bir denizdir… Gerçek aşkı yaşadığına inanan ünlü yazar Emily Wilson, kocasının başka bir kadını ona tercih ettiğini öğrenince, hayal...

  3. Düşesin Zaferi ~ Elizabeth LoupasDüşesin Zaferi

    Düşesin Zaferi

    Elizabeth Loupas

    Ferrara Sarayı yasak elma gibidir, güzel, kırmızı ve çekici, ama zehirli, çok zehirli… Rönesans İtalyası… Araf’ta kalan bir ruh ve Avusturya prensesi Barbara… Prenses...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur