Dar Kapıdan Birlikte Geçmeye DAVETLİSİNİZ! Alabildiğine geniş zannettiğimiz hayat yolculuğunda, sayısını bilemeyeceğimiz zor tercihlerle ve dar geçitlerle yüz yüze gelir insan. Bu dar kapıların ötesinde ise insanın kendisini bir okyanus kadar derin ve bir martı kadar özgür hissedeceği nurani iklimler vardır. Senai Demirci, bu kitabıyla bizleri, aşılabildiğinde aydınlık bir hayata götüren ´dar kapıdan geçmeye´ hazırlıyor. İnsanı, kendini ve kâinatı keşfetmeye, haddini ve Rabbini bilmeye çağıran denemelerle okuyucuyu akli ve kalbi bir yolculuğa çıkarıyor. Üstelik bunu, ipek yumuşaklığında bir dil ve sağlam bir fikir örgüsüye sunuyor. Kitabın içinde bahsedilen başlıca konular, Rıza i ilahi için yaşamak Sebepler perdesinin arkasında ki hakikat Rabbe kul olmak Allahın yaratışında ki mucizeye ülfet kesbetmemek Hayret nazarını korumak Akıl ve nakil dengesinde yürümek Nefis mücadelesini diri tutmak.
***
İçindekiler
Sunuş…………………………………………………………………………………9
Yeni baskıya yine önsöz……………………………………………………….13
BİRİNCİ BÖLÜM
DOSTA MEKTUPLAR
Söze yâr olmak……………………………………………………………………19
Yazı, nefsin hatırlanmasıdır………………………………………………….21
Arz’i halimdir…………………………………………………………………….23
Sözün kıyısı’ndan………………………………………………………………..26
Sen yarına erişemezsin!……………………………………………………….28
Yarın diye bir şey yok………………………………………………………….31
N’aber?………………………………………………………………………………34
Mavi kuş göğü sırtında taşır…………………………………………………36
Dar kapı…………………………………………………………………………….41
Leylâ’dan Mevlâ’ya yol vardır………………………………………………44
Hayat müsveddesiz yazılır…………………………………………………….47
Bugün yarınsız ve sonsuz……………………………………………………..51
Güneşi doğudan batırmak……………………………………………………54
Güle yel değdi…………………………………………………………………….56
Şimdi ruhuna bir çentik at…………………………………………………..59
Sen ve son …………………………………………………………………………62
Ne çok uzak ölüm, ne de çok yakın………………………………………65
İKİNCİ BÖLÜM
İBRAHİMÎ YAZILAR
Kâinat mü’minedir ……………………………………………………………..71
Şaşılar, akıllılar, şaşı akıllılar………………………………………………..73
Ne kadar ‘bilimsel’ konuşuyoruz?………………………………………….77
Güneşi batıdan doğdurmak………………………………………………….80
Nemrut’tan ‘bilimsellik’ dersi……………………………………………….84
Çelişki: hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci…………………..87
Akılcılık akıllılık mıdır?………………………………………………………91
Asâ-yı Musa, âzâ-yı İbrahim………………………………………………..95
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KUR’ÂN’LA GELEN
Yahudi olmamak üzerine …………………………………………………….99
Bir ayet, iki mesnevî, üç kelime………………………………………….102
‘Arzın bitirdiği şeyler’………………………………………………………..106
Demir yerden çıkmaz, yağmur gökten düşmez………………………109
Demiri indirmek, perdeyi kaldırmak……………………………………112
‘Güzel bir ayrılış’……………………………………………………………….114
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DAR KAPININ EŞİĞİNDE
Ömrüm bugündür……………………………………………………………..121
Kara yazı …………………………………………………………………………125
GAP’a dair……………………………………………………………………….129
“İnsanlar uykudadır”………………………………………………………….133
Bugünü yaşamak……………………………………………………………….136
Şakk-ı kader……………………………………………………………………..139
Aslolan esmâdır………………………………………………………………..143
Nisyandan aldın beni, isyandan alıkoy Rabbim!…………………..148
BEŞİNCİ BÖLÜM
KÜÇÜK SEVDALAR ANSİKLOPEDİSİ
Evlat tadı…………………………………………………………………………153
Beş yıldızlı yazı………………………………………………………………….157
‘Yağmurca’ söylemek…………………………………………………………161
Sabah suları……………………………………………………………………..163
Günün zirvesine tırmanmak……………………………………………….165
Yakın diye bir yer yok……………………………………………………….168
Oyumuz önce bizi seçer……………………………………………………..172
Nerelerdesin?……………………………………………………………………175
Ve taş ve ateş……………………………………………………………………178
Üç soru……………………………………………………………………………180
Kaos ya da postmekanizm…………………………………………………..183
Çöpe ve çöplüklere dair…………………………………………………….187
Elma kabuğu üzerine düşünceler…………………………………………189
Ceviz kabuğunu kırmak……………………………………………………..192
Yumurtanın kabuğunu nasıl kırmalı?…………………………………..194
Kokular ve duygular …………………………………………………………197
‘Cihad’a ‘savaş’ açtık, ‘hicret’ten ‘göç’ ettik………………………….201
Televizyonuna seyirci kalmak…………………………………………….204
‘Gerçek haber’ nerede?………………………………………………………208
Üç ‘gerçek’ haber………………………………………………………………211
Sudan bahanelerle yazılmış bir yazı…………………………………….214
Haberler ya da büyüklere masallar ……………………………………..217
ALTINCI BÖLÜM
DÜŞÜNCELER
Sunuş
Kadim dostlukların varıp dayanacağı yer, kadim dostlardır. Hayat yolculuğumuz boyunca bir dizi yeni dost da ediniriz; lâkin, kadim dostlukların yeri ve tadı başkadır.
Kadim bir gönül dostum, arkadaşım, kardeşim olarak Senai’yi yıllar yılı ‘editörlük’ görüntüsü altında bir hayli hırpalamış olmalıyım ki, elinizdeki kitabın ilk baskısını ‘benden habersiz’ olarak yayınladı. Lâkin, kitabı çıkıncaya kadar insana dünyayı dar eden bir editörle çalışmak çok heyecan verici olmalı ki, basılmış olan kitabını imzalı halde bana hediye ederken, sözün arasına bu kez ‘yeterince heyecan duyamadığı’ ifadesini iliştiriverdi. Sözünün devamında, kitabın ‘heyecan verici’ hale gelmesi için yeni baskı öncesi bizim ‘elimizden geçmesi’ ricası vardı.
Eh, öyle de oldu. Sevgili kardeşimin ‘yeterince heyecan’ duyarak yeni baskıyı eline alacağını sanıyorum; çünkü, yeni baskı sürecinde kitaptan bir dizi yazı çıkarıldı, bir dizi yazı eklendi. ilk baskısı yapılmış kitabın üç ayrı kitaba dönüşmesi şeklinde bir teklif sunmuş olduk Senai’ye. Elinizdeki kitap ise, bu ‘üçleme’nin ilk aşaması. Yanlış anlaşılmasın; ilk baskı, ‘kırpılarak’ üç ayrı kitaba dönüştürülmüş değil. Nitekim, elinizdeki kitap, ilk baskı ile aynı hacme sahip bulunuyor. Senai’nin üç ayrı formda gelişmiş yazı dağarcığında birikenlerin, bu üç form dahilinde tekrar harmanlanması gibi bir durumdu yaşanan…
Senai Demirci’yi ilk yazısından beri takip eden biri olarak, bu kitapta yer alan yazıları bir ‘editör’ nazarıyla tekrar tekrar okurken edindiğim öncelikli intibaın, Senai’nin dilinin zaman içinde müthiş bir kıvraklık kazanması olduğunu söylemem gerekiyor. Gerçi bu kıvraklık bazan ‘kendini tutamayıp’ kelimelerle ziyadesiyle oynama gibi sonuçlara da yol açabilmiş; lâkin, sonuç itibarıyla, akıl ve kalpleri kâinatın ve fıtratın derinliklerinde zevkli ama derinlikli yahut derinlikli ama zevkli bir yolculuğa çıkaran güzelim denemeler doğmuş bu kıvraklıktan. Özellikle “Dosta Mektuplar” değme denemecilere taş çıkartan ipek yumuşaklığında ama fikir örgüsü sağlam denemeler içeriyor ve, meselâ “Sen ve Son”da, müthiş bir kıvama erişiliyor.
Okuyucu, kitabın sayfaları arasında ilerledikçe, “Dosta Mektuplardaki güzelim denemelerin ardından “Dar Kapının Eşiğinde” bölümünün gelmesinin daha münasip olacağını düşünecektir. Lâkin, ikinci bölüm “Ibrahimî Yazılar” olarak karşınıza çıkıyor. Bu, sorumluluğu bize ait bir tasarruf. Kasdımız ise, akıl kadar kalbe de hitap eden bir üslubu nedense ‘duygusal’ ve dolayısıyla ‘entellektüel açıdan zayıf görenlerin varlığına karşı, “Ibrahimî Yazılar”ın ‘entellektüel’ konuların pekâlâ bir ‘deneme’ üslubunda yazılabileceğini gösteriyor olması. Senai’nin dünyasına “Kur’ân’la gelen”lerin, yalnızca bu bölümdeki yazılardan ibaret olmadığını kitabın bütünü gösteriyor; lâkin, sevgili kardeşimin Kur’ân’la dünyasına gelenlere tahsis edilmiş bir eserle karşımıza çıkmasını hassaten arzu ediyorum. Dilerim Senai “Dar Kapının Eşiği”nden geçer, “Küçük Sevdalar”dan vakit bulur ve belli bir alana mahsus daha yoğun eserler de sunar hepimize. Nitekim, Bilimin Öteki Yüzü’nde beraber olduğumuz sevgili yazı arkadaşımdan, yapabileceğini bildiğim bir şeyi yapmasını; elbette okunmaya değer olan ama son tahlilde bir ‘derleme’ mahiyeti taşıyan kitapların yanında, evvelemirde kitap olarak tasarlanmış daha uzun soluklu çalışmalar ortaya koymasını bekleyegeldim, bekliyorum, bekleyeceğim.
Senai Demirci’nin ‘yapmasını arzu ettiklerimiz’den ‘yaptıkla-rı’na dönecek olursak; sevgili dostumuz, sıklıkla unuttuğumuz iki değerli emaneti, ‘enfüs’ ve ‘âfâk’taki ayetleri bize hatırlatan; bizi iç dünyamızın kıvrımlarında ve kâinatın derinliklerinde dolaştıran bir kitapla yüz yüze bırakıyor hepimizi. Bu kitap, buram buram insan kokuyor. Buram buram kâinat kokuyor. Ve bizi, mele-kûta uzanan aklî ve kalbî yolculuklara hazırlıyor.
Kitabın yazarını hariç tutarsak ilk okuyucusu olduğum ve bir ‘okuyucu’ olarak hayli müstefid olduğum bu kitabın okuyacak herkes için istifadeye medar olacağına inanıyor ve sevgili kardeşimi tekrar tekrar tebrik ediyorum. Allah kalemine kuvvet versin; ve fıtratını her daim uyanık, hayatını her daim müstakim kılsın.
Metin Karabaşoğlu
İstanbul, Kasım 1999
Yeni baskıya yine önsöz
Buluştuk. Şimdi ve burada buluştuk. Dünyanın en temiz köşesinde buluştuk, kâinatın en güzel ikliminde bir araya geldik. Varlığın en saf ayinesinde yüzleştik, buluşmaların en gizlisiyle buluştuk. Sayfada buluştuk, sözde bir olduk. Yazıda göz göze geldik, ifadede yüz yüze gelmiş olduk.
Visalimiz zevalsiz olsun diye, sözü özünden etmemeye çabala-dik. Sevdamız vedasız olsun diye, ifadeyi faydasız kılmamaya çalıştık. Ayinemiz saf kalsın diye, sırf gönlümüzden söylemeye niyet ettik. Ve gizli kalsın diye buluşmamız, araya ağyâr girmesin diye, dost bildik okuyucumuzu, dostâne söylemeye azmettik.
Bu ‘oyun ve oynaş yeri’nde, oyalanmadan ve oyuna dalmadan, sırf hayatın akışını kalemin ucuna taşırmaya çalıştık. Başını taşlara vuran sular gibi, yazıyı gölgesiz, kirsiz, berrak, saf bir tanık eyledik yaşanmışlığa. Bitmek bilmez bir çöl fırtınası gibi savrulduk kelimelerin rüzgârında, yaprağı akarına bıraktık, zamanı unuttuk, neysek onu yazdık. Yazdığımız gibi olmaya, olduğumuz gibi yazmaya gayret ettik.
itiraf edelim ki, hayata acemice baktık. Hiç görmemiş gibi baktık ağaca, göğe, dağa ve güle. Bir gülün açılışını devrim bilecek denli şaşkın ve taze bakışlar giyinmek istedik. Gülün yanağında konakladık, solgun bir yaprakla ölüme yolculuk eyledik. Kıyıda, kenarda, köşede kalma pahasına, çoklarının büyük bildiğini küçümsedik, küçük sandığını önemsedik. Çoklarının unuttuğunu hatırlayan, çoklarının ciddiye aldığını hafife alan azlardan olmaya razı olduk.
Dar Kapıdan Geçmek, adının çağrıştırdığı gibi dar kapıdan geçerek yenilendi. içeriğiyle, azlardan yana bir tavırla ve sade bir sunuşla okuyucusunun karşısına çıkıyor. Kitap, ulus-devlet ölçeğinde düşünmeye alışmış zihinlerin ilgilerinin uzağına düşüyor. Önemli ve öncelikli olanın, çoğunluğun önemsemediği ve sonraya bıraktığı şeyler olduğunu söylemeye çalışıyor. ilkeyi ülkeden önceye, davayı dünyadan önceye alıyor. Yeni baskısıyla biraz daha yaşanmışlık tortusuna bulanmış olarak okuyucunun karşısına çıkarken, ‘dar kapı’ meselinin anlattığı titizliği, sadeliği, arınmış-lığı da bizzat yaşayarak, bazı ‘ağırlıklar’ını eşikte bırakıyor. Okuyucunun ilgisine daha doğrudan hitap etmek adına, önceki baskının kimi bölümlerini dışarıda bırakıyor, kimi bölümlerini genişletilmiş olarak sunuyor.
Bu önsözün ‘biz’ diliyle yazılmasından anlaşılacağı gibi, sadece bu kitabın yazarının değil, çok sayıda dost gönlünün karası bu kara satırlara bulaşmıştır. Yazarken çoğuluz. Zira, az da olsak ‘biz’ olmayı hak edecek bir kardeşliği yaşayarak yazıyoruz. Sıra okumaya gelince, ‘bir’e iniyoruz, bir insan teki olmanın sükûnetinde paylaşıyoruz kelimelerin mahremiyetini. Okurken tekiliz.
‘Hayata götüren dar kapı’dan geçmek uğruna, içten içe çoğalan, dışarıda azlardan olmaya razı olan dostlar olarak kaleme aldık Dar Kapıdan Geçmek’i. Kâinattaki her şeyi tefekkürüne kardeş olarak katabilecek denli ‘biz’ olduk. Kapıdan geçerken bencilliğimizden eksilterek, enaniy etimizden indirime giderek yazmaya çalıştık; azaldık, ‘az’ olduk.
Umulur ki, bu kara satırlardan alnımıza aklar devşirelim, bu ak sayfalardan yüzümüz kara dönmeyelim. Şimdi buluştuğumuz bu satırların da ‘biz’i çoğaltıp ‘ben’i eksiltme yönünde az çok bir katkıda bulunması temennisiyle, çokça selâm ediyor, çokça dua istiyorum.
Senai Demirci
İstanbul, 30 Ekim 1999
BİRİNCİ BÖLÜM DOSTA MEKTUPLAR
“Dost, mânâda dosttan başka biri olabilir mi?” Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
Söze yâr olmak
Sevgili dost,
itiraf etmeliyim ki, bu yazıyı yalnız sen okuyacaksın. “Bu yazıyı okurken yalnız olacaksın” demek istiyorum. Çünkü, şu sıralar içinde bulunduğun halin şairce bir sözü doğruladığını seziyorum: “Düşünce, kendi kanatlarını kimseye ödünç vermez.”
Herkes kendi kanatlarıyla uçar bu yolda. Her birimiz hakikate muhatap olurken, kendi başımızayızdır. Sen de gerçeği yalnız karşılayacaksın. Doğru, gerçeğe girilen kapıyı gösteren güzel birileri hep olageldi. Ama eşiği adımlayacak olan yalnız sensin. Eşikte kalbinle tek başına bekleyeceksin; geri dönecek ya da ileri yürüyeceksin.
Kendi aklının ayinesinde her kelime tek başına ve yegânece boy verir. Orada ilk kez söylenmiş gibi çekingen durur ya da ruhunun tanıdık bir yerinden çıkmış meyve gibi sımsıcak, güleryüzle seni seyreder. Kalbinin terazisinden her söz her defasında yeniden geçecektir. Oysa miyar da, dirhem de senin elinde. Her defasında yeniden dengelemek gerek kefeleri. Yazıyı yalnız okuyacağından emin oluşumun sırrı işte bu.
Söze teslimiyetle girilir dostum. Mezara girer gibi girilir söze. Yalnız ve beyazsın orada. Ve hatta meyyitsin. iradesiz, çaresiz, tevekkülle kelimelerin hükmünü bekleyeceksin. Her harf bir münker nekir ki; alışkanlıklarımızın hesabını sormada, ülfetimizi sorguya çekmede. Aklının Rabbi kim? Kimin terbiyesiyle geçmedesin kelimelerin içinden? Cümlelerin hangi dinin mensubu.
Yazmak kendini erkenden ortaya dökmek değil de nedir? Sevabını ve hatasını ölümü beklemeden sergilemek değil mi yazmak? Hesabı şimdiden istemek değil mi? Gün gelecek, yazdıklarımız mezartaşı gibi bizi anlatmayacak mı? Mezartaşımız olmayacak mı yazımız? Hece hece bir yalnızı, bir faniyi, gelip geçmişi tarif etmeyecekler mi?
Ince uzun bir çizginin içinde kendine biçim aramaktır yazmak. Belki daha doğrusu, ince uzun bir yolda kendini aramaktır. Yazar öylece kalemin ucundaki sıratı adımlıyordur. Ya da kendini sırat yapıyordur kelimeler boyu. Çünkü, yazıda nefis kendini görür ve gösterir. Bir kara kefen ki yazı, gizlilik toprağında gömülü bir ölmüşün yanında taşıdığı tek şeydir. Cepsizdir yazı; kefen gibi. Ona dünyalık bir şey koyamazsınız. Koysanız da taşımaz. Mezar ahvaline, mezartaşına yakışmayan şeyi kaldıramaz yazı.
Değil mi ki, anlattığı kendisidir… işte öylece yazmalı insan; mezartaşmı yazar gibi yazmalı.
insan nasıl yaşarsa öyle yazar. Nasıl yazarsa öyle ölür. Ve öylece haşrolur her cümlenin noktasında. işte sevgili dostum, senin ve benim haşrimiz bu cümlenin sonunda gelen noktada başlıyor.
Yazı, nefsin hatırlanmasıdır
Her yazının birbirini tutmadığını söylüyorsun. Haklısın. Söylediğin, mevsimlerin varlığı kadar gerçek. Değil mi ki her birimiz bir ağaç gibi masumiyet kabuğumuzu kırıp yeryüzüne başımızı uzattık, bundan böyle mevsimden mevsime uğratılacak, halden hale gireceğiz demektir. Ağaç olmak, mevsimlere razı olmak demektir. Kul olmak ise, hallere razı olmak demek…
Aslolan kul olmak olunca, yazmakla yazmamak arasındaki, sözüm ona yazar olmakla okuyucu olmak arasındaki fark da ortadan kalkar. Nihayet, herkes kendi sınırları içinde kendi nefsinin hileleri ile baş başa ve yalnızdır. Yazar ya da okuyucu, kimseye baştan verilmiş bir makam yoktur bu dünyada. Herkes havf ve reca ortasında bir yerdedir. Yani, her birimiz herkes kadar cehenneme yakın ya da uzak, herkes kadar cennete yakın ya da uzaktır.
Hal böyle olunca, yazarın her şeyi, yazmak değildir. Yazmak da, her fiil gibi, kişinin kendi yaşamasından damıtılan şeydir. O halde, yazıda bir hayatın nabızları hissedilir olmalı, bir kalbin genişleyip daralmaları izlenmelidir. içinde bir ‘irşad’ edası sezdiğiniz yazı, size bir insanı anlatmaz. Böyle bir yazı yazmışsak, kendi fıtratının dalgalanmalarını dahi dinlemeyen bir sağırın akortsuz haykırışlarını duymuşsunuzdur satırlar arasında. Bence, her yazı, her söz kendi imtihanımızın şiddetinden kaynaklanan bir itiraf olmalı. işte öylece, başkalarını ‘irşad eden,’ başkalarına ‘öğreten’ bir akademisyen havasından sıyrılıp, kendi nefsini başkalarına şikâyet eden, başkaları ile kendi nefsinin, dolayısıyla onların nefislerinin hallerini ‘istişare’ eden birer kul oluveririz. Risale-i Nur’un da, “Ey nefsim!” diye yazılmış olması, bu açıdan, bir taktik değildir; bir zarurettir, bir hakikattir. Müellifinin nefsine (dolayısıyla nefsimize) dokundurmalarını müellifinin bir tevazu ifadesi olarak değil, Nur müellifi de dahil her birimizin yoğrulduğu ortak hamurun, yani nefs-i emmarenin kötülüğü isteyen dokusunun itirafı olarak almalıyız. Yoksa, “Üstad ne mütevazı imiş!” derken, bir insanın nefsini, ama başta kendi nefislerimizi söz konusu hallerden tebrie etmiş olmaktan korkarım.
Netice-i kelâm, yazarın harcı söze hükmetmek değil, sözün hükmüne razı olmaktır. Her birimiz Sözler’in hakikatine razı olup olmama imtihanını yaşıyor değil miyiz? O halde, her yazıyı kendi payıma, hakikatin nefsime (ve muhtaç nefislere) hatırla-tılmasına vesile olarak görüyorum.
Çok samimi bir dosta yazılan bir mektup da öyle değil midir? Nasılsa, kendisiyle aynı halleri paylaşan, ortak kelimeleri olan, belki ortak günahları, kaçamakları olan birine yazılıyordur mektup; nasılsa başkalarına okutulmayacaktır, o halde alkış ve alkışçılar da beklemiyordur, o ölçüde de samimidir, mahremdir. Biz de insan olarak aynı nefis mayasına sahip değil miyiz? Nefsimizin yaptıkları, şimdiye kadar gelip geçen onca peygamber kıssasında bir bir yüzümüze vurulmadı mı? Firavunluk bizim nefsimizden çıkmamış mıydı sahi? Yine bu nefis, dehriyyûn, maddiyyûn, tabiiyyûnlar meyveleri çıkarmıyor mu?
Açıkçası sevgili dostum, birbirimize ‘yabancı’ sayılmayız. Birbirimizden saklı gizlimiz yok. O halde, süslü kelimelerin ardına sığınıp birbirimize ‘edebiyat yapma’lar da olmamalı. Her yazı da, böylece, birbirinden saklısı olmayan dostların mektuplaşmasına benzemeli. Yazı nefsi hatırlatmalı ve nefse hatırlatmalı.
Arz-ı halimdir
Arz-ı hâl etmeye cânân Seni tenha bulamam Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam. Ulvî
İşte, halimi arz ediyorum.
Saat 03.02… Gecenin ortasındayım. Sessizlik içimi oyuyor. Zihnimde sözler, kelimeler… Uçuşuyorlar. Kanatları birbirine değiyor gibi. Şaşkın, açgözlü bir avcı gibiyim; neye elimi uzat-sam, gözüm bir diğerinde kalıyor. Birini kuyruğundan yakalayayım derken, bir diğerinin kanatları elime değiyor. Ben ne edersem edeyim, her kelime kendi yörüngesi etrafındaki dönüşüne devam ediyor. Nazlı ve uzak bir selâmla, kalbimi kendi çekim alanına çağırıyor. Heyhat! Nerede bende o sadakat? Gönlüm hovarda ya, hiçbir söze yâr olmak istemiyor. İşte öylece, kimse de ona yâr olmuyor.
Gece loş örtülerini üzerime doğru yayıyor. Gündüzün her türlü ayrıcalıklarından üryan halde, kendi içime doğru açılıyor, kalbimin kapılarına doğru yol alıyorum. Şafağın karanlığın elbiselerini kıyısından köşesinden yırta yırta açacağı ânı bekliyorum. Gülün açılışını bekliyorum. Şebnemin gülün yanağına bitişiver-mesini özlüyorum. Günü sese dönüştürmeyi umuyorum.
A dost, a güzel dost, işte sözü bekliyorum. Bilmem hangi harfi ayak bileğinden kavrasam şimdi? Hangi şiirin ince kıvrımları içinde bir ürpertili yolculuğa çıksam? Hangi kelimede konakla-sam? Ah, kimbilir hangi mesel, hangi sembol avuçlarında çil çil gerçeklerle bekliyordur beni?
Sevgili, En Sevgili, ey Sevgili, Seni beklemedeyim ben? “Uzatma dünya sürgünümü” diyen dil ver bana… Seni çağıracak ses ver bana… Pârelensin kafesim, pârelensin de, tüm sözlerim, lâf u güzâfım bir ‘Hu’ deyişte erisin… Bana aşk ve aşk ve aşk getir Allah’ım.
Söylesene; ben hangi ‘Kâfin ardındayım? Kenz kâfi mı, küfür kâfi mı? Perde miyim, pencere mi? Çit miyim, geçit miyim? Neredeyim? Hablullah neremden geçiyor? Sıratım neremde kurulu benim? Kalbimi bu tarafa alıp, nefs-i emmâremi öbür tarafta bırakabildim mi? Yoksa, nefsimi de kalbimin yanına alıp, Ali’nin[r.a.] yapmadığını mı yapıyorum? Görünüşte, kılıcımı düşmana üşürürken, nefsim adıma kalbime mi indiriyorum darbeyi? Tufan günü olsaydı, Nuh’unta–s–] gemisinde mi olurdum yâ Rab? O gün Musa’nın[a–s–] ardında yürüyor olsaydım, deniz bana da açılır mıydı Sevgili Rabbim? Ismail’in[a–s–] yerinde olsaydım, Senin bıçağının kesişine razı olur muydum ey Sevgili Rabbim?
Söyle, n’olur dost, benim adım Azer mi, İbrahim mi? Saadet Asrı’nda olsaydım nereye düşerdim ben? Ah, Ömer[r.a.] düşmanım mı olurdu yoksa? Hem, tam da şimdi, Said’in eşiğine varsaydım, geri çevrilir miydim?
Yazmak mı dedin, a dostum. Geç bunları! Sen asıl, benim boynuma hangi kuş dolanmış, ona bak! “Sen kendi kitabını oku!” dendiğinde neler çıkacak bir gör!
En Sevgili, ey Sevgili, kirâmen kâtibîn şimdi ne yazıyordur acep? Biliyorum Rabbim, marifet yazı yazıyor olmakta değil, münker nekire münasip bir cevap hazırlamakta…
Nereye akıyor cümlelerim? Hangi havuza? Kalemim nereye koşuyor? Hangi sayfa beni Sana getirir? Aşk kaç sayfada yazılır, aşk yazılır mı Rabbim? Ben yazamam ey sayfaların ve kalemin Rabbi…
Bir teşehhüd miktarı ömür, dört elif miktarı ölüm isterim Senden. İşte arz-ı halim diye arz ettiklerim…
Saat 04.35
Selâmla…
Sözün kıyısı’ndan
Kendini deniz bilen dostum,
Deniz bir aldatır meseldir. Kendi diplerinde sakladıklarından yüzünün kıvrımlarına bir şey taşımaz o. Onca saf, duru damlaları barındırır da, kendine yine renkler verir. Maviliğinden vazgeçemez. Fakir değildir deniz. Yüzünde mehtaplar ağırlayarak, kim-bilir, bir genişlik iddiasında da bulunuyordur. Hem o devcileyin dalgalar da neyin nesi? Belki de, aciz olmadığını ima ediyor.
Hatırlar mısın, bir akşam Söz, Yirmidörd’ü vurmuştu da, ‘züh-re’de konaklamıştık. Zühre ki, hakikate giden kervanın en gerilerinde kalanlardandı. Dünyayı unutmamış ve maddiyatla tevag-gul etmiş ve dahi nefsi kesafet peyda etmiş çiçek yoldaşımızdı. Zühre kalbimizdi dostum. ‘Kalb-i insanî’ idi. Hem öyle bir kalp ki, Güneşe âşık olduğu halde, onun renklerini kendine almış, sahiplenmiş de, kendi nefsinin muhabbetine dalıvermişti. Aşkına ihanetlerin en büyüğünü yapmış da, nazarını Sevgilisinin yüzünden çevirmiş, baş aşağı kendine ve toprağa bakakalmıştı.
Neydi o kalabalık dostum? Sahi, ‘zühre’de konaklamayan yok gibiydi. Mevlâna’nın “Gel” diye çağırdığı herkes, “Ey kalb-i insanî!” hitabının önünde sıralanmıştı. Kimler yoktu ki orada… Yunus’un döne döne, coşa söne girdiği hallerin hepsi oradaydı.
Ellerinde ihanetten, günahtan başka bir şey olmayan ‘muhterem tabiatlı’ insanlar bekleşiyordu Sözün kapısında.
Ne ki, biz imtiyazlarla çalmıştık kapısını. Herkesle ortaklaştığımız o haletleri inkâr edasıyla girdik içeri. Güya, günaha onlar kadar yakın değildik. Küfür bizden uzaktı. ihanet eteklerimize bulaşamazdı. Bildiklerimiz, biriktirdiklerimiz, dağarcıklarımız, zenginliklerimiz vardı yanımızda. Elimiz boş değildi. Testilerimiz ağzına kadar doluydu. Israiliyyat misali derinliklerimizle gelmiştik. Talebe değildik, hâsılı. Fakir değildik, duru değildik; renklerimiz vardı. Üzerimize eskilerin tozu yapışmıştı. içimizi sessizlikle yıkamamız gerekmekteydi.
Oysa, evvelâ ‘çocuk’ olup da gelmeli demiyor muydu Sözler sahibi. ‘Çocuk’ olmayanın talebeliği ‘pek zor ve müşkil’di. Zihni dünyevîlikle terbiye olmuş olduğu için, İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alması zordu. “Yabani düşer”di. Çocuk olmak ise, o dünyevîlik terbiyesinden soyunmak demekti. İddiasız olmak demekti. Mimsiz medeniyetin elbisesinden çıkmaktı. Bildik sahilleri terk edişti. Hicret içre olmaktı.
Diyeceğim o ki dostum, deniz isek, dalgalarımızdan, cilvelerimizden, rengimizden vazgeçerek gelmeli Sözler’in eşiğine. Ne kadar Israiliyyatımız varsa hepsini atıp da öyle girmeli içeri. Müktesebat davasında olmamalı. Cümlelerin kapısında boynumuzu burup, öylece hükmü beklemeli.
Yani, kendini deniz bilen dostum, diplerimizle gelmeliydik bu kapıya. İnan, aşkı da, inciyi de oradan çıkaracağız. Herkes gibi olmalı, herkesle paylaştığımız hallerle gelmeliyiz oraya. Herkes gibi günaha ve ölüme eşit uzaklıkta olduğumuzu bilerek uzanmalıyız Söze.
Yanlış anlama, niyetim denizi kötülemek değil. Denizin bin-bir ahvali var elbet. Ben baktığımda bunları gördüm. Anlattığım denizdeki aksimdir, gerçekte. O deniz benim.
Bunlar da, bendenizin diplerinden çıkarabildiklerim.
Sen yarına erişemezsin!
Sevgili dost,
Dün elimizden gitti. Yarın daha gelmedi. Sen ve ben sadece bugün içre yaşıyoruz. Lâkin hep yarının hesabını yapmadayız. Yarın için varacak menzillerimiz var. Yarınların ardında bekleyen maksudlarımız var. Demek bugün ne menzile erişebileceğiz, ne de maksudumuz elimizde olacak. Bugün sadece yolumuz var. Şimdi biz yol ehliyiz ve yolcuyuz. Bugün nereye doğru yürüyoruz, sen onu söyle. Varacağımız yer yarının hesabıdır. Değil mi ki maksudumuz ilerilerde, bugün niyet günüdür. Bugün dua günüdür, maksudumuzu elde etme günü değil. Şimdi sebeplere tevessül ânıdır, sonuçlar sonra verilir.
Yarın geldiğinde o da bir ‘bugün’ olacak ve sen hiçbir zaman yarının eteğinden tutamayacaksın. O halde kendi rengini de erişemeyeceğin yarınlarda değil, bugünde ara. Burada, hemen şimdi, neysen o’sun sen. Kendini yarınların arkasına attığın hedeflere, menzillere, maksudlara erişip erişmemeye göre tanımlamaya kalkma. Menzil değil mi ki yarınların arkasındadır, yarına erişemeyen sen oraya erişip erişmemekle mükellef değilsin. Sen bugünün ehlisin, yol adamısın ve doğru menzile doğru yoldan yürümekle mükellefsin.
Sözler dellâlı, bu dünyada niyetimize ve duamıza karşılık eriştiğimiz maksudlardan ‘dünyevî ve ehemmiyetsiz meyveler’ diye söz eder. Sözgelimi, cihad edip, cihadı kazanmaya niyetlendin ve niyetlendiğin gibi cihatta galip oldun. Sen niyetinin meyvesini cihadı kazanmak sanırsın. Oysa bu sadece ‘dünyevî ve ehemmiyetsiz meyvesi’dir cihadın. Sen asıl meyveyi cihada niyetlenişinde alırsın. Rıza-yı ilâhî için mi, yoksa nefsin adına mı savaştın? Niyetin rıza-yı ilâhi olunca, o saat uhrevî ve ehemmiyetli meyveni alırsın. Bu takdirde, cihadı sebepler dairesinde kaybetsen de kazansan da, sırf niyetine göre renk alırsın. ‘Şehadet,’ cihadı es-bab dairesinde kazanmanın değil, cihad niyetinin ebedî meyvesidir. Yani, seni ebedî diri kılacak olan, cihadın sonucu değil, cihada niyetindir. Kezâ nübüvvet vazifesi dahi, kesret-i etba ile değil, tebliğ niyeti ile yapılır. insanları tâbi etmek sebepler dairesinin hedefidir, bir sonuçtur. Sebepler dairesine hükmeden, peygamber olmadığına göre, onun vazifesinin kıymetini belirleyen bu sonuca ulaşıp ulaşmaması değildir. O da, nihayet, yarına erişemeyen bir bugün ehlidir, bir yol adamıdır. O halde, onun peygamberliği nereye vardığına değil, nereye yürüdüğüne bağlıdır. Hiç ümmeti olmamış, ama peygamberlik sevabından da mahrum kalmamış peygamberler olduğunu unutma. Ümmet sahibi olmak sonuçtur, hakkı tebliğ etmek ise bu sonuca götüren vesiledir. İşte peygamberler, insanların kendilerini dinlememeleri karşısında ümitsizliğe düşmek yerine şevklerini daha da arttırarak bize mühim bir dersi hatırlatmak istemişler: Kul olarak vazifemiz sonuç almak değil, sebepleri vesile eylemektir.
“Dar Kapıdan Geçmek” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sanatın ve Edebiyatın Dayanılmaz Hafifliği ~ Ülkü Tamer
Sanatın ve Edebiyatın Dayanılmaz Hafifliği
Ülkü Tamer
Hamlet’i kim yazdı? Tolstoy ve Dostoyevski’nin en sevdiği roman neydi? Mark Twain nasıl rüyalar görürdü? Paul Klee için resmin tanımı neydi? Thomas Hobbes yatmadan...
- Dört Güzeller Toprak, Su, Hava, Ateş ~ İskender PALA
Dört Güzeller Toprak, Su, Hava, Ateş
İskender PALA
Anasır-ı Erbaa “dört öğe”, “dört element” demek. Biz ona “Dört Güzeller” dedik. Hani hepimizin bildiği toprak, su, hava ve ateş… (Terra, aqau, aer, ignis)…...
- Bir Sonbahar Akşamı Seçme Öyküler ~ Sait Faik Abasıyanık
Bir Sonbahar Akşamı Seçme Öyküler
Sait Faik Abasıyanık
Sait Faik öykülerinden özel bir seçki gençler için Doğan Kardeş Seçme Öyküler dizisinde… Yağmurun içindeki her günkü dünya: “Hadi çabuk ol. Yeter artık. Gel...
Senai Demirci yi senelerdir takip ediyorum ve ondan çok çok şey öğrendim,her kitabını okumaya gayret ediyorum,gayret ediyorum diyorum onun yazma hızına yetişemiyorum…okunacak çok kitap var ve okumak zekayı kibarlaşrıyor diyen cemil Meriç Üstada katılıyorum,bu kitabıda diğerleri gibi müthiş ve şiirimsi dilini seviyorum..şimdi ise cehennemde bir gün kitabıyla o anlarına tanıklık ediyorum