Fowles’un anlatı kurma ve hikâye etme becerisinin belki de en güzel örneği olan Daniel Martin yazarın kariyerinin en önemli romanlarından birisi. Otobiyografik özellikler taşıyan bu ilk ve tek romanında Fowles, anılar eşliğinde geçmişin izini süren Daniel’in hikâyesini anlatıyor. “Flashback”lerle zaman içinde sürekli devinen hikâyede, pek çok anlatı tekniği ve roman içinde roman kurgusuyla karşılaşacaksınız. Çocukluğundan yetişkinliğine, yetişkinliğinden gençliğine sıralama gözetmeksizin, çağrışımlarla sıçrayan anlatı Oxford Üniversitesi kampüsünden İskoçya’daki bir kır evine, Nil üzerindeki tekne gezintilerinden Hollywood stüdyolarına kadar geniş bir alana yayılıyor.
Romanının, İngiliz kimliğini, daha doğrusu 20. yüzyılın sonlarında İngiliz olmanın anlamını sorguladığını söylemiştir Fowles. Ancak “çok katmanlı öykülemenin, yanılsama ve kendini aldatma temalarının ve belirsiz bırakılmış sonların ustası” sayılan yazarın İngilizlik ile birlikte çok sayıda meseleyi tartıştığı aşikâr. Zira estetik, felsefe, kültürel tarih, İngiltere ve ABD arasındaki farklar, arkeoloji ve mitler üzerine gözlem ve yorumlar bazen hikâye ve karakterler kadar önem kazanıyor.
Daniel Martin düş kırıklıklarının, hayal edilenle imkânsızlık arasındaki gerilimin, paylaşılan değerlerden kopuşların ve sessizliğin hikâyesi. Fowles dış dünyanın sert kabuğu ile hayal gücünün esnek iç dünyası arasındaki dengeyi sessizliklerle yakalamış. Sessizliği bıçak gibi kullanıyor. Toplumdan yalıtık, yalnız kalmış roman kişilerinin zihninden geçenlerle dile getirdikleri arasındaki uzaklık, boşluk, kısacası söylenmeyenler sessizliğin gücünü artırıyor.
*
Hasat
Ama nesi var bu adamın?
Bütün gün (dün geçen gün ve bugün) oturmuş bir ateşe bakıyor orada
dün akşam merdivenden inerken çarptı bana dedi ki: “Beden ölür su bulutları ruh
tereddüt eder
ve rüzgâr unutur hep unutur
fakat ateş değişmez.”
Dedi ki bir de:
“Biliyor musun bir kadın sevdim öbür dünyaya gitti
belki; böyle kimsesiz görünmem bu yüzden değil
bir ateşle sürdürmeye çalışıyorum kendimi çünkü değişmiyor o.” Sonra hayatının hikâyesini anlattı bana.
YORGO SEFERİS: “Bay Stratis Thalassinos bir Adamı Anlatıyor”
*
Tüm görüntü; ya da kalan her şey harabe.
Dik bayırlara tutunmuş ağaçlıkların sonuncusu vadinin hiç sürülemeyecek kadar dik ve taşlı doğu yamacının altına kadar iniyordu. Çoğu kayınlardan oluşan uzun bir koruluktan ibaretti şimdi. Arazi ağaçlardan oluşan duvardan sonra bati yönünde hafif bir sırt halinde dikleşiyordu ta Fishacre Patikası’ndaki açık kapılara kadar. Orada koyu renk ceketler var çitlerin dibinde, elma şarabı testisinin ve yemek çıkınının üzerinde, o sabah çok daha erken henüz çiğli kenar kuşağının biçilmesinde kullanılmış iki tırpanın yanında. Şimdi ekinlerin yarısı biçilmiş. Lewis soluk kırmızı bir orak makinesinin arkasına tünemiş, kafasını uzatmış, sarı saplardan bir denizdeki kayaları kolluyor, eli biçici manivelasının üzerinde, her an bıçakları yukarı kaldırmaya hazır bekliyordu. Şef’in dizginlere pek ihtiyacı yoktu; yeni biçilmiş anızda kımıldamadan duran başakların yanında yıllardır hep yük çekerek ağır ağır yürüyordu tıpkı böyle. Lewis sadece kenara gelince bağırıyordu yavaşça, yaşlı beygir dönsün diye. Daha dik arazide çalışmış genç at Sally açık kapılardan uzak olmayan bir alıcın altında bağlı duruyor, çit çalısının yapraklarını yerken kuyruğu zaman zaman kamçı gibi savruluyordu.
Ekinlerin sapına tırmanmış boruçiçeği; tohum saçan dikenler, kırmızı gelincikler; ve dipte, hercai denen küçük tarla menekşeleri; mavi tavşanotu gözleri ve kırmızı farekulağı, mineçiçeği, kahin otu. Tarlanın adı Eski Furun’du; furun, fırından geliyor; çok eski zamanlarda çiftçilerin yıllık ekmeği hep buradan çıkarmış. Göğün geleceğe bakarak verilecek adı Kaliforniyaydı; ağustosun muhteşem durgun mavisi.
Biçerbağları süren Lewis’in dışında dört tip daha var tarlada. Bay Luscombe: Kırmızı suratlı ve çarpık gülüşlü, metal çerçeveli gözlüğünün ardında bir gözü şaşı, ince gri çizgili, yamalı, yenleri aşınmış yakasız bir beyaz gömlek; fitilli pantolonun arkasında pantolon askısı için çıkıntılar var ama kalın bir deri kemerle de tutturulmuş. Küçük oğlu Bill on dokuz yaşında, başında şapkası var, iriyarı, tarladakilerin hepsinden on beş santim uzun, kolları salam gibi, yavaş bir dev, yaptığı iş dışında her şeyde beceriksiz… fakat onun tirpan sallayışını bir görün, sap da bıçak da küçücük kalıyor yanında, o savrula savrula gidiş ve hiç durmamacasına ritim, ustalığın o saf ve soylu gücü. İhtiyar Sam’ın üstünde dizden bağlı pantolonu, askıları, çizmeleri ve dolakları, yüzü unutulmuş ama topallaması bellekte duruyor; yakasız bir gömleği var onun da, hasır bir şapkası, bir tarafı yırtık (“içeri hava girey acık, görmeysin mi”) ve siyah kurdelenin altına soktuğu bir demet solmuş menekşe. Ve son olarak da, onlu yaşlarda bir erkek çocuk, kıyafeti pek uygun değil, hasada yardıma gelmiş sadece: Pamuklu kumaştan bir pantolon, elma yeşili bir Aertex gömlek, eski spor ayakkabılar.
Tarlanın iki ayrı tarafında, iki grup halinde çalışıyorlar; ekin demetlerini bir grup saat yönünde, diğeri ters yönde yığıyorlar. Demetleri sağ elle kavrıyorlar, bağ ipinin hemen yukarısından, kesinlikle ipi tutmadan kavrıyor, sonra bir öteki demete geçip onu da sol elle yine aynı şekilde tutuyor, sonra iki demetle en yakındaki tamamlanmamış yığına gidiyorlar, her yığının her iki tarafında dört çift, bir de tek demet olacak “kapıyı kapatmak için”; sonra birbirine yaslanıp dik duran diğer demetlerin önünde duruyor, ellerindeki demetleri kaldırıyor, sonra saplarını anız tarlaya hızla vurup aynı anda da başaklı uçları birbirine çarptırıyorlar. Dünyanın en kolay işi gibi geliyor belki Queenie’ye, patikada yanında bisikletiyle bir an durup, papaz evindeki sabah temizliğinden dönerken açık duran kapılardan içeriye sırf oyalanmak için bakıyor kız. Çocuk tarlanın yukarı tarafından el sallıyor ve kız da sallıyor. Çocuk bir dakika sonra tekrar baktığında kız hâlâ orada; beyaz ipek bantlı ve ön tarafında yorgun yapma gülüyle bej rengi eski yazlık şapka, soluk kahverengi giysi, arka tekerleğinin üzerinde etek koruyucu tellerden kenarlığı bulunan ağır bir eski bisiklet.
Çocuk yeni bir yığının ilk iki kurucu demetini koyuyor. Demetler önce dik duruyor, sonra devrilmeye başlıyor. Çocuk onları düşmeden yakalıyor ve kaldırıp yeniden, sağlam bir şekilde yerleştiriyor. Ama yaşlı Bay Luscombe kendi getirdiği iki demeti on beş santim ötede yere sanki bina gibi sağlam çakıyor. Onun ilk demetleri hiç düşmüyor. Berbat dişleriyle çarpık gülümsüyor, bir göz kırpma, gözündeki şaşılık, gözlüklerinde güneş. Bronz kırmızısı eller ve eski kahverengi çizmeler. Çocuk yüzünü ekşitiyor, sonra demetlerini getirip çiftçinin diktiği çifte yaslayarak koyuyor. Kollarının iç tarafları acıyor, parmakları demetleri kavrayıp uzağa taşıyacak kadar kuvvetli değil. Eğer yığın uzaksa demetleri kollarının altına kıstırıp vücudunun yan taraflarına dayıyor dikenleriyle. Ama bu acı hoşuna gidiyor; bir hasat acısı bu, ritüelin bir parçası; ertesi sabah kaslardaki yorgunluk gibi tıpkı, o gece birden bastıran derin ve çabucak gelen uyku gibi.
Anızın çıtırtısı, dik duran demetlerin çarpması. Orak makinesinin takırtısı, biçer bıçakların çatırtısı, üstlerindeki yel değirmeni kolları. Lewis’in kenarlara geldiğinde sesi: Ho lan, ho be, Şef dön, dön, dön, hoo, hoo. Sonra dilinin şaklaması: Çık-çık, devam eden takırtı ve zincir şakırtısı ve çatırtı. Şeytanarabaları güneye doğru akıp gidiyor tarlada, kuzeyden gelen hafif bir rüzgârın sırtına binerek, ılık, yeni yıldızları gök kubbenin.
Ve gün sürüp gidecek böyle, kusursuz mavi göğün altında, ekinleri yığarak, yığarak. Ve ihtiyar Luscombe tekrar tekrar bir başağı sapından koparacak ve sert avuçlarının arasında yuvarlayarak taneleri kavuzlarından ayıracak; avucunu çukurlaştırıp üfleyerek kavuzları atacak; bakacak; sonra bir buğday tanesini alıp yarısını, toprak ve toz tadı veren tohumu dişleyecek ve sonra tükürecek; ve sonunda kalan buğdayı pantolon cebine koyacak, o gün akşam kümes hayvanları için. Orak makinesinin sesi üç ya da dört kez birden duruverecek. İstifçiler durup bakacak ve Lewis’in delikli demir oturağından indiğini görecek ve yine ne olduğunu öğrenecekler: İp bağlayıcı tıkanmış. Bağlanmamış ekinlerden bir kusmuk var makinanın arkasında; alet kutusu açık. Lewis kahverengi ve mahcup, kardeşinden çok daha bir ufak tefek; ailenin tamircisi ve suskunu. En yakın iki istifçi gelecek ve kucaklar dolusu bağlanmamış ekini toplayacaklar; üç tane sağlam sap bulup ip yapacak, sonra bir kucak ekinin altından geçirip uçları bitiştikleri yerde bükecekler, sadece bir düğüm ama sağlam; başakları da bağın altına tıkacaklar sıkı tutsun diye; Lewis’i bağlayıcıdaki işiyle bırakıp geriye, tamamlanmamış sıralarının oraya dönecekler. Sessizce, öteye, çıtırdayan anızı çiğneyerek.
Birinde Bay Luscombe eski köstekli saatini çıkaracak, sonra tarladakilere bağıracak ve bir sigara saracak. Kapıdan çıkıp çitin oraya dağılacaklar ter içinde, Lewis en sonda, Şef’i koşumdan çıkarmış ve Sally’nin yanında gölgede bir yere bağlamış; gidip ceketleri topluyor. Elma şarabı testisinin tıpası açılacak. İlk önce çocuğa veriliyor içsin diye, küçük bir kulplu bardakla. Bill bir galonluk koca testiyi kaldırıp ağzına dayıyor. İhtiyar Sam sırıtıyor. Ve çocuk ekşi yeşilin lıkır lıkır indiğini hissediyor boğazından, iki boğazdan da; geçen yıl mayalanmış, güneşte bir meyve bahçesinin gölgesi ve buğday toprağı tadında. Lewis tel saplı bir teneke kutudan soğuk çay içiyor.
Uzakta, biçilmemiş sık ekinlerin ötesinde; beş adam yolda çit boyunca yürüyor bir dişbudağın gölgesine doğru. İhtiyar Sam durup kenara işiyor. Dişbu dağın gölgesine oturuyor ya da yayılıyorlar; beyaz ama kenarları mavi yemek çıkınından bir deste yayvan tekerlek ekmeği çıkıyor, kabukları yanık siyah; koyu sarı tereyağı, tabak kalınlığında kesilmiş salam, bir tabak pembe et ve beyaz içyağı, ekmeğin iki kenarı neredeyse üç santim kalınlığında; sarı tereyağı kesilmiş süt suyuyla incilenmiş ve mermerlenmiş, bir haftalık tayın bir dilim.
Bu sana, bu sana diye pay ediyor Bay Luscombe ve nerdemiş benim erik güzelleri?
Anam diyey ki bunnar hep yencek, diyor Bill.
Banyo Güzeli*, kütür kütür, mis kokulu etiyle, hafiften diş kamaştıran mayhoş asidiyle. Yine Primavera’dan, diye düşünüyor çocuk; ve şiirler ezilmiş yumuşamış Pelham Dulu’ndan** çok daha güzel. Ama kimin umurunda ki, yumulmuş beyaz tekerleğe, ekmek ve tatlı salam, hayat bu işte.
Biraz konuşuyorlar bir yandan yiyerek; elma şarabı yine ve elma dişleyerek. Lewis Woodbines sigarası içiyor ve güneşin altındaki orak makinesine bakıyor uzun uzun. Çocuk sırtüstü yatmış, anızlar batıyor, hafiften sarhoş, yeşil bir havuzda yüzüyor Devon konuşmalarından, onun Devon’u ve İngiltere’si, atalardan kalma hızlı ve çetrefilli konuşmalar, gelecek yılki işlerinden söz ediyorlar bu tarlanın; sonra başka tarlaların. Öylesine yerel, fonetiği öylesine yoğun, çarpıtmaya o kadar uygun bir dil ki, kendine has manzaralarından, vadilerinden ve çiftliklerinden, hendeklerinden ve hangarlarından ayrılması mümkün değil onun kafasında ve hep öyle kalacak. Kendisinin eğitimli konuşma tarzından ve dilinden utanıyor ve sıkılıyor.
Sonra sesler geliyor uzaktan, sekiz-on kilometreden, bir sirenin belli belirsiz feryadi.
Torquay, tahminim, diyor Bill.
Çocuk doğrulup oturuyor ve güney yönündeki göğe dikkatle bakıyor. Herkes susmuş. Feryat diniyor, sesin perdesi düşüyor. Tarlanın yukarısındaki kayınlardan bir sülün horozu iki heceli ötüyor. Bill sert bir hareketle parmağını oraya doğru kaldırıyor; ve parmağını daha tam oraya kadar kaldıramadan uzaktan bir patlama sesi. Sonra bir tane daha. Sonra bir uçak topunun alçak perdeden gümbürtüsü. Üç saniye sessizlik; sonra yine top sesi. Ve sülün ötüyor yine.
Fena yakaleyler gene, diyor Bay Luscombe.
Onnarın vurkaççılarından biri, diye doğruluyor Bill.
Dişbudağın gölgesinden çıkıp güneyi gözlüyorlar. Ama gökyüzü bomboş, masmavi, sessiz. Gözlerine siper yaparak bir leke, bir iz, bir duman arıyorlar; hiçbir şey yok. Ama şimdi bir motor, önce çok belli belirsiz, sonra apansızın daha yüksek, daha yakın, birdenbire yükseliyor. Beşi korka korka dişbudağın altına dönüyor yine. Uzun vadi çok öfkeli yaklaşmalarla, son sürat şiddetli makinelerle dolup taşıyor, müthiş bir korkunun istırabıyla çığlıklar atıyor. Okuyup yazan biri olan çocuk birazdan öleceğini biliyor.
Sonra, dünyanın yarıldığı birkaç saniyenin ardından üzerlerinde, arazinin üst yarısında ancak elli-altmış metre falan yüksekte, kamuflajlı koyu yeşil ve siyah, karnı mavi, Balkan haçlı, ince, kocaman, iki motorlu bir Heinkel, gerçek, savaş gerçeği, dehşet ve büyülenme, güvercinler bir panikle birden havalanıyor kayınlardan, Sally şahlanıyor, Şef de ve bağını koparıyor, korkunç bir kişneme. Yarı dörtnalla kaçıyor, sonra sakinleşip ağır bir tırısla koşuyor tarlada. Ama dev sinek gitmiş, vahşi gümbürtüsü peşinden gidiyor. Bay Luscombe neredeyse atı kadar hızlı koşup avazı çıktığı kadar bağırıyor. Hoo lan Şef. Dur oğlum, dur. Sonra Bill de koşup babasına yetişiyor. İhtiyar at biçilmemiş ekinlerin sınırında duruyor titreyerek. Bir kişneme daha.
Çocuk Lewis’e dönüyor: Pilotu gördüm!
Onnardan birimiş mi yoksa bizden biri mi, diye soruyor ihtiyar Sam.
Çocuk ona bağırıyor. Alman! Alman’dı!
Lewis parmağıyla gösteriyor. Kuzeyde bir yerden Heinkel’in batıya döndüğünü duyuyorlar.
Dartmouth, diyor Lewis sakince. Nehir boyunca gitçek. Çocuk o makinenin korkunç geliverişindeki bir şeyden, hızından ve insan dışılığından, gücünden etkilenmiş sanki; yaşlı bitkin atlarla ter döker, çiftlik sayesinde askerlikten kurtulurken… metal Romalılara karşı eski Kelt yumuşaklığı. Babası tarlanın ortasında Şef ‘in sırtını okşuyor ve nazikçe, tekrar orak makinesine götürüyor onu. Bill çitin yanından üçüne bakıyor; sonra Heinkel’in uçuş yolunu takip ederek bir av tüfeğiyle ateş ediyormuş gibi yapıyor, vuruyor ve düşeceği tepeyi gösteriyor eliyle. Lewis bile hafiften gülümsüyor.
Ama sonra, tarlaya giderken kulak kesilseler de hiç ses yok, artık savaş yok, uçak taretinin kekeleyen çekiç vuruşları yok, Totnes ya da Dartmouth yönünden gelen patlama sesi yok, peşindeki Hurricane’ler yok. Sadece, Lewis Şef’i yeniden harekete geçirmek için dizginleri şaklatırken ve istifçiler ilk demetlerini almak için eğilirken hırıltı gibi bir sesler geliyor yüksek maviliklerden. Çocuk yukarıya bakıyor. Çok yüksekte dört küçük nokta, batıya doğru uçarlarken taklalar atıyor, birbirlerine sataşıyor, çarpışıyorlar. İki kuzgun ve yavruları; göğün ebedi uykulu sesi, alay eden adam.
Sırlar: Sülünler bombaları nasıl, insanlardan önce işitti. Kuzgunları ve bu geçişi kim yolladı?
Gündelik ekmeğimiz: Demetler ve yığınlar, ilerleyen ikindi, dişbudağın anızda yavaş yavaş yürüyen gölgesi. Ekinleri amansızca azaltan orak makinesi. Kaçan ilk tavşan, Lewis’ten bir haykırış. Hayvan istiflenmemiş demetlerin arasında zikzaklar çiziyor, birinin üzerinden sıçrıyor, sonra bir yığının içine girip saklanıyor. En yakındaki Bill bir taş alıp yavaşça yaklaşıyor. Ama tavşan gitmiş, hızla koşan beyaz bir tavşan kuyruğu ve fırlatılan taş kafasının üzerinden zararsızca geçiyor.
Üçüncüden sonra tarla hemen insanlarla dolmaya başlıyor, sanki başından beri hep gizlice gözetlemişler de, ne zaman ortaya çıkacaklarını biliyorlarmış gibi. İki üç ihtiyar adam, bebek arabalı şişman bir genç kadın, uzun boylu bir çingene ve yanında bir av köpeği… çökük avurtlarıyla suratsız “Bebe”, karanlıkların adamı, polisin baş belası ya da söylenenlere göre, Thorncombe Ormanı’nda kaçak elma rakısı yapan adam. Sonra Fishacre mezrasının okuldan azar azar geri dönen çocukları, sekiz yahut onu, beş küçük oğlan, iki kız ve daha büyük bir tanesi. Açık kapı bir ağız gibi; geçen herkesi emiyor. Queenie ve yaşlı Bayan Hellyer, gerçi onlar özellikle gelmiş herhalde; ve başkaları, yetişkinler ve çocuklar. Sonra kara kaşlı küçük Bayan Luscombe, çay sepetini getiriyor omuzunda. Onun yanında yumuşak yüzlü bir kadın, gri ve beyaz bir elbise var üzerinde, çok sade ve o zamanlar için bile eski moda ve erkek gibi kısa, tuhaf bir saç… demet istifleyen çocuğun halası. Ve daha da fazlası.
Şimdi kalan ekinler altı yedi biçimlik ende ve elli metre falan uzunlukta. Lewis bir kenarda, en yakınındaki erkeklere sesleniyor.
Pislikler doley burya be!
Hepsi son bölümde toplanıyor; istifçiler, çocuklar, yaşlılar, Bebe ve köpeği; siyah ve kızıl kahverengi, korkutulmuş, çok dövülmüş gibi görünen bir köpek; hep sinmiş, gergin, olağanüstü tetikte ve gözleri fıldır fıldır, sahibinin dibinden asla bir metreden uzak değil. Genç kadın şişmiş ayaklarıyla, kucağında bebeğiyle geliyor, bebek arabası kapıda bırakılmış. Bazılarının elinde sopa var, diğerleri taş topluyor. Heyecanlı yüzlerden bir halka, ekinlerden oluşan dikdörtgendeki her sallantıyı dikkatle gözlüyorlar; direktifler, yaşlılar bilir, çok dikkatlice temkinli. Telaş etmeyesin kızan, geri durasın. Dikdörtgenin ortasındaki başaklarda bir kımıldanma, sallanan saplarda bir dalgalanma var bir deredeki alabalık dalgası gibi. Dişi bir sülün takırdayan bir kanat çırpışıyla patlıyor kutudan fırlayan kahverengi benekli bir sürpriz gibi, tepeden aşağıda ve Fishacre Patikası üzerinde. Gülüşmeler. Küçük bir kız çığlık atıyor. Küçük bir tavşan, boyu yirmi santim yok, yukarı sınırdan dışarıya kaçıyor, şaşkın şaşkın duruyor, sonra koşuyor yine. İstiflemeye yardım eden çocuk on metre uzakta duruyor ve bir grup çocuk küçük hayvanın peşinden deli gibi koşar, düşerken gülüyor; hayvansa daha hızlı koşuyor, duruyor, depara kalkıyor ve sonunda tekrar ekinlerin arasına kaçıyor.
Ekinleri çiğnemeyesiniz lan, diye bağırıyor Bay Luscombe en heyecanlı çocuğa. Küçük şeytan. Şimdi Lewis tarlanın öteki tarafından keskin bir ıslık çalıyor ve parmağıyla bir yeri gösteriyor. Bu kez büyük bir tavşan yol kenarındaki çite, av köpeğinin olduğu tarafa doğru koşuyor. Tavşan insanlardan halkanın arasında, taşların, sopaların ve yığınların arasında oradan oraya kaçıyor. Çingene yavaş, uzun sürede dinen bir ıslık çalıyor. Köpek bütün tazı kanını, ölümcül becerisini kullanarak şimşek gibi fırlıyor. Tavşan, koşarken istikametini son saniyede birden değiştirerek kurtuluyor önce, köpek hızla geçip gidiyor, birden geri dönerken anızların arasında bir miktar kırmızı toprak fırlıyor havaya. Herkesin gözü üzerinde; Lewis bile atı dizginlemiş. Köpek bu kez hata yapmıyor. Tavşanı boynundan yakalamış, şiddetle silkeliyor. Çingeneden bir ıslık daha ve hayvan hızla sahibine koşuyor, eğiliyor, hâlâ çırpınan hayvan uzun çenelerinin arasına kısılı. Çingene tavşanı arka bacaklarından tutuyor, yukarı kaldırıyor ve boşta kalan eliyle vuruyor, sadece bir kez, boynuna. Oradaki herkes Bebe’nin köpeği nasıl edindiğini biliyor; köydeki bir şaka bu, lakabı gibi. Bir gece Şeytan Thorncombe Ormanı’na gelip ona, Kamptaki bütün Amerikalılara bol bol kalitesiz içki sattığı için teşekkür etmiş; ve hediye olarak da köpeği getirmiş. Ama Çingeneyle köpeğini seyrederken herkes onun tavşana ihtiyacı olduğu için gelmediğini biliyor; ay ışığının olduğu her gece ve kilometrelerce arazide tavşan avlar. Fakat onun varlığı çok eski zamanlardan, insanların çiftçi değil avcı olduğu çağlardan kalma, kutsal bir şey sanki; hasat zamanı tarlaları şereflendiriyor.
Lewis orak makinesini harekete geçiriyor yine. Şimdi her birkaç metrede bir tavşan fırlıyor, kimi küçük, kimi büyük; kimileri dehşet içinde, kimileri kararlı. Yaşlı adamlar saldırıyor, sopalarıyla vuruyor, tökezliyor, yüzüstü düşüyorlar; çocuklar da. Kahkahalar, çığlıklar, küfürler, zafer naraları; sessiz av köpeği koşuyor, dönüveriyor, ısırıyor, acımasız. Ekinlerin son biçim sırası. Sonra acıdan ötürü bir çığlık, küçük bir bebekten geliyor sanki, gizli bıçaklardan. Lewis durmaksızın, arkasını işaret ediyor. Bir tavşan sürüklenip çıkıyor, arka bacakları kesilmiş. Demet taşıyan çocuk koşup kaldırıyor onu; kırmızı kesik bacaklar. Kürkünün anüs kısmından küçük yeşil topaklar halinde dışkılar düşüyor. Can çekişircesine çırpınma, bir çığlık daha. Çocuk vuruyor, sonra bir daha vuruyor; üçüncü kez, sonra kayıtsızca dönüyor ve cesedi diğerlerinin olduğu yığına fırlatıyor. Parlayan boş gözler, bıyıklar, düşmüş kulaklar, kar beyazı kuyruklar. Çocuk yaklaşıp yığına bakıyor, en az yirmi tane var…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDaniel Martin
- Sayfa Sayısı816
- YazarJohn Fowles
- ISBN9789755396606
- Boyutlar, Kapak13 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAyrıntı Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cehenneme Övgü ~ Gündüz Vassaf
Cehenneme Övgü
Gündüz Vassaf
Geceye Övgü “Korktum ve gözlerimi Ay’a kaldırdım. Yakardım ve yakarılarım tanrılara ulaştı. İmdi, ey Ay Tanrısı Sin, Koru beni.” Gılgamış I Gece, düzen güçleri...
- Sıfırkent ~ Steve Erickson
Sıfırkent
Steve Erickson
Ağustos 1969. Charles Manson liderliğinde bir hippi “ailesi” Los Angeles’ın üzerindeki vadide beş vahşi cinayet işler. Aynı gün eski teoloji öğrencisi genç bir adam...
- Bataklığın Kayıp Tanrıları ~ Elly Griffiths
Bataklığın Kayıp Tanrıları
Elly Griffiths
Geçmiş ölmüştü, bunu biliyordu. Ama aynı zamanda geçmişin karşı konulmaz olduğunu da biliyordu. Ruth, kendi halinde bir yaşam süren bir arkeoloji uzmanıdır. Ta ki...