Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dalga Boyu
Dalga Boyu

Dalga Boyu

Murat Yalçın

“Bir şeye geç kalmışım da o gecikmeyi, neye geç kaldığımı anlamak için, gölgemin yanında heykelleşerek gidereceğimi sanıyorum.” Murat Yalçın’ın yedi yıl aradan sonra çıkan…

“Bir şeye geç kalmışım da o gecikmeyi, neye geç kaldığımı anlamak için, gölgemin yanında heykelleşerek gidereceğimi sanıyorum.”

Murat Yalçın’ın yedi yıl aradan sonra çıkan yedinci öykü kitabı “Dalga Boyu” otuz beş yıllık öykü serüvenini açığa çıkarıyor.

Gölgelerin düşlerine dalıp çıkan, sözcüklerin yankısına kulak veren bir kitap Dalga Boyu. Anlatıcılar, bir kaleydoskopun oynaşan renklerinde rüyaya yatmış bir şehirde geziyor; yaşamın güzelliğine ve ölümün ağırlığına alışmanın yollarını arıyor. Bazen bir anıya bazen bir bakışa odaklanan öykülerde geçmiş zamanın dehlizlerinde, uykunun sınır boylarında dolaşan bilincin izi sürülüyor.

İÇİNDEKİLER
Nare • 9
Klasik Ustalıklar • 16
Londra Çınarı • 25
Rüzgârın Şapkası • 31
Salon Salamanje • 36
Natalya • 44
Lokanta • 50
Postacı Çantası • 55
Sahte Lakos • 59
Çıkmazda • 64
Kilisenin Sokağında • 66
Gezi Bahçelerinde • 70
Kan Kurusu • 75
Beyaz Bir Yazdı • 79
Beklemede • 85
Bir Güz İkindisi İETT Otobüsünde Bir Yolcu • 89
Cümle Olayı • 94
Enginarcı • 102
Güneşsiz Günce • 106
Elimde Unutkan Bir Bayrak • 118
Kara İpler • 123

Nare

Nare de moloz oldu. Sessiz sedasız hem. Dolapdereli hurdacılar dadandı önce. Kapıdaki belediye mührüne rağmen ahşabı metali yağmalandı. Çatıdaki çinkolara gözünü diken metal hırsızları komşu çatıları da talan etti. Fırtınalı gecelerde penceresiz katların kilit-kol aksamı sökülmüş kapılarını sabahlara dek sanki görünmez eller itip çekti; bazen de kızgın eller tarafından kirli duvarlara çarpıldı. Gitgide acınası görünüme büründü Nare, kunt duvarları kağşadı, sokağın düşkünleri arasına katıldı. Bir zamanlar görkeminin tacı olan bezekli alınlığı gülünç kaldı.

Bir yıldır önündeki sokak lambası geceleri yanmaz olmuştu. Ampulü tükenmiş, duyu bozuk sanmıştım. Daha geçen hafta balıkçıya giderken fısıltılar duymuş, arkamdan seslenen birine –adını unuttuğum eski dostumun kulağıma aşina şiveli sesine– dönercesine dönüp bakmıştım. Önündeki lamba, gece kapı dışarı edilip sokağa bırakılmış ışık parçası, yanar gibiydi bu kez. Karşı kaldırıma geçmiş, –çatısı altında bir zamanlar bıyıklarıyla ünlü tiyatro oyuncusuyla saçları firketeyle toplu karısının, ki annem o kadının gençliğinde Semiramis sahnesine de çıktığını anımsatmıştı, şimdi benim iş arkadaşlarımdan biri olan oğullarını büyüttükleri zamanları düşleyerek– ne olacak bu apartmanın hali diye yazıklanmıştım. Son bakışımmış meğer. Hayatımın, hayallerimin son kalesiymiş.

Benim bildiğim son yirmi yıldır iki katıyla hayata tutunuyordu Nare. Kıyıcı zamana direnen iki sıcak perçindi bu daireler. İkinci katın soğuk odalarında yapayalnız bir yaşlı adam vardı. Akşamları televizyonun mavi ışığıyla idare eden, yalnız cuma geceleri alçı çiçekli tavan göbeğindeki demir halkalara zincirli sahte pirinçten beş kollu avizesini yakıp perdeleri çeken Musevi. Onun üstünde sabahın kör vakitlerinde yatağında doğrulup Necdet Yaşar tamburundan taksim, peşrev, saz semaileri dinleyen yatalak adam ve pencere mermerine dirseklerini koyup kızıl saçlarının altında kararmış yanaklarını avuçlayarak sokağa doğru sigara içen, öksürüklü tombalak kadın. Kıvırcıklı kızıl peruğu hem tüylü çıplağında –resim defterine çocuk eliyle çizilmiş bahçe çitine benzeyen– ameliyat izlerini kapatıyor hem de pencerede uzun süre durmaktan üşüyen kafasında pelüş şapka işlevi görüyordu.

İsli puslu dört, beş, altıncı katlar boş; karanlık, uzak tepelerin çıkılmaz, çevresini çalı sarmış, dibi torflu tekinsiz mağaralar. – Uzaktan mağara karanlığına bürünmüş o katlarda imparatorluklarını ilan etmiş, Alman, Amerikan marka son model lüks oyuncak otomobil konvoyu oluşturmuş ve böcek sosyetesinin kaymak tabakası sayılan kalorifer böcekleri mutfak tezgâhlarından aşağı görkemli kanatlarını açıp zemine eklem bacaklarıyla uzay aracı kolaylığıyla iniyordu; sincap kadar iri ve sevimli fareler kirli sokak kedileriyle yarenlik ediyordu; duvarın yüzünü ot sarmış, saksıya dönmüş çukurlar yeşillenmiş, gotik yapıya pastoral şirinlikler katmıştı. –Giriş katın kalın demir çubuklu pencerelerinde tozdan kalınlaşmış, köşeleri çatlak camlar. O camlar arasından gözüme takılan büyük saatin duvarda bıraktığı devetüyü iz ve göğe bakan Atatürk posteri. Devetüyü geçmiş zamanın tükenmez boyasıdır bende. Güneş alan oda rengidir.

Bir zamanların tarz sahibi, şerefiyeli yapılardandı Nare. Geçen yüzyılın bezeklerini Ermeni demircilerin ustalığıyla örnekleyen ferforje kapısı vardı. –Emekleyen bebenin böyle ağır kapılardan birinin arasında kısılıp kalarak can verdiği olayı unutmadım. Bakkal Vasil’in, hain bir çocuğun eğlenmek için kapıyı arkasından iterek öldürdüğünü kesin bir dille söylemesiyle tarihteki kıyımların da bir bakıma çocuk oyunu olduğunu dehşetle kavramış, bir an handiyse kendimden bile ürkmüştüm. –Kapı önünde, hemen sağda aşınmış mermer basamağa gömülü demir halka sokağın kaldırımsız geçmişinin kalıtıydı. Merdiven yanındaki demir çamurluk Nare’nin üzengisiydi. Basamaklardaki demir mazgallar hangi karanlık odayı ışık demetleriyle dolduruyordu. Ferforje kapısı da süslü eyeriydi… Kapının sol anahtarına benzeyen kıvrımları –ki kaç kapıcı silerken beddua saydırmıştır– şimdi kim bilir hangi hurdacıda inliyor.

Semtin zariflerindendi Nare. Sırasındaki öbür yapıların gerisinde durmakla onlardan bir adım önde görünürdü. Bu tuhaf bir şeydir. Önü sıra yokuşu tırmananlara kol kanat gererdi. Önü düzlük sayılırdı. O sekide durulur, soluklanılırdı. Dönüp arkasına bakarak oraya nasıl geldiğine şaşıran yaşlı insan gözlerini Nare’nin geniş saçaklarından dökülen tebessüm kurulardı.

Dökme demir tırabzanların süslü babalarıyla birbirine bağlanan merdiven boşluklarında, kirli pencerelerin önünde, areka palmiyesi, difenbahya saksıları başında ne öpüşmeler, elleşmeler olduysa tavanlarına dek coştu Nare. Yine, kapısı önünde ne zontalıklar yaşandıysa görmezden geldi, asırlık Art nouveau nezaketini bozmadı. Ahşap büyüklerinin yanışını, kâgir yaşıtlarının çöküşünü, kunt duvarların balyozlarla parçalanışını, sarı kollu canavarların tozu dumana katarak başlarına üşüşmesini, yıkılırken mahalleyi toza boğmasın diye kalın hortumlarla ıslanışlarını dehşete kapılarak izledi. Can çekişirken inlemesi yasaklı komşularının acısıyla duvarları irkilip sarsıldı, resimli seramikleri terledi, lambrileri gıcırdadı, bitki bezekli duvarda dolaplarla terekler, yer karoları titredi. Sırasını, küvetinde Ravel’in Boléro’sunu dinleyen adam vakarıyla bekledi.

Heybeye dönmüş cepleri, pot yapmış dizleri, dirsekleriyle eski püskü kıyafetler içinde dolanan ufak tefek kaldı arada. Yaşlandıkça endamı küçüldü, elbiseleri Arnavut cepkeni oldu da içinde çocuk kaldı. Kimsenin yüzüne karşı saygıda kusur etmediği, kaş çatmadığı ama arkasından her türlü hain konuşmanın yapıldığı, varlığının tartışıldığı, yerine göz dikilen biri oldu. Biri diyorum ya, Güzel Hanım, Efendi Bey de desem ferah ferah kabul görür.

Tarzı, edası vardı da Nare’nin kusuru, eksiği yok muydu? Yeni kuşaklara göre çok, hem de pek çoktu. Hele yanında yöresinde biten yeni yapılarla onu, kendini bilmezin teki, dengiymişçesine karşılaştırsa eksiğini kusurunu saymakla bitiremezdi. Hani, insanlar arasında ün, ölüm, zenginlik ve güzelliğin tüm kötü huyları örttüğü, düğün bayram günlerinin eksiği kusuru kapattığı, küskünlükleri unutturduğu söylenir ya, onunki de öyle işte, kendi halinde duruşuyla mahallede hasbelkader bir ayrıcalık sağlamış, üstünlük kurmuştu.

Nare’nin ilk sakinlerinden Doktor Mösyö Jak ailesi büyük savaştan hemen sonra eşyasını haraç mezat satıp gemiyle Miami’ye doğru yola çıkmıştı. Bu göç çoktan eski suların dibinde yosun tutmuştur ancak Nare Apartımanı adının dönemin muteber gazetelerinden birinin ilan sayfasında müzayede haberi içinde geçmesini, böylece 80’li yıllara kadar kırk yıl boyunca Kuledibi’ndeki bitpazarı esnafının uğrak yeri olmasını sağlamıştır. Nare’yi antika sosyetesinde meşhur eden, insan muhayyilesini salon romanı okumuş kadar meşgul eden gazete sütununu meraklısı için buraya aktarmayı borç sayarım.

MÜZAYEDE İLE SATIŞ

Mayısın ikinci Cuma günü sabah saat onda Pangaltı “Nare” apartımanında birinci kapı 3 numaralı dairesinde bulunan ve Doktor Mösyö Jak’a ait müzeyyen ve nadide eşyalar müzayede suretile satılacaktır. Masif ceviz bronz işlemeli ve meşhur İtalyan “Moltini” fabrikası mamulâtı 11 parçadan mürekkep asrî nefis yemek oda takımı; 16 parçadan mürekkep fantazi müşarabi nadide salon takımı; 10 parçadan ibaret Viyana mamulâtı asrî emsalsiz yatak oda takımı; keza 4 parçadan ibaret maun kaplama yatak odası, bronz ve lâke karyolalar; 179 parçadan mürekkep fevkalâde zarif nadide meşe kutu derunünde “Kristofle” çatal bıçak takımı; Sevr kahve fincanları; “Saks Royal” ve “Capo de Monte” duvar tabakları; “Galle” imzalı vazo ve “Kanton” vazo; kadife ve el işlemeli tül perdeler; keten işlemeli masa örtüleri; ince ve zarif hakikî porselen tabak takımı; kristal kadeh takımı; blanc bonbonnière, büsküvilik ve likör takımları; muhtelif gümüş ve kristal parçalar; biblolar, fildişi minyatürler, “Lâlik” imzalı su ve şarap takımları; porselen çay takımı; elektrik lâmbalar, arabesk elektrik fener, avizeler; çiçeklikler, mozayik tabureler, çay masası; emsaline az tesadüf olunur Fransız “Vernimarten” kadın yazıhanesi; “Singer” marka az işlemiş dikiş makinesi; İngiliz malı maun ağacından üzeri kadife kaplı stil “Louis Filip” sevimli salon takımı; markitri etajer, pelesenk ve abanoz koltuklarla bambu iskemleler; aynalı portmanto vestiyer; tahta kepenkli İngiliz yazıhane; muhtelif ebatta muşambalar; komple banyo odası, mutfak takımları; meşhur “Blüthner” markalı fevkalâde Alman piyanosu; Ferahan, Şiraz, Isparta seccade ve halıları; Almanca kitaplar, Harbi umuminin “İllûstration” mecmuasının nefis koleksiyonu ve saire eşyayı beytiye… Apartman dairesi dahi satılıktır. Pey sürenlerden 100 de 25 te’mînat alınır.

Şimdi Mösyö Jak’ların yatak odası duvarlarını ışıtan, sevişmeyi bilen tüm uzaylılara geniş zamanlar sunan günbatımları karşı tepelere dikilen kulelerle kesildi. O gök yaran kuleler, akşam közlerine sürülmüş yanmaz tutuşmaz kütüklerdi.

Pencere demişken, bir faciayla da anıldı Nare. Fî tarihinde beşinci katta oturan şişko Şehir Tiyatroları oyuncusu balkonlu pencereden düşüp öldü. Dedikodusu bir hafta sürdü. Canına mı kıydı, yoksa eğilip kapıya bakayım derken pervaza oturan göbeği üstü ayakları yerden kesilip tepetakla mı oldu diye. Canına kıydığına kimse inanmak istemedi komedyen olduğu için, göbek üstü gitmiş zavallı, dediler, göt üstü düşmüş birinden söz edercesine. Çamaşır suyuyla ak pak kadınlarsa o evde her şeyi kaplayan tozdan yakınmayı sürdürdüler, pencere pervazlarında yaşamasız sinekleri kumrulara yem ederek çene çaldılar. En çok da merhumun ucuz fayans vazoya doldurduğu sigara izmaritlerinin yaydığı kokudan söz ettiler. Binalarından bir pisliğin temizlenmesine neredeyse sevindiler.

Giriş kapısının üstünde tepe lambasını çılgın kırlangıçlar çamurla sıvamıştı, çömlek toptan yuva yapmıştı. Nare’nin insanların elinden alınışının ilk belirtisiydi bu el şamdanına benzer çanak. Çatısı çoktan beri kargaların, martıların barınağıydı. Kar en çok onun soluk kiremitlerinde, çinko oluklarında kalırdı; en dolgun damlalar onun camlarından süzülürdü; sabahları çöken kırağı ona yakışırdı. Öyle böyle, yine de her mevsim göz alırdı. Gençler önünden geçerken mutlu düşlere dalardı. Kuştüyü yastıklara konacak başlarını, kokulu nevresimler altında duyacakları zevki, kristal avizelerden kristal sürahi çevresine üşüşmüş ağzı yaldızlı su bardaklarına düşecek lüks ışığı, çillenmiş boy aynaları karşısında kendini beğenmiş duruşları belirirdi kafalarının arka kesimlerinde. Çarpık suratlı yaşlılar da ona özenirdi, sevinçle bakardı. Onun ayakta duruşu, sınıfını gösteren edası kanlarını ısıtır, daha, az daha ömürleri olduğuna inandırıp avuturdu. Sonradan döşenmiş tesisatıyla Nare az çok o damarları dışarı uğramış yaşlılara dost eli uzatırdı. Daha ölmedik dercesine yaşama direnci aşılardı.

İkinci katın perdeleri hep açık camı önünde, ara ara ağzına götürdüğü fincandan başka devinimi olmayan yalnız yaşlı adam başı dururdu. Sokağın sokak olduğu günlerden kalma büste, resmi makam duvarlarında asılı kurucu devlet adamı tablosuna benzerdi uzaktan. Bir iki kez bu büst-adam o başıyla birlikte markette iki büklüm karşıma çıktığında nasıl şaşırmıştım. Mantarlaşmış, lekelenmiş suratına baktığımda onun da bencileyin bir insan olmasından duyduğum ürperti içime işlemişti. Anımsadıkça şaşar mı insan, şaşar. Canlı sandığınızın cansız, cansız sandığınızın canlı olduğuna tanıklık eder de şaşakalır.

Nare’nin yerinde büyüyen boşluğu, bitişik yapıların duvarlarına yapışık sırıtan izlerini, yan apartmanı sırlı tuğlalarıyla dımdızlak açıkta bırakışını, briket duvar örülü pencereleri, hâlâ kızartma kokan soluk ve çatlak fayansları, artık yapraktan çok dal döken kurumuş ağaçlı arka bahçesi caddeye açılıverince yeni hayata küsmüş apartmanları, bloklar arasında sadece göğe doğru uzamayı öğrenmiş büyük ağacın kederi… Ya, ağzına fincan götürürken kımıldayan yaşlı adamın sonu? Masal bu ya, önünden ne zaman geçsem bir aşk yuvasına duyulan özen, incelik doldurur içimi. Şimdi tüm güzel duygularımın üstüne kara kışların karı yağıyor.

Hepsi beni eski kışların karına götürdü. Küflü rutubet, örümcek, çiş kokusu sinmiş kapı önü boşluklarına Nare’nin. Yırtık sökük bezlere dönmüş, patlaklarından içinde kalmış eski renkleri gösteren soluk badanalı duvarlarına. İşret sofralarında utanıp sıkılma saatleri atlatıldıktan sonra tükürüklü ağızlarla söylenen şarkıların, alkol pembesi gözlerle cesurca ortaya saçılan büyük sırların, poker masasında atan nabızların yankısı biraz kulak verilirse işitilen duvarlarına. Akşam renklerini içeri almak istemeyen aydınlık kapısına. Arka bahçesinde yakılmış maltızlara, mangalda kızarmış balıklara, tatlı sulu soğan dilimlerine. Serin bahçelerde güzel musikiler eşliğinde nefis yemekler yerken her fırsatta karısına ruhum diyen, dostlarına azizim diye seslenen adamlara. Oyuk duvarlara sürtünen incir dalları arasında Serengeti aslanları cakasıyla salınan kirli kedilere. Göz açtırmayan kar tipisinin bastırdığı unutulmaz sevgililer günü sabahına… Ki o sabah sokağa kucağını dolduran buketle bir çiçekçi girmişti. Üşümüş ama uzak pencereden çiçeği hangi apartmana bırakacağını merak edip izlemiştim. Çiçekçi elindeki kâğıda baka baka, kapı önlerinde duraksaya duraksaya gelip Nare’nin karla kaplı kapısına dayanmıştı.

Ben böyle gözbebeği dağılmış yaştakileri duygulandıracak mektup kıvamında naftalinli epizotlar bilmem sanırdım. Nare, elektriklerin kesildiği bir gece mum ışığının isine bulanmış yüzünü bana böyle gösterdi, kendini böyle sürekli iç geçiren yorgun sesle anlattırdı. Başka bir zamana inansam, kalleşçe işlenmiş cinayetin öyküsünü ya da ince yağmurlar altında ıslanmış evsiz gençlerin terk edilmiş son katına çıkıp oracıkta –örümcek ağına düşmüş sineğin işe yaramaz kanat çırpışlarını andıran– ayaküstü becermelerini, yadsınmış o gizli kapaklı buluşmaların lekesiyle resimli duvarların koyu kederini de yazarım derdim belki. Varlığı yokluğa, yaşanmışlıkları hiçliğe dönüştürmüş ustaların hünerini gösterebilsem.

Şimdi, ot basmış yolda paçalarıma değen ak baldıranların içinden moloz yığınına baktıkça, o kapı Piranesi’nin viranesi görkemiyle yüceliyor, çiçekli zafer takı oluyor gözümde. Takın üstüne de ışıklı yazıyla Marcel Schwob’un Yıkıntılardan kaç ve onların arasında ağlama sözünü konduruyorum.

Yıkılmasa saçma sapan varlıklar olurdu ayakta kalanlar, ağlama. Körler arasında sen de gözünü yum!

Klasik Ustalıklar

Köpüklü sularla yıkanıp üstüne talaş serpilmiş geniş basamaklı merdiveni tırmanıyorum. Bu kızıl taş spiralinin içinde telaşım sorulsa yanıt veremem; bir yere mi yetişeceğimi, birini mi aradığımı, izleyen birinden ya da yaklaşan bir afetten mi kaçtığımı ben de bilmiyorum. Ne olsa inanılır düşte.

Bir titremedir aldı inşaat kalasının üstünde. Vakit darlığı değil, dışarı çıkma telaşı. Dilim kesik, kulağım delik. Susup dinliyorum. Ortam ve koşulların sunduğu fiziksel verileri söze aktarmaya ayarlı sensor kesiliyorum. Sözcükler ürer kâğıt üstünde ama bazıları, belki yalnızlıktan, ürür de. Görüp tanımadan konuşanlar her şeyi benden çok, herkesten iyi biliyor. Betimliyorlar tekdüze, şematik kesitler getiriyorlar göze. Görüntü çizimleriyle girmeyin hikâyeye, tersime gidiyor desem de kimse dinlemiyor. Sorsam belki anlayacağım, şeklime şemailime bakarak beni ne sandıklarını; hangi sandıklarda sakladıklarını ya da nasıl aklayıp neden patakladıklarını. Jarry’nin patafizik dünyasına benzeyen belirsizlikler, yanılsamalar, sanrılar yumağı içinde panik butonunu arıyorum.

Tapınak resimlerinden fırlayıp kalabalığa karışayım derken dünyanın kabalığına düşmüş partal kıyafetler içinde dükkâncı takımı. Üstlerine bol gelen kapüşonlu eşofmanlarla kukuletalı, cübbeli keşişlere benzeyen basketçi gençler de, deli gömleğine benzeyen önlük giymişler de var. Sarı buğulu ışıklarını söndürüp zindan bedenli eğik duvarlara gömülü dükkânlarının, işliklerinin tahta kapaklarını kapıyor, ferforje akordeon kepenklerini çekiyorlar. Avuçlarının sıcaklığında eriyik olmuş, cıva gibi kayan cep saatlerinin hangi zamanı gösterdiğini ve onlara ne buyurduğunu merak ediyorum. Zaman buyurgandır her yerde! Bir çağdan bir çağa, bir çığdan bir çığa yuvarlanan belleğimin kayıp/buluntu eşya bürosu suskunluğu beni yoruyor. Saçı sakalı karışık kafaları ve tebeşir tozuyla kaplı yüzlerinde karanlık ve çapaklı göz yuvalarıyla, esrarkeş adımlarıyla daha yanımdan geçerken görünmez oluyorlar. Sırtları bacakları esnek yaylara dönmüş dükkâncılar, aşına aşına kavisi derinleşmiş, üstüne sanki opalin çanaklar sıralanmış eşiği aşıyor. Nasırlı ayaklarını sürüyerek gözden yiterken gölgeleri arastanın pusarık köşelerine uzayıp kısalarak takılıyor, sonra anasından ayrı düşmüş yavru ürkekliğiyle fırlayıp kafileye yetişiyor.

Yarasalar kanatlanmış da, dağılın emriyle terastaki yuvalarından harekete geçmişler sandım. Tabanlara sıvalı zift, kireç taşıyla döşeli zemini iz iz dolduruyor. Boşlukta insan bozuntusu silik anıtlar beliriyor, yivli sütunlar marifet mesleğinin ermişleri gibi içe doğru dönüyor. Gölgeden heykeller pençeli izlerin üstünde takılı kalıyor.

Duvarın en ezik köşesinde çan seslerinin kalın havayı delmesini bekliyorum. Gölge galerisi dar geçitlere bakıyorum. Çifte sürgülü dökme kapılarla çevrili boşluklar. Kapılar çarpık, tavanlar sarkık, duvarlar çıkık. Hangi kapıya el atsam kolu elimde kalacak, hangi duvara sırtımı versem üstüme çökecek. İtilip kakılmış, çalkalanmış, sallanmış, silkelenmiş her yer; eğrilmiş, birbirine ters kalmış. Harabenin de estetiği var; zıt yönlere çekiştirilmiş eğrilikler mimarisi içindeyim. Kıpırtısız durup bakarak kimsenin ne yöne gittiğini – hangi geçenekte hangi seçenekle nasıl gözden yittiğini, oradan oraya yuvarlanıp akan insanların nerden bittiğini ve sonra nasıl tükendiğini– kestiremiyorum. Kimsenin, bir kimse olarak, bir yerden bir yere gitmediği de, iç içe açılan ve sadece girilen kapılardan geçtiği de, dahası, bir kaleydoskopun oynaşan renkleri olduğu da ortada.

Kesif nem, örümcekli tavan kokusu, kırağı çökmüş yaz akşamı ürpertisi. Tuğla duvar örülü bu kemerli kapıdan kimler geçti, şu camlı verandada kimler pinekledi, şu kör pencerelerden hangi sesler yayıldı, yankısına kapıldım. Portikonun yer delen yivli sütunları arasında düş kırığı takaslarıyla avunuyorum; üzüntü-sevinç ödeşmeleri.

Dışarıda, diyeceğim ama dışarı uzak ülke, sisli ada, şimdilik. Uzakta uğultu var. Ne mahşer uğultusu ne kent; salt metalik ses. Hurda bir tramvay, pantografından kızıl çakımlar saçarak karanlığı deliyor. O karanlık yere, Pink Floyd’un High Hopes’u eşliğinde dönüşü olmayan uzaklara gittiğini sanıyorum uyurgezer esnaf alayının.

Belki el değiştirip başka şeye dönüşecek, belki belediye raporuyla yıkılacak işe yaramaz yapının boşaltılmasına tanık oldum. Akşamın inişi burada ancak tavana yakın sıralanmış, yağmur suyunu eme eme çerçevesini yosun bürümüş opak fanuslarına benzeyen lomboz pencerelerden, uzak yakın neresiyse oralarda bir yerlerde yankı küresini şişiren çan sesinden anlaşılır. Uzun günlerin alaca akşamlarında mezbelelik haline gelmiş kuyulara, boklu arsalara, kuytu harabelere karanlık birden çöker. Çocuklu sokaklara sanki çekinerek sokulur karanlık. Kapı önleri kendi aydınlıklarıyla direnir karanlığa. Çocuklar günü son aydınlığına dek yaşamak isterler; akşam kapılarına dayanmadan evlerine girmezler.

Çıkışı soracak kimse kalmayınca enikonu Kasparyen bir ürküntüye kapılıyorum. İnsanlar mı insansızlık mı kötü? Ağzımda kimsenin duymadığı, duysa da umursamayacağı, kanatlı boğa heykeli biçiminde bir çığlıkla, Çıkış olabilecek yeri arıyorum.

Kırıma uğramış gemi leşine sığınıp ufku gözleyen deniz adamı kabartmalarıyla dolu duvarlar arasında sarı, turuncu saatlerdeki şenliğin dağılıp kara tepelere çekilişini albatrosun gözünden görmeyi düşledim.

Denizin içine çağrılıların uğradıkları felaketleri düşledim. Denizin girdaplarına boyun eğenlerin kıyı kentlerindeki afetlere karşı koyamayışlarını düşledim. Toprağını erozyonla denize akıtan, denizlerini molozla dolduran, göllerini çöle döndüren çorak ülkeleri. Lodos artıkları arasında, dalga çukurlarında çalkanan, karaya vurmuş, yalos biçiminde kötürümleşmiş vahşi insan neşeleri düşledim. Artık kimsenin içini açmayan, bulanın elinde taşlaşan sevinç kırıntılarını, hepsini düşledim. Özenti duyguların, düzmece inceliklerin örselenmiş benliğimi ele geçirmesine ramak kala kestim alakayı.

Ayağıma doladığım, çilesini çekip ip ip sağdığım yerdeymişim meğer; doğduğun ev diye fotoğrafı gösterilen sokaktaymışım. Uyanık günümde anama sormuştum sokağın adını. Vangelistra’nın arkasıydı, adını unuttum, dedi. Yeni kentteki dünyanın en güzel çan sesli tapınağından söz ederken özleme kapılıp sönümlenmişti anlatımı. Ampir çanları vampir çetesi tarafından gece yürütülmüş, sayısız özellik ve güzellik dolu tapınaktan çalınmış.

Koca çan, kulesinden nasıl çalınır, çangır çungur sorusu çalındı kulağıma. Düş içinde bulunduğum belirsizliğin ürküntüsü lehimledi her şeyi birbirine. Çanı çalan hırsız çetesinin bu işin üstesinden nasıl geldiğini, bekçi olmasa da uzak kırlardan geçen

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıDalga Boyu
  • Sayfa Sayısı148
  • YazarMurat Yalçın
  • ISBN9789750864087
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hafif Metro Günleri ~ Murat YalçınHafif Metro Günleri

    Hafif Metro Günleri

    Murat Yalçın

    “Karanlıkta yol alan hikâye karanlıkta son bulur” demesi ne, Borges’in sevdalısı? Esin perileri kurşuna dizilirken, kalemin kurşunlarında can verirken. Gecenin sessizliği bozulunca perdeleri açmak,...

  2. Dayı Parçası ~ Murat YalçınDayı Parçası

    Dayı Parçası

    Murat Yalçın

    Belki biraz incinmiş, biraz kırılmış, biraz bitkin, belki biraz yılgın da ama yaşama dönük, direnmeye istekli. Benzi sararmış ama hastalıktan, düşkünlükten yana durmuyor gövdesi.Aczini...

  3. Pera Mera ~ Murat YalçınPera Mera

    Pera Mera

    Murat Yalçın

    Kendimi değiştirmiyorum, dünyayı değiştirmiyorum ama gerçekliği değiştirerek, kendi hayallerimin arkasına gizleyerek kendi yenidünyamı kuruyorum… Mesela geçenlerde Çinlilerin Dönüşüm’ü okurken ağızlarının sulanıp sulanmadığını merak ettim....

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Hayaletten Mektuplar ~ Mavisel YenerHayaletten Mektuplar

    Hayaletten Mektuplar

    Mavisel Yener

    Babasının işi nedeniyle yaşadığı kentten ayrılmak zorunda kalan Fidan, can arkadaşı Meltem’le mektuplar aracılığıyla dertleşip hasret giderirken, bir başka kentte Alper, Almanya’da yaşayan dayısı...

  2. Sen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın ~ Gürdal ÇakırSen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın

    Sen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın

    Gürdal Çakır

    Yeni neslin gelecek vaat eden yazarlarından… CENGİZ SEMERCİOĞLU Aşk, Gürdal Çakır’ın satırlarında siyahi bir asaleti taşıyor. Hem öfkeli hem duygusal. AYŞE ÖZYILMAZEL Güçlü bir...

  3. Işıklı Kaplumbağa Adası ~ Levent Turhan GümüşIşıklı Kaplumbağa Adası

    Işıklı Kaplumbağa Adası

    Levent Turhan Gümüş

    Yorgun yıldızların gittiği yerIşıklı Kaplumbağa Adası, kâinatın uzak mı uzak bir yerinde yaşayan minik bir yıldızın, o yıldızın kulağına büyümenin sırrını fısıldayan bir masal...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur