Akif Kurtuluş’un Politika ve Sanat ile Harita Metod Defteri isimli kitapları, Daktilo Yazıları başlığı altında, “bir” kitap olarak bir araya geldi. Derin, kuvvetli ve entelektüel enerjisi yüksek bu yazılar, Ekim Devrimi öncesi ve sonrasında yoğun olarak ortaya çıkan sanat-iktidar çatışması; sanatın, gerçekliği kavrama ve kurma sorunu gibi önemli meselelere değiniyor. Aynı zamanda Türkiye’deki sanat pratiklerini, eleştirinin besleyici damarından vazgeçmeden çözümlüyor. Politikanın, “kültür dünyası”nı kestiği ve sanatçıların da “politik olan”la kesişmekteki tutum ve meselelerine dair yekpare bir çalışma…
İçindekiler
Önsöz …………………………………………………………………….. 11
POLİTİKA VE SANAT
Geçiş Süreci Toplumunda Özgün Bir Sanat Pratiği:
Proletkült……………………………………………………………. 27
RAPP’den Sosyalist Gerçekçiliğe… Ne Kadar
Evrensel; Ne Kadar Teorik?……………………………………. 61
Piyon Peşkov’dan Acılı Maksim’e Maksim
Gorkiy’in Trajedisi ……………………………………………… 113
Ekler
Partinin Edebiyat Politikası Üzerine ………………………. 157
Tüm Koşulları Sağlayalım ……………………………………. 162
23 Ağustos 1934 Tarihli Sabah Oturumunda Kabul
Edilen Gorkiy’in Tebliği, S.Y. Manşak’ın Ortak Tebliği
ve Ulusal Cumhuriyetler Edebiyatı Tebliğleri Üzerine ..168
Karl Radek’in “Enternasyonal Edebiyat” Tebliği
Üzerine Sovyet Yazarlar Birliği 1. Kongre Kararı: …….. 170
Parti Örgütü ve Parti Yazını …………………………………. 172
Kaynakça……………………………………………………………….. 179
HARİTA METOD DEFTERİ
Sunuş……………………………………………………………………. 191
Birinci Bölüm
Devrimci Mücadelede Boşluk: Sanat Pratiği……………. 199
Devrimci Mücadelede Boşluk ………………………………. 212
1970’li Yıllarda Devrimci Politika, Devrimci Sanat….. 229
Söz’ü Götürmek ………………………………………………… 241
İkinci Bölüm
“Hangi Dünyaya Kulak Kesilmişse Öbürüne Sağır”….. 251
Halkın Dostları’nın Vicdanı Olmak……………………….. 263
Böyle Bir Sonu Hak Etmemişti …………………………….. 271
Üçüncü Bölüm
N’olacak Bu Şair?……………………………………………….. 289
Bir Vaftiz Töreni İmza Günleri……………………………… 292
Genç Şair: Artık İsmi Neonlarda …………………………… 296
Demokrat Şair, 1980 Altı Yıl Git, Sonra Sağa Dön…… 304
Entelektüel Şiddet İçin: Uçlara……………………………… 321
Geçmişten Kopmamak Geçmişe Yapışmak …………….. 330
Belge Yayınları’nın Yeni Sesleri Hangi Alternatif?…….. 336
Kirpiler, Horozlar ve Kartallar Cinsiyetçi
İdeoloji ve Şiir……………………………………………………. 345
Hangi 68? …………………………………………………………. 365
Önsöz
Daktilo Yazıları, “ismiyle müsemma” daktilomdan çıkan yazılardan oluşuyor. Hayatımıza bilgisayarın girmediği bir dönemin “eski” yazıları. Eski yazı deyince yıllar önce, Ankara’da çok sanıklı Sıkıyönetim Mahkemeleri’nden birinde, savunma avukatlarından ikisi, Halit Abi (Çelenk) ve ben yan yanayız. 1983 yılı olmalı. Halit Abi küçük bir deftere “eski yazı” ile notlar alıyor. Sıra kendisine gelince çok özenle hazırlandığı besbelli görüşlerini ve taleplerini, mahkemeye yer yer bu notlara göz gezdirerek sunuyor.
Halit Çelenk, özellikle “yeni nesil” için yazıyorum, cumhuriyetten bir yıl önce doğmuş, kuruluş yıllarının ve cumhuriyetin aydınlanma projesinin ürünü bir avukat ve siyasetçiydi. Cumhuriyetin değerlerine sol/seküler bakış açısından neredeyse ödünsüz bir sadakatin temsilcisiydi. Çelenk’ten altı yaş büyük olan, hemen hemen aynı paradigmanın içine doğmuş ve öyle yaşamış Aziz Nesin ve Melih Cevdet’in de notlarını bu yazıyla aldığını çok sonra öğrendim. Duruşmaya ara verildiğinde, şaşkınlığımı gizleyerek, merakımı öne çıkaran bir edaya sordum Halit Abi’ye: “Kimse anlamasın diye mi notlarınızı eski yazı alıyorsunuz abi.” Muzip bir gülümsemeyle, “Hayır,” dedi, “böyle daha kolayıma gidiyor.” 2016 yazında Emre Taylan, Harita Metod Defteri ve Politika ve Sanat’ı yeniden basmak istediğinde, bu denli açık ifade ettim mi şimdi emin değilim, ama eski olmasa bile, her iki kitabımın da “eski yazı”yla kaleme alınmış notlar olduğunu düşündüm. Aradan geçen zaman benim onu caydırma, onun da beni ikna çabalarıyla sürdü.
Emre kazandı sonunda. İkna oldum. Tereddüdüm, yazıların bugün anlaşılamayacağına ilişkin değildi. Eskimiş olduğunu da düşünmedim. Belki şöyle bir şey: Her iki kitabımdaki tartışmalarımın, müdahalelerimin bugün nasıl bir anlamı olabilir? Yoksa elinizdeki kitap, benim yazı maceramın sadece bir parçası mı olacak? Bunu ben de izleyip görmek istedim. Yazıların “eski” olduğu doğrudur ama eskiyip eskimediğini ben de göreceğim. 1981 yılından başlayarak kırkıncı yılına yürüyen edebiyat hayatımın ilk yarısının yazıları bunlar. Şüphesiz bazı konulara aynı yerden bakmıyorum. Tartışma eksenim, dahası üslubumda da değişimler yaşadım.
Bu farklı bakışları taşıyan yazılarım da aslında sağa sola dağılmış durumda. Dergilerde, tabii internet ortamında, meraklıları bunlara ulaşabilir. Bir süre sonra basılı olarak da bu yazılar elinize ulaşabilir. Bilemiyorum. Emre’nin mutlaka kafasında bir şeyler vardır. Harita Metod Defteri’ndeki son bölümü, “Söyleşiler”i bu baskıda çıkardık. Belki başka bir kitapta hepsi toplanır. Sovyet Devrimi’nin 1915-1934 yılları arası kendine özgü deneyimini çalıştığım Politika ve Sanat’ı da bu tek kitapta toplama fikri başında da hoşuma gitmişti. Ne olsa birbirine değen, biri diğerinin önünü açan yazılardı. Bizde okur, kitabı eline aldığında önsözle başlamaz. Eğer buradan başladıysanız, hoş geldiniz.
POLİTİKA VE SANAT
Herkesin bir macerası vardır. Birilerine şaşırtıcı gelebilir, ama bir “edebiyatçı”nın macerasında “dergi” olmamasını tercih ederdim. Neden tercih ederdim? Adamın aptalı “solcu”, solcunun aptalı da dergici olur da ondan mı? Çok kısaca şunu söyleyebilirim: Edebiyat, öyle varoluş nedeni anlamında filan değil, sözcükten ne anlaşılırsa işte öylece bir “zevk” işi olduğundan. Ya da ben edebiyatla uğraşmayı, bir zevk, bir eğlence işi görüyorum. Benim de benzer birkaç maceram oldu. Yarın’ı çıkarırken, edebiyat benim için hiç de söylediğim gibi görünmüyordu.
Edebiyat mı beni, bugün onu gördüğüm gibi görmüyordu yoksa? İkisi de doğru. Kendisinden memnun mesut bir edebiyat okuruyken, neden şiir yazmaya başladım? Neden tutup üstüne üstlük bunları bir de yayımladım? Bende bu soruların yanıtı, itiraf etmeliyim ki, bugün de yok. Belki de bu tür sorular hep “yok satar” da ondan bende de “kalmadı”. Yalnız şu var: Size yemin ederim, ilk şiirimin yayımlanışını izleyen süreçte “şair” olacağımı bilmiyordum. Hoş bilseydim, yayımlamaz mıydım, bu da ayrı bir konu ama şimdi gönül rahatlığıyla, “Kim itti lan beni?” diyebilirim. Herkes “başka türlü olamadığı için” şair oluyormuş. Bu da bir tercih. Benim de “herkes” gibi şair olmaktan başka olacağım, ve olduğum şeyler vardı. Ben ne onu ne bunu seçtim. Ayıptır söylemesi, yaptığım her işten de zevk almaya çalıştım. Fakat “zevk verenin” de bir sınırı vardır. “Zevk alan”ın da bamteli. Herkes “bir şeylerden rahatsız olduğu” için şair olurmuş. Benim rahatsızlığım, şiir yayımlamaya başladıktan sonra değil, şair olduktan sonra başladı. Bir süreden beri baktığınız bu kitap “bakmaya başlayacağınız” demiyorum, çünkü önsözler de dipnotlar gibidir, pek bakılmaz, belki sonradan okunur– işte böyle bir rahatsızlığın ürünüdür. Çünkü zevk almaya çalıştığınız edebiyat denen şey, bütün kurumlarıyla, bir gün gelip sınırlarını size dayatır. Sizin de hani bamteliniz vardır ya! “Başlarım böyle saadete,” dersiniz siz de. O nedenle, edebiyatta 25 ya da 50 yıl, yani gümüş ya da altın madalya alanları anlamakta hiç de güçlük çekmiyorum. Fakat hangi “iş” bu kadar uzun süre yapılabilir? Bunu, bu satırların yazılmaya başlandığı günlerde, haziran ayının sonuna doğru bir akşam körfezde bir “iş yemeği” yerken çünkü ara sıra garsona, “Oğlum bak hocam ne alır?” diyordum Ahmet İnam’a söyledim. (“Beni anlıyordu.”) Dolayısıyla bu kadar çok adam ya da kadın neden bu “iş”te bu kadar çok ısrar ediyor? Keşke gıpta edebilseydim.
Benim macerama gelince, 1980 Ağustos’unda, Heybeliada’da başladı. Şimdilerde Kavram Yayınları’yla uğraşan Serhat’a, “Neden bir sanat-edebiyat dergisi çıkarmıyoruz?” dediğimde, ne Serhat edebiyat gibi ciddi bir derdi olan biriydi ne de ben onun gözünde edebiyata yakın biriydim. İyi de, “Arıcılık, halıcılık ya da bilumum el sanatları üzerine bir dergi çıkaralım,” demediysem, bir nedeni vardı. Sanıyorum ikimizi de umutlandıran bir hava esti. Heybeliada dönüşü aradan ne geçti ki zaten; bir sabah bir arkadaş evinde geç saat uykuya dalan en büyüğü geride bir 25 yıl bırakmış insanlar, Nenehatun Caddesi’nin gündüz on iki sularında bu kadar sessiz olmasına bir anlam veremedi. Ev halkı haberi, kahvaltı için ekmek almaya giden “çocuk”tan aldı. Burada Yarın tarihi yazacak değilim ama ucundan kıyısından bulaşmamak da olmayacak. Yarın, 1984-1985’le alacağı biçimin çok uzağında, işte Nenehatun Caddesi’nin o 12 Eylül’le başlayan sessizliğinin ertesinde yayımına başladı. Yani şunu mu söylemek istiyorum: 12 Eylül olmasaydı, Yarın olmazdı. Evet öyle. Ama şu da değil: Yarın 12 Eylül’ün ürünüdür. Hayır, böyle değil. Yani?
Yani, 1981 Ekim’inde yayımlanmaya başlayan dergi, aslında çok bilinen, fakat benim galiba kendime bir türlü itiraf edemediğim bir yanlış üzerine oturuyordu. Orhan Gencebay’ın şarkısındaki “aşk zamanı” gibi, “şimdi edebiyat zamanı”ydı. Edebiyatı ciddiye almayanları ben, sadece Talat Paşa’dır, onun kadim öğrencisi Mustafa Kemal’dir, yani topyekûn “onlar”dır bilirdim. Meğer “biz” de ciddiye almıyormuşuz. Edebiyatı ciddiye almayı burada “tavsiye edecek” değilim; çünkü zaten her türden ciddiyetle aram pek hoş olmadı. Gel gör ki Musa’ya da yaranamadık: Edebiyatı “saraka”ya da alamadık. Demek ki edebiyat bizler için ikame değeri olan bir şeymiş. Bunu ilk sayının başyazısından, şimdi değil, ama doğrusu o an da değil, çok iyi çıkarabiliyorum. “Toplumcu gerçekçiliğin genç soluğu” logosunu keşke lego olsaydı düşünürken, belki beni yalancı çıkarabilir ama, ne Semih’in ne de benim, edebiyatın kendisini hedef alan bir kaygımız vardı. Güya herkes toplumcu gerçekçiydi. Ama en hakiki toplumcu gerçekçilik hangisiydi? Ortalıkta sap samana, toz dumana karışmıştı.
O başyazıda, toplumcu gerçekçilikle ilgili bilimsel çalışmaların yapılmadığından yakınılıyordu. İyi de yayın hayatı boyunca konuya ilişkin tek bir yazı çıkmadı. Toplumcu gerçekçi yönelimlere eleştirel bir bakış ihtiyacından söz ediliyordu. Gel gör ki, toplumcu gerçekçiliğe “yan bakan” tek bir yazı yayımlanmadı. Samimiyetsiz olduğumuzdan mı? Samimiyetimize bugün de inanıyorum. Biz de birikimsizdik, “edebiyat ortamı” da. Birikimsizdik diyorum; siz bunu “cahildik” diye de okuyabilirsiniz. Ama siz de cahildiniz. Hepimiz cahildik.
Eleştiriye gelince. Eleştiriyorum diyenler, Zdanof’un, Ahmatova için söylediklerine bozulmaktan başka ne söylüyordu? Edebiyatın tartışıldığı sanılan kahvelerde, “Ben toplumcu gerçekçi değilim,” diyenler, “gelseler önce bizi keserler”den başka ne tür bir argüman üretebiliyorlardı? 70’li yıllardan 80’lere, Türkçe edebiyat ortamı, sosyalist gerçekçilik üzerine, övgü ve yergiyi bir kenara bırakırsanız, satır aralarından toplansa belki bir dergi yazısı yapacak “literatür” bırakmıştı. Artı; toplumcu gerçekçiliği eleştirdiğini sananların da sosyalizme olan mesafesi bizi rahatsız ediyordu. Belki de bize öyle geliyordu. Tabii şu da var; 1981 yılında toplumcu gerçekçiliğe gard almayı, politik açıdan nazik bulacak kadar busözcüğü özellikle seçtim– bir vicdan sahibiydik. Zaten sorun da buradaydı. Hani biraz önce, kaygıdan söz ettim ya; sosyalist gerçekçilikle ifade edilen kaygının, sanat ve edebiyatın dışında ne varsa onu merkez alacağını anlayabilmek için, hadi “bizim” demeyeyim, benim birkaç fırın ekmek yemem gerekiyordu. Tam benim buna gözüm kesmişken, eski çamlar bardak oldu. Özeti; çamlardan henüz sakız alındığı bir dönemde toplumcu gerçekçilikle, edebiyatın ikame edildiği bir coğrafyadan bir mesaj (hatta “sosyal içerik”) vermeye çalıştık. Demek “biz” ordaymışız. Beğenmediniz mi? Peki, “ben” ordaydım. 1983 baharında dergiden ayrıldım. İlgisi yok; “orda” olmak istemediğimden değil.
Düşmanın bildiğini dosttan neden saklamalı? Bir gün, derginin vasisiyle arama kara kedi soktum, böylece dergiyle de ilişik kesmem gerekti: “Aman bizde âdet böyledir.” Sanat ve edebiyatla ilerleyen yıllarda kuracağım ilişkinin gelişme trendine baktığımda, bu vesayet ilişkisini ciddi bir hesaplaşma konusu yapmayışımı, önemli bir eksiklik olarak buraya kaydetmeliyim. Neyse; sonuçta muhasebeye uğramadan çekmecemi boşalttım ve çıktım. Kaldı ki ne derginin düzenli bir muhasebesi vardı ne de benim derli toplu bir çekmecem. Taraflar, bir-iki pürüz dışında, neredeyse tereyağından kıl çeker gibi bu işi hallettiler. Yalnız bir şey var: Ne kadar kaytardım bilemem ama 1982 sonuyla birlikte bir muhasebeye başlamıştım. Galiba toplumcu gerçekçilik denen şeyle aramda ilk tatsızlık da bu aralar çıkmaya başladı.
Oysa ben sadece, herkesinki kadar basit ama herkese göründüğü kadar “kuzgun” hayatıma ilişkin sorular soruyordum. Şimdi ipinden boşalmış tespih taneleri gibi dört bir yana dağılmış bir grup arkadaşımla birlikte “aynaya bakınca iskeletimi görmeye” çalışırken, yine İsmet Özel’den aşırarak söylersem, “Waldo, sen neden burada değilsin?” demek istiyormuşum. Neden? Çünkü bakıyorum da, “Sen neden ordasın?” diye soran da yokmuş. O halde neden? İnsan, ne kadar kendini kanatmaya çalışırsa çalışsın, bu işi sağlık ocağına yakın bir yerde yapmak istiyor. O aralar benim sağlık ocağım da Abramoviç Yoffee oldu.
Deutscher’in, Trotskiy biyografisini okurken tanıştığım bu adamın Trotskiy’e bırakılmış son mektubuyla karşılaştığım zaman duyduğum sarsıntıyı şu anda bile hissediyorum. Adler’in hastası, devrimci Yoffee, canına kıymadan az önce kaleme alınmış satırlarda, bu dünyada tek bir insan bile kalmayacak kadar büyük bir felaket olsa, mutlaka bir insanın başka bir gezegene sıçramış olacağına ve orda yine hayatın devam edeceğine olan inancından söz eder. Bu da benim narkozum oldu. Demek ki, “uygar”mışım. Bir intihar, şehirde başka bir insanın narkozu oluyor. Güçlü bir narkozmuş, hâlâ idare ediyorum. Ya da hâlâ Pavese’nin sözünü dinliyorum. “Kötü olduğumu” söylemiyorum. Bakarsın birileri buna inanabilir. Pardon, ben size toplumcu gerçekçilikten söz ediyordum.
Osman Çutsay’la Edebiyat Dostları’nı (ED) tartışmaya başladığımızda –aramızdaki ilk paslaşma 1986 Nisan’ıdır– “Hoca, peki, şu sosyalist gerçekçilik?” dediğimi hatırlıyorum. Ben demediysem, o demiştir. 1986 Kasım’ında dergi işi ciddiye binince, üzerinde konuştuğumuz şeylerin başında da sosyalist gerçekçilik vardı. Altı yıl önceden baktığımda, Hüsamettin’in anti-hümanizm mazgalından yaptığı bir-iki taciz atışı, benim birkaç ses bombam, Osman’ın galiba pilav üstü az “öfke”si dışında, biz bunu Osman’la sadece “konuşmuşuz”. Edebiyat Dostları ayrı bir hikâyedir. Ben burada Yarın’ı da, Edebiyat Dostları’nı da konuşmak niyetinde değilim.
Olabildiğince, bu kitabın “dibace”sini ya da “esbab-ı mucibe”sini anlatmaya çalışıyorum. Ama çok üstüme gelirseniz, diyeceğim şudur: Edebiyat Dostları’nı, topunuza değişmem. Yetmedi mi? Peki, o zaman alayınıza değişmem. Şimdilik bununla yetinmeye çalışın. Fakat ED’de, ya da edebiyat kamuoyunun taktığı adla E D(üşmanları)’nda, sosyalist gerçekçilik neden bir derinlik olamadı? Öyle ya, bu sorunun da makul ve mantıklı bir yanıtı olmalı. Yanıtı, uzun sürmüş bir cehaletle ilgilidir. Yoklukta eşitlik sağlamak için bu kavramı kullandım. Aslında bilgisizlik demek daha doğrudur. Edebiyat Dostları bilgisizlikte eşit olabilir ama en azından cehalet konusunda averajının çok iyi olduğunu söylemeliyim. Bana gelince; şimdi siz benim bu cehalet perdesini yırttığımı düşünüyorsunuz. Ben öyle düşünmüyorum. Her ne kadar cehaletin yazgım olduğunu sanmamanız gerekiyorsa ve ben de öyle sanmıyorsam da, size söylemek istediğim şudur: Bildiğim bir şey varsa sizden daha az cahil olmadığımdır.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıDaktilo Yazıları
- Sayfa Sayısı368
- YazarAkif Kurtuluş
- ISBN9789750734571
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hollywood’u Kapattığım Gün Amerikalılara Çok Büyük İyilik Yaptım! ~ Alev Alatlı
Hollywood’u Kapattığım Gün Amerikalılara Çok Büyük İyilik Yaptım!
Alev Alatlı
Herkesten çok da Obama teşekkür üstüne teşekkür etti, biliyor musun?! Niye mi? Belli değil mi, niye olduğu?! Genç adamın en büyük korkusu, iktidarının fare...
- Fragmanlar ~ Turgay Bakırtaş
Fragmanlar
Turgay Bakırtaş
Georg Simmel yirminci yüzyılın hemen başlarında, metropole dair o ünlü makalesinde dünyadan bezmişlik tavrıyla metropol arasında derin bir bağ olduğunu yazmıştı. Büyük şehrin çalkantısı,...
- Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu ~ Eduardo Galeano
Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu
Eduardo Galeano
Eduardo Galeano insan onurunun, erdemliliğin, adalet duygusunun ve toplumsal belleğin yağma, talan, çıkar ilişkileri ve emperyal politikalarla alaşağı edildiği günümüzün “tepetaklak” dünyasında ayakta durmamız...