Bir gün babam, ağzında bir tavukla kaçarken vurdu tilkiyi. İlk o zaman gördüm o hayvanı. Nefretim bir anda acımaya dönmüştü. Tilki bize kötülük ettiği için değil, tilkiliğini yaptığı, varoluşuna kazınmış haritayı izlediği için babam onu vurmuştu. Ben o zamana kadar nefret ettiğim tilkiyi, öldüğü gün acıyarak sevmeye başlamıştım. İşte Aliye’nin odası da bana her zaman bu kümes gibi göründü. Girmeye çekindiğim bir yer. Ne ki tilkinin aksine o her zaman karşımdaydı. Hep ordaydı, bütün kötülüğüyle. Ve ben onun tilki gibi tilkiliğinden değil de bile isteye kötü olduğunu biliyordum.
Cüret, tüm “ötekileri” bir lincin gölgesinde, sarsıcı ve sancılı bir düzlemde karşı karşıya getiren bir roman. Neslihan Önderoğlu, bir evin içinden taşan trajedinin izini sürerken de, bir anda cehenneme dönen sokaklarda yaşanan arbedeyi anlatırken de engellilerin, mültecilerin, travestilerin, azınlıkların ve içten içe “çoğunluğun” korkusunu gözler önüne seriyor: Bir evin ve bir ülkenin sakinleri uzun zamandır patlamaya hazır vaziyette dolaşıyorsa fitili kim ateşler? En mazlum görünen midir o, en zalim olan mı? “Güç” el değiştirdikçe kurbanlarla failler de yer değiştirir mi?
GÜL
1.
Tik tak. Duvardaki saatte üst üste titreşen iki siyah kol. Saatin beyazında. Siyah ceket giymiş bir adam kollarını havaya kaldırmış bana el sallıyor. Hep babama benzetiyorum onu. Beni burda bırakmış da boynunu ceketinin içine kıstırıp giderken dönüp donüp cama bakışına; bir otobüsü, bir arabayı önüne geçip durdurur gibi kollarını kaldırıp indirişine.
Neden öyle yapmıştı?
Dur mu diyordu?
Dur, hemen içeri girme, camda ben gidinceye kadar bekle. Gidene kal diyemezsin ama her dakika bir dönme ihtimali olduğunu bilirsin. O yüzden ben gözden kaybolana kadar pencereden ayrılma.
Pişman mı olmuştu bir an, dönüp koşa koşa merdivenleri çıkacak, beni tanımadığım bu evden, Aliye Hanım’ın dizlerinin altında biten ve üstüne kalıp gibi oturan entarisinden, nefret kusan gözlerinden kurtaracak, bir anne ninnisi gibi hoş, tıkırdak ses çıkaran o trene koyduğu gibi geri mi götürecekti?
Ne biçim bir vedaydı bu? Nasıl veda edilir bilmediğinden mi? Yoksa gidişine yaşlı gözlerle camdan bakan kızına iki kolunu kaldırıp otur oturduğun yerde, sakan bir yere kıpırdama mı diyordu? Orda dur! Ben bir ihtimal geri dönüp seni alacağım. Hatta o ihtimalin bizzat kendisi oldum artık. Ve sen ne zaman geride bıraktıklarını, köyü, insanlarını, birlikte yaptığımız o uzun tren yolculuğunu düşünsen bunların hepsi yerine bir tek benim sana bu son el sallayışımı hatırlayacaksın. O ihtimali, yani beni, sana geri dönüş kilidinin anahtarı olan beni belki de bir ömür boyu bekleyeceksin.
Burnumu cama dayadım ve içimde gitgide toparlanan, bir yumruk büyüklüğüne ulaşıp boğazımdan göğsüme doğru uzanan o düğümü çözdüm. Sakın onların yanında ağlama, demişti yolda. Eğer onların yanında ağlarsan aman ne sulu göz şeymiş, bir de bununla mı uğraşalım, diye istemezler seni. Yeri geldiğinde kendini bir sandık gibi kilitlersin biliyorum. Anan öldüğünde de hani bir zaman öyle yapıp durmuştun. Kimse ağlarken görmemişti seni. İşte yine öyle yap.
Babamı son görüşüm olacağını seziyordum. Onun beni buraya koymakla birlikte, bir bebeğin göbek kordonunu kesip atmak gibi, içinde varlığımın hüküm sürdüğü o dünyadan beni sonsuza kadar gönderdiğine dair bir önsezi vardı içimde. Yalan söylediğinde yüzünün aldığı o şekil, bıyığının ürkek bir yılan gibi titreşmesi. Ben biliyordum. Bunu bildiğimden mi nedir yüzüne iyice bir baktım, daha önce hiç görmemiş, bir daha da hiç göremeyecekmiş gibi. Çehresindeki her detayı yıllar boyu yeniden gözümün önüne getirebilmek için bütün dikkatimle, ilk defa görür gibi baktım ona. Babamın yüzünden mevsimler geçti sanki. Bundan sonra yaşanacak tüm karlı, çiçekli, güneşli, yağmurlu, otlu mevsimler babamın yüzünden sırayla geçtikten sonra dalgın, soğuk bir görünüşle arkasına bir daha bakmadan uzaklaştı. Mevsimlerden sonra yıllar da geçti. Ama o anda en çok bir tren geçti babamın yüzünden. Bir daha birlikte hiç binemeyeceğimiz o tren bir kuş gibi geçti gitti.
Orda kal ve bundan önceki hayatını bozuk bir yazıyı siler gibi sil. Çünkü geçmiş, bir süre sonra sana hep olduğundan daha güzel görünecek. Sadece iyi şeyleri hatırlayacaksın. Hafizan bir kalbur gibi bütün o yoksulluğu, hastalıkları, ölümleri, kötülükleri eleyip geriye karda kendiliğinden bitiveren bir avuç kardelen gibi güzel şeyler bırakacak. Ve sen bundan sonraki ömründe hep o kardelenlere tutunarak, onların hayaliyle yaşayacaksın. İyisi mi daha baştan her şeyi unut. Buraya gelmeden önce hiç yoktun, yaşamadın say. Hatırlamadığın şey hiç olmamış demektir ve geçmiş dediğin de bundan başka nedir ki?
Tut ki sen Aliye Hanımların kapısında doğdun da kucağından bırakıp gitti anan seni eşiğe. Aliye senin feryadına uyandı bir gece vakti. Kapıyı açtı korka korka. Eşikte senin ağlamaktan akı karasına karışmış gözlerini, morarmış yüzünü görüp bir seğirtiş içeri seğirtti ve yatakta huzursuz bir uykuya teslim olmuş kocasını bağırarak uyandırdı.
“Reşat kalk, kapıya bir bebek bırakmışlar!”
Reşat Bey söylene söylene yatakta doğruldu, terliklerini ayağına geçirip adımlarını sürüyerek salona geçti. İşte sen o sırada kadife bir kanepenin ömründe ilk kez yanağına değen o yumuşaklığını ananın memesi sanarak yüzünü oynatıp süt emmeye davranıyordun. Farz et ki işte o anda doğdun sen. Aliye’nin sağlıklı döl tutamamış rahminden birdenbire o kadife kanepenin üstüne fırlayıverdin.
“Bir kız! Allah bize sağlıklı, kırmızı yanaklı bir kız çocuğu gönderdi Reşat! Şimdi biz bunu büyütüp Oğuzumuzu bununla tamamlayabiliriz artık.”
Aliye böyle deyip seni Oğuz’un eksik kalan parçası yerine koydu. Sevmeden. Bir insanı değil de bir eşyayı kucaklar gibi. Kuru memelerini çıkarıp senin ağzına verdi. Sana sütünü değil nefretini akıttığını nerden bilecektin?
Bundan başka bir geçmişin olmadı senin.
Bu yüzden ben doğduğum günü bilmem, bir tek bu eve geldiğim günü hatırlarım. Her yıl bir doğum günü gibi hatırlarım bu kapıdan içeri girip koltuklanın ucuna düşecekmiş gibi eğreti ilişmemizi. Babamla Reşat Bey’in yaptığı pazarlığı. O sırada Aliye Hanım’in salonun bir köşesinde durup yerdeki bir böcek ölüsüne bakar gibi bakışlarını üstümüze diktiğini. İlk kez okula gidince öğrendiğim ama hala yarısını anlamadığım bir dil ortaya bozuk para gibi saçılırken benim arada tek tek kelimeleri yakalayıp bundan sonraki hayatımın bulmacasını tamamlamaya çalışmamı. O surada salonun duvarlarında asılı olan ve yeri bir daha hiç değişmeden duracak o siyah beyaz ve soluk fotoğraflara bakışımı. Aliye Hanım ile Hakim Reşat Bey’in yan yana, gülerek boy gösterdiği ama Oğuz’un tek bir karesinde bile yer almadığı o fotoğraflara. Reşat Bey, “Kendi kızımız gibi olacak,” demişti. “Yaşı geldiginde belki iyi bir kısmet bulur evlendiririz de…”
Babam bir tomar parayı deste edip günah işliyormuş gibi başı önünde usulca cebine koymuştu. Yüzüme bakmadı. Evden çıkana kadar bir daha hiç. Babamın ceketinin cebi, içinde çöreklenmiş bir yılan var gibi şişmiş, dışarı doğru taşmıştı sanki. Cebinin içinde bana dair, benim bu dünyadaki ağırlığıma denk bir şey vardi da o incinip kırılmasından korkmuş gibi elini o şişliğin üstünde tutmuştu bir an. Belki de bendim o anda babamın cebine tortop olup giren. Babam Aliye Hanım’la Reşat Bey’e benim bir suretimi bırakıp onları yanıltmıştı da, asıl beni cebine koyup geri gotürmeye kalkmıştı. Ben babamın ayaklarına dolanmış beni burda koymasın diye yalvarmıştım.
Reşat Bey, iki elini çırpınan bileklerime iki kelepçe gibi geçirmiş,
“Arapça yok kızım,” demişti. “Burası İstanbul. Ben yarumda çalışan mübaşirlerin, vekillerin şivesini düzeltmek için o kadar uğraştım. Şimdi yaşadığım evde başka bir dil mi işiteceğim?
İstanbul şivesi öğreteceğim sana. Hem herkes kendi dilini konuşsa nasıl anlayacağız birbirimizi?”
Onun bu söylediklerinin aynısını yedi yaşında ilkokul öğretmenimin ağzından duymuştum. O zaman hiç Türkçe bilmiyordum. Evde konuştuğumuzdan başka bir dil. Türkçe duyabileceğim tek yer televizyondu. Ona da bir çare bulmuştu babam. Bir yerden çanak anten uydurmuş, bütün Arapça kanalları evimize getirmişti. Böylece zora zahmete girmeden televizyon seyredecektik.
Sonradan dilinizi öğrendim Reşat Bey. Okulda beş senede az buçuk öğrendiğim dilinizi en güzel şekliyle bana biraz siz öğrettiniz. Aynı dediğiniz gibi, İstanbul şivesiyle. Biraz da ben kendim öğrendim. Önceleri her birini bir nesneye benzeterek yan yana dizip dizip yeniden bozduğum, şekilden şekle soktuğum kimi düz, kimi kıvrımlı birer çizgi olmaktan çıkıp sese dönüşen harflerinizi öğrendim. O harflerin kendi aralarında oynar gibi dizilerek türlü türlü anlamlara açılışlarını. Sözlere anahtar oluşlarını. Sözlerin seslere dönüşüp çıktığı dudaklarda ne kadar acıtıcı, incitici, yaralayıcı olabileceğini. Bir sözün kurşun yarası gibi insanı içten içe kemirip kanatabileceğini. Ama ondan da önce rakamları öğrendim. Odamın duvarında her an bana bir sırrını açacakmış gibi yüzüme bakarak iki kolunu oynatan şu saatin içinden öğrendim. Onları birleştirip sayılara ulaşmayı, her sayının içinde saklı küçük ya da büyük, kısa ya da uzun, yavaş ya da hızlı bir zaman parçasını sakladığını da. Saatin içindeki o sararmış beyaz daireyi eşit aralıklarla parça parça eden çizgilerin aslında hiç de eşit mesafede olmadığını.
İçerde sessiz bir yalan gibi yatan Oğuz’dan kimse söz etmemişti daha. Ondan bahsettiklerinde yüzlerinde beliren o mahcubiyet; bir şeyi yanlış yapmış, yüzüne gözüne bulaştırmış olmanın o tiksindirici “alttan alır” hali ikisinin üstüne nasıl da sinmişti. Ne zaman ondan söz açılsa gözleri yere eğilir, yerdeki Acem halısının havı dökülmüş soluk renklerinde Oğuz’un sağlam parçalarını arardı. Özür dileriz, bizim sakat bir oğlumuz var. Biz ikimiz Reşat Bey’le kötü tohumlarımızı birleştirip kusurlu bir çocuk getirdik bu dunyaya. Kendimizi bunun için hiç mi hiç affetmedik.
Ama ne olursa olsun evladına da kıyamıyor değil mi insan? O da bir can parçası sonuçta. Değil mi ki bir anne en azından kamında taşıdığı o dokuz ay boyunca kanıyla hayat verirken bağlanır yavrusuna. Hiçbir şey için değilse bile bunun için sever onu. Rahminden çıkan o şey bütün hatasına, kusuruna rağmen ona ait bir parçadır çünkü. Hatta biraz da bizzat odur. Oğuz dediğin şey Aliye’nin bu dünyaya bir uzantısıdır. Tıpkı kolu bacağı gibi bir uzvudur. İnsan, kolu eğri yahut bacağı kısa diye kesip atabilir mi? Atamaz elbet. Ama kahrını çekmek başka. Yeri geldiğinde eğri bir koldan, kısa bir bacaktan da bıkabilir insan. Böyle olacağına hiç olmasaydı, diyebilir. Sevmek başka, kahrını çekip katlanmak başka şeydir.
Ve ne yazık ki sen Gül, evet en çok sen onun kahrını çekeceksin. Çünkü sen bir sarmaşığın boy atması için tutunmak zorunda kaldığı o ağaç dalısın, evet öylesin ve Oğuz ancak sana tutunarak ayakta, hayatta kalacak. Ben artık yoruldum bir dal olmaktan, kalınlaştım, eğilip bükülemeyen bir ağaca döndüm. Yakında çürüyüp gideceğim. Benim yerime sen geçeceksin. Biz seni bunun için aldık. Sen gökten inen bir meleğin oğlumuz için bıraktığı o koltuk değneğisin. Çok ama çok özür dileriz ama aynen öylesin.
Babam gittikten sonra benim gözümdeki yaş daha kurumadan Aliye Hanım,
“Sana daha basit bir isim bulalım kızım,” dedi. “Gül olsun adın.”
Bana sorsaydı eğer başka bir çiçek ismi söylerdim. Kardelen, derdim mesela. Üstü karla örtülü toprakta erkenden yüzünü güneşe gösteren daha umutlu, müjdeci bir çiçek olurdum. Ya da nergis. Sarı beyaz yapraklarıyla bahar gerçekten geldi mi diye emin olmak ister gibi boynunu eğip toprağa bakan bir nergis. Ama kimse bana sormadı ve bir gül kardelenden de nergisten de daha çok gelir insanın aklına. İşte o gün benim doğum günüm. Gül olarak yeniden doğduğum gün.
2.
Cama yapışmış ay, yerini güneşin ilk ışıklarına bırakırken kalktım. Evin içi buz gibi. İnsanın nefesi bile havada ağırlaşıp beyaz bir dumana dönüyor. İçim titriyor soğuktan. Aliye Hanım, havalar soğumadı, kaloriferleri yakmayalım, biraz daha idare edelim, diyor. Kasım ortası oldu, karşı apartmanlarda bütün bacalar tütüyor ama biz burda donuyoruz. Oğuz’un çamaşırları kurumuyor, dedim de ancak öyle akşamları bir iki saat açmaya razı oldu. Kendisinin tuzu kuru tabii, o da Oğuz da nerdeyse bütün gün yataktalar. Yorganın altında evin soğuğunu hissetmez insan. Ben de onlar gibi daracık odamda daracık yatağımda tortop olup yatsam, yüzümü bazen duvardaki çiçeklere bazen dışardaki kestanenin dallarına verip sıcak uykulara dalsam. Ama öyle olmaz, benim uykularım tamam değil, bölük pörçük, delikli.
Gecenin bir vakti ne olduysa oldu, uyku aldı başını gitti. Yandaki odada Aliye uyuyor. Horlaması, açık bıraktığı kapısından çıkıp bütün evi bir gece bekçisi gibi dimdik dolaşıp en son benim odama geliyor. Sen hâlâ uyumadın mı musibet, diyor horlaması. Kim bilir o aklından yine neler neler geçiyordur? Yine trene binip köye gitmiş, o uçsuz bucaksız toprakta çıplak ayaklarınla doru bir küheylan gibi koşuyorsundur, öyle mi?
Aliye koyu, bulanık bir uykunun koynunda. Saçları yastığın üstünde dağılmıştır. Saman yığını. Tarla cadısı. Horladıkça sarı, pis kokulu ağzından ta gırtlağına kadar görünür. Şimdi artık kurumuş, çoktan büzüşmüş o gırtlaktan ne sözler işittim ben; bir insan evladına yakışmayacak azarlar, dönüp dolaşıp söyleyenin karnına dolacak belalar. Anam, sakın Allah’ı zalimlerin zulmünden habersiz sanma, derdi. Allah onları gözlerin dehşetle bakacağı bir güne ertelermiş. O gün ne zaman gelecek? Gözlerin dehşetle bakacağı gün ne vakit? Aliye’nin gözlerindeki dehşet değil mi her gün yanıp sönen, oğluna baktıkça, bana baktıkça.
Bir insan bile bile kötü olmak ister mi? Aliye ne zaman böyle oldu? Oğuz’u değişmez bir yazgı olarak kucağına verdikleri zaman mi yoksa ben bu eve gelince mi kalbini bir yumurta gibi haşlayıp katılaştırdı? Neden korktu?
Salonun duvarlarından her gün gülerek bakan o kibirli kadın nerde şimdi? Hiçbir zaman güzel bir kadın olmamıştı belki ama şimdi Reşat Bey’le ikisi, başlangıcı ve sonu olmayan o dondurulmuş zaman parçalarında nasıl da canlı görünüyorlar. Gençken güzellik de ne ki? Gençliğin bir kibri var ancak. Hayat tarafından acısı sonradan çıkarılacak bir kibir.
Şimdiki aklı olsa bütün resimleri yok ederdi. Yahut böyle duvara asmak yerine odasında ıvır zıvırını içine tıkıştırdığı çekmecelerden birine koyardı. Oysa şimdi yıllarca orda durup hiç konuşmadan bizi izleyecekler. O resimler çekilirken aslında ne düşündüklerini hiç bilemeyeceğiz. Bir fotoğraf makinesi insanın içindekileri yakalayamaz; sadece bir gülüşü, bir bakışı değişmez bir şekle sokabilir. Ben değişeceğim, Aliye değişecek, Oğuz da. Hepimiz yaşlanacağız ama onlar orda her zaman öyle genç kalacak.
Benim de yanımda getirdiğim resimler olsaydı keşke. Babamı, anamı, kardeşlerimi, köyü özlediğimde onları bana gösterecek resimler. Ama ashinda ben de aklımın duvarına asip getirmedim mi o resimleri? Sadece benim resimlerim bulanık, yüzler hep birbirine karışmış, zaman geçtikçe üstlerine bir gölge düşmüş. Babamın etli dudaklarıyla gülüşünü hatırlıyorum bazen, sonra hemen arkasından ama dur, o gülüş aslında amcamın değil miydi, diyorum kendi kendime. Kız kardeşlerimden birinin yürürken ayağının hafif sürttüğünü getiriyorum gözlerimin önüne. Sonra, acaba öyle yürüyen hangisiydi, diye saatlerce düşünüyorum. Her şey yıllar geçtikçe zamanın sisiyle kaplanmış bulanık bir fotoğrafa dönüyor.
Bir de bazı sesler var. Televizyondan, radyodan kopup evin ortasına yumuşak bir top gibi düşen bir türkü örneğin. Sözlerini bir türlü tamamlayamadığım bir bulmaca gibi aklımda kalmış. Annem mi mırıldanırdı o türküyü yoksa analığım mı hatırlamıyorum. Yalnızca o müziğin içimde yürüyüşünü, beni bütün bütün sıcak bir kucak gibi kavrayışını duyuyorum. Kim bilir belki ne amcamın ne babamın öyle kalın bir gülüşü vardı ne de kardeşlerimin içinde ayağını sürten biri. Hatta öyle bir türküyü de ömrümde hiç duymadım. Aklım bana oyun oynuyor, olmayan şeyler uydurarak kendine bir geçmiş yaratıyor. Ne de olsa her insanın bir geçmişe ihtiyacı var, üst üste koyduğu zaman parçalarına. Öyle olmasa hiç bu fotoğraflar çektirilir, duvarlara asılır mıydı?
Aliye bir gün olsun türkü şarkı mırıldanmadı. Bu evin çelikten duvarlarına bir şarkıyı yakıştıramadığından mıdır? Müzik dedigin geniş geniş mekânlarda, bir rüzgâr gibi serbestçe esebilmeli. Bu ev bir şarkı için fazla küçük.
Beyaz tavanda gölgeler. Odam dar. Evde herkes “dar oda” der buraya.
“Reşat, dar odayı verelim kıza.”
Sanki her şeyi Reşat Bey’e sorarmış gibi.
Elimde birkaç parça elbisemi tıkıştırdığım bez çantayla arkasından yürüdüm. Odadan içeri girdik. Dar oda dedikleri toplasan bir yatak, küçük bir dolap, bir de şifonyeri her an kusacakmış gibi içine zorla almış bir yer. Bizim evdeki darı ambarından küçük.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıCüret
- Sayfa Sayısı176
- YazarNeslihan Önderoğlu
- ISBN9786253690373
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviEverest Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk ~ Prof. Dr. İskender Pala
Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk
Prof. Dr. İskender Pala
Kapak Yazısı Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına…Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem… Uzayın sonsuzluğuna...
- Kurt Kanunu ~ Kemal Tahir
Kurt Kanunu
Kemal Tahir
“Kurtlukta düşeni yemek kanundur. Romanın konusu 1926 İzmir Suikastı gibi son derece buhranlı bir devrede geçiyor. Bunun için adını Kurt Kanunu koyduk. Kişiyi sosyal...
- Uğultular ~ Gönül Kıvılcım
Uğultular
Gönül Kıvılcım
Yaşadığım büyük utancı bedenimden akıtacak daha keskin bir acı arıyordum. İğnenin battığı yerden sızıyordu ılık kan. Parmağımdan süzülen kan benim kanımdı. Yaşadığım korkular benim...