“Kırmızı kamyonun camının bir köşesindeki fotoğrafta, kadınla adamın önünde duran iki erkek çocuktan birinin adı Haydar. Ona isim vermemişler de Haydar deyip bırakmışlar sanki. Kim ‘Haydar’ diye seslense, isimle cisim buharlaşıp yok oluyor, iç ezici bir tını kalıyor geriye, ‘aramızda kalan’ bir insaniyetin tınısı…”
Cunta Kızı’nda Şule S. Çiltaş, küçük bir kız çocuğunun ağzından 12 Eylül ’80 darbesiyle doruk noktasına ulaşan bir şiddet-yabancılık-yalnızlık sarmalının, ilkin kendi ailesindeki ve yakın çevresindeki, sonra dış dünyadaki izlerini anlatıyor: Kendisi de hoyrat bir yaşamın içinden gelmiş asker bir baba, “Gözlerinden, kuş olup kanatlanacak kadar özgürlüğü sevdiği anlaşılan” bir anne ve 12 Eylül’ün ayak sesleri çok yakından duyulurken, karakol-mahkeme-cezaevi önlerinde korku ve umutla geçecek günler… Bir çocuğun olduğu kadar, bir memleketin, memleketle birlikte büyüyenlerin, ne kadar kaçmak isterlerse istesinler paçalarına onun çamuru bulaşanların da hikâyesi…
Sesimin çıktığından emin olsam sorardım, “Beni neden dövüyorsun baba? Kötü bir şey yapmadım ki,” derdim. “Kızınım ben senin. İnsan kızını sever, kanı kaynar, kıyamaz, saçının telini sakınır, korur onu, yardımına koşar.” Oysa ilk başta, dayak sisinin içinde bağırdığımı sanıyordum: “Vurma baba, ne olursun vurma, anne, anne?” Dudağımın kenarından ağzımın içine dolan tuzlu sıvı yanağımdan mı yoksa burnumdan mı sızıyor? Ne kadar oldu beni dövmeye başlayalı? Bir saat? Dik duruyordum yumruklar inene kadar, şimdi boylu boyunca yere seriliyim.
Belki de bilerek attım kendimi yere, yatar durumda, rüyadaymış gibi olsun bitsin her şey diye. Gözkapaklarımı yarı araladığım her defasında, babamı ya televizyonun önünde duran sandalyede otururken, ya ayakta, hiddetli hiddetli sigara içerken, ya kararmış suratında ağzını buruşturup karnıma doğru yeni bir tekme savurmaya hazırlanırken görüyorum. Başım sağ yanağımın üzerine yıkılmış, açamadığım gözümde katman katman bir ağırlık. İki kolum, regl olurken yattığım gibi, fersiz, öne doğru uzanmış. Birini kaldırıp başımı korumaya çalışsam. Olmuyor. Göğsüme, aynı noktaya ikinci bir tekme. Ara ara dilimi dişlerimin arasında gezdiriyorum, tuzlu sıvıyı yutmak için. Hakaret etmiyor, bu iyi. Çabuk unutabilirim. Unutup yine ona acıyabilirim, yine sarılabilirim. Tıpkı senin bana sarıldığın gibi baba, burada, bu gecekonduda, çatışmalar sıklaşıp bize göz açtırmadığında, karnımızı doyurmak, bizi geçindirmek için korkarak işe gittiğin günlerde, iyice bunaldığın bir an odama girip hiçbir şey söylemeden bana sarıldığın gibi.
O zaman seni anlamıştım, gerçi hep anlıyordum, yaşama karşı dik duruşunun bir-iki saniyeliğine çözülmesini. Ses etmeden beklemiştim, kokumu içine çektikten sonra kollarını gevşettin, yaşananlardan haberdar olmadığını sandığın bu küçük bedene sarılmak, bundan sonra başımıza geleceklerin sarpa saracağından artık emin olmanın bilinciyle, yok olup gitmek arzusunu da taşıyordu. Ya da bu bünyeye kaynamak, kendi dertlerini, onun çelimsizliği ve güçsüzlüğünde iyice küçültüp eritmek arzusunu. Anlıyordum baba, her şeyi anlıyordum. Bu hayat, yoksulluk, kavgalar, mecburi sevgi bağları seni eziyor ama inatla ayakta kalmana izin veren bir kalp ve ruh taşıyordun.
Her birimizin içinde uykuda olan, o “bir gün her şeyin düzeleceği” batıl inancının karşı konulmaz çekiciliği, açıklanamaz güçlere olan o özlem seni de ele geçirmişti. Çimdiklene çimdiklene kanatılmış o hareli kuş… Bu hayat, senin hayatın böyle olmamalıydı, senin çocukların olarak bizler, bunu her halinden anlıyorduk; seninle aramızdaki sorunlar, yaşamımızın en üst noktasını işgal edemezdi. Bizim gibi çocuklar ilkin ana-babalarının acziyetini, zayıflıklarını, güçsüzlüklerini görürlerdi çünkü, hem de çırılçıplak görürlerdi. Bunu nereden mi biliyorduk? Çocuk zihnine ilk nakşolan yaşanmamışın anısıdır. Hiç yaşanmamış olanın, ama bellenenin anısı… Bir kez daha açıyorum gözlerimi sızıyla, yine sandalyedesin, böyle omuzların düşmüş, yüzün allak bullak, nefret saçan gözlerini yere, bir noktaya dikmiş halinle, ilkokulda sınıf panosundaki tarihöncesi devirlere ait ilk insanlardan birine benziyorsun. Ellerinde taştan, uçları eğri büğrü sivriltilmiş bıçak benzeri silahlar, kararmış suratlarında dehşetle açtıkları gözlerinden korku ve çaresizlik okunuyor…
Henüz vicdana dönüşmemiş korku. Uzun siyah saçları kül benzeri toza bulanmış, darmadağınık, kaş çıkıntıları bariz, öne doğru belirginleşen çeneleri ile burunlarından epey aşağıda bir çizik gibi duran dudakları tıpkı maymununki gibi. Hafif kambur vaziyette, birbirini takip eden karaltılar. Şimdilik bir kalabalığa, topluca sevgi duyup nefret kusacakları bir topluluğa ait değiller. Belki de ilk cinayetlerini, babalarını ya da önderlerini öldürmenin pişmanlığı ve korkusuyla sıkıca tutuyorlar silahlarını, kıllarla kaplı elleriyle. Kanlanmış cam gibi parlak gözlerinde ürpertiyle karışmış bir azap. Evrimleştikçe, dayak, öldürmenin yerini mi almış? Beni bunun için mi dövüyorsun baba? Öldüremediğin için mi? Bir şey yapmadım ki… Çocukların birini sevmeye ihtiyacı vardır. O zaman, neden dövüyorsun beni? Daha on yaşındayım. Birkaç yıl öncesini hatırla.
Bir bayram gününü, milli bir bayramı. Sabah erkenden kalkışını, böyle zamanlarda olduğu gibi, gergin ve somurtkan tıraş oluşunu. Askerî üniformanın kopmuş düğmesi ya da geç hazırlanan kahvaltı yüzünden annemi azarlayışını… Karargâhta bayram kutlaması vardı, alışılmadık bir ısrarla seninle gitmek istemiştim; asla olmaz dediğinde kendimi yerden yere attım, sokak kapısının önünde durup çıkmana engel oldum, o kadar şiddetli ağladım ki, en sonunda gülümsedin, beni kucağına aldın, gözyaşlarımı sildin, sonra elimden tutup kutlamaya götürmek zorunda kaldın. Ceket yakalarındaki işaretler, göğüslerindeki rütbeler farklı olsa da üst kısmı tepsi gibi dümdüz, gergin duran şapkaları seninkine benzeyen askerlerin çevirdiği kare alanın bir kenarında, nizamla sıralanmış grubun en arkasına yerleştirdin beni.
“Sakın generale görüneyim deme” diye de tembihledin. Bir süre sonra general göründü, sırayla karenin bir kenarında, askerlerin önünde duruyor, yüksek sesle bayram tebriklerini sunuyor, “Sağ ol komutanım!” haykırışının ardından, en önde duran kıdemliye sessizce bir şeyler mırıldanıp, diğer kenara, öteki askerlerin bulunduğu grubun başına geçiyordu. Sıra bizim kenara gelince ufak tefek kıpırdanmalar, fiskoslar, gülümsemeler oldu. Bu fırsatla kafamı yanımdaki ilk asker koridoruna doğru eğip generalle göz göze gelmeyi başardım. “Aaa, kim var orada,” dedi, üniformasının ceketi rozetlerle, madalyalarla, şeritlerle cayır cayır parlayan bu asker. “Kimsin sen, gel bakalım buraya”, arka taraftan biri, elimden tutup gülerek getirdi beni generalin yanına. Düzensiz ak kılların fışkırdığı kalın kaşları alnına yapıştırılmış gibi duran büyük dikdörtgen surata bakıyordum şaşkınlıkla.
Bu adamdan mı korkuyordun sen baba? Uzun, heybetli surat başını eğip hiç gülümsemeden gözlerini gözlerime dikti. Yaşımı, okula gidip gitmediğimi, kimin kızı olduğumu mu sordu? Hatırlamıyorum. Ama beni yanına aldı, kareyi birlikte tamamladık. Sonra baştan sona yeni bir tur yaptık; her bölüğün önünde kurulmuş platform masaya yaklaştığımızda, poşetler içinde, askerlere dağıtılmak için hazırlanan şekerlerden alıyordum. “Al, al… İstediğin kadar al,” diyordu general, yünlüsü ipeklisi omuzlarına dikili apoletleriyle… Günlerce anlatmıştın gülerek bu olayı eşe dosta… Sonra şeyi hatırla, çok daha küçük olduğum zamanlarda, soğuk aldığımda getirdiğin kalsiyum sandozu bir bardak suyun içine atışını, hoşuma gittiğini bildiğin için bardağı bana doğru yanaştırıp çıkan kabarcıkların bütün yüzüme sıçramasıyla gülüşmelerimizi. Ya da başka birini, alkolün seni keyiflendirdiği ender zamanlarda kendi kendine mırıldandığın bir türkünün sözlerine eşlik etmeme şaşırmanı, yerinden kalkıp, kahkahalarla beni kucağına almanı, kollarını uzatarak başının üzerinde tutma… Yine kalktı sandalyeden.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıCunta Kızı
- Sayfa Sayısı124
- YazarŞule S. Çiltaş
- ISBN9789750536649
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Küçük Şeyler 1: Deniz Kabukları ~ Üstün Dökmen
Küçük Şeyler 1: Deniz Kabukları
Üstün Dökmen
“İnsan ilişkileri, iletişim hataları, yaşama sevinci, çocuklarla iletişim, eşlerle iletişim, rollerimiz ve kadın-erkek eşitliği…” “Bu kitapta, temel konulara, özellikle toplumun ihtiyacı olduğunu düşündüğüm ve...
- Kara Kraliçe Kösem ~ Demet Altınyeleklioğlu
Kara Kraliçe Kösem
Demet Altınyeleklioğlu
KARA KRALİÇE Kösem KADINLAR SALTANATININ GÖZÜ KARA SULTANI MAHPEYKER KÖSEM’İN BEKLENMEDİK YÜKSELİŞİNİN HİKAYESİ Çocuk yaşta Milos’tan koparıldığında bütün hayallerine veda etti Nasya. Kaderi, ona...
- Aydaki Kadın ~ Ahmet Hamdi Tanpınar
Aydaki Kadın
Ahmet Hamdi Tanpınar
«Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.» Gözleri hâlâ kapalıydı; sanki bir lâhza evvel ayrıldığı hayallerle beraber, onlar tarafından yedilerek kendi içine ve günlük hayata girmek istiyordu. Fakat sahne bomboştu. Son ışıklar sönmüş, son etekler de kaybolmuştu.