“Saltanat ve cumhuriyet rejimleri arasındaki temel farkın, ulus-devlet olmanın gerektirdiği yeni politik bağlılıklardan ve tabiiyetlerden kaynaklandığı söylenebilir. Cumhuriyet rejimi, bu yeni politik bağlılıklara ve tabiiyetlere neden olmaktan ziyade bunların sonucunda ortaya çıktı.”
Kemal H. Karpat
Cambridge, Oxford, Princeton, Brill gibi dünyanın en prestijli yayınevlerinden yayımladığı kitaplarıyla, bambaşka konulara hasredilmiş düzinelerce makalesiyle Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli sosyal bilimcilerden biri, belki de birincisi Kemal Karpat (1923-2019).
Karpat, Osmanlı tarihi, özellikle geç Osmanlı tarihi alanında da ciddi emek verdi ancak elli yılı aşan akademik faaliyetinin önemli bir kısmını da cumhuriyet dönemine vakfetti. Bu ciltteki en eski tarihli makale 1960, en geç tarihli makale 2005 basımıdır; başka bir ifadeyle önümüzdeki metinler bütün bir ömrün, bilimsel anlamda uzun ve verimli bir ömrün ürünleridir.
Türkiye’de Kemal Karpat ağırlıklı olarak tarihçi kimliğiyle tanınmaktadır fakat bu tanımlamanın zaman zaman yetersiz kaldığı kanısındayız. Alt başlığın da yansıttığı gibi, bu derlemede Karpat cumhuriyetin ilk yüzyılına, siyaset bilimi, sosyoloji, uluslararası ilişkiler ve kültür pencerelerinden bakıyor.
Aynı zamanda, cumhuriyetin 100. yaşı yaşasaydı Kemal Hoca’nın da 100. yaşı olacaktı. Dolayısıyla, bu sayfalarda hem cumhuriyetin 100. yılını kutluyoruz hem de sözü edilen sahada en fazla emek vermiş insanlardan olan Karpat’ın hatırasını onurlandırıyoruz.
YAPISAL DEĞİŞİM, MODERNLEŞME SÜRECİNİN TARİHSEL AŞAMALARI VE TÜRK SİYASETİNDE SOSYAL GRUPLARIN ROLÜ
1960 İhtilali’nden bu yana Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeler, özelde ülkenin sosyal ve siyasal gelişmesi, genelde modernleşme açısından yeni bir aşamayı temsil eder. Bu çalışmada, söz konusu gelişmeleri, her biri bir öncekinden belli bir sosyal grubun eylemiyle ayırt edilen çeşitli tarihsel aşamalar içinde gerçekleşmiş büyük bir yapısal değişim sürecinin bir parçası olarak değerlendireceğiz.
Bu anlamda, okuyacağınız makale, özünde, belli bir topluma (Osmanlı-Türk) odaklanan, tarihsel ve yapısal bir siyasal gelişme incelemesidir. Tarihsel bir siyasal gelişme anlayışını benimsememizin nedeni, evrimsel gelişme yasalarının veya tek çizgili genel gelişme aşamalarından oluşan bir sürecin varlığını kanıtlamak veya çürütmek değil, belli bir toplumun siyasal yükselişine ve çöküşüne neden olan güçler hakkında teorik açıklamalar yapmaktır. Sonuç olarak, Osmanlı-Türk toplumunun tarihindeki gelişme aşamalarını “ilerlemeye” ve “modernleşmeye” doğru giden düz bir yol olarak değil, çeşitli iç ve dış güçlere bağlı olan diyalektik bir süreç olarak gördük. Bu çalışma herhangi bir iddiaya sahip değil. Sadece, bir ulus devletin (Türkiye) günümüzdeki siyasal performansını belirleyen tarihsel güçleri değerlendirme çabasından ibaret.
Herhangi bir toplumda ekonomik ve siyasal gelişme düzeyinin sadece hükümet politikalarına değil, tarihsel koşulların hazır olup olmadığına da bağlı olduğu açıktır. Siyasal gelişme alanında çalışan öğrencilerin, “tarihten” faydalanma konusunda doğru bir yaklaşım geliştirememelerinin nedenlerinden biri, kanımızca, temel bir gelişme teorisinden yoksun olmalarıdır. Mevcut teorilerin bir kısmının, incelenen toplumdan farklı bir topluma uygulandıklarında veya tarihsel olarak test edildiklerinde, pek bir işe yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz ki teorinin rolü, sadece bilgiyi sistematik hale getirmek veya olguları bilim adamının faydalanabileceği bir mantıksal düzen içerisinde sıralamak değil, şimdi veya geçmişte yaşanan olaylara anlamlı açıklamalar getirebilmektir.
Tarihten doğru bir şekilde faydalanmak, gelişme ve modernleşmeye ilişkin temel teorik problemlerin çözülmesine yardımcı olabilir. Belli bir gelişme faktörünün değişen kapasitesi zaman içinde artar veya azalır. Belli toplumlarda büyümeyi sağlayan politikalar başka toplumlarda gerilemeye neden olabilir. Bu durum, söz konusu toplumların ya farklı gelişme aşamalarında olduklarını ya yapılarının aynı dürtülere aynı şekilde tepki göstermediğini ya da dış koşulların her birine farklı şekilde etkide bulunduğunu gösterir. Sonuçta bütün bunlar yeni bir kronolojiden ziyade yeni kavramlara ihtiyaç duyulduğuna ve niceliksel verilere dayanan bir tarihsel gelişme anlayışı geliştirilmesi gerektiğine işaret eder.2 Osmanlı İmparatorluğu’yla Japonya’nın karşılaştırılması iyi bir örnektir. “Modernleşme” denilen sürecin Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yüzyıl önce başlamasına karşın, Japonya Türkiye’yi hızla geride bırakmıştır. Sonuç olarak, tarihin doğru kullanımı, yani siyaset bilimiyle tarihin yeniden buluşması, bütün toplumlara ve dönemlere uygulanabilecek temel gelişme kavramlarının geliştirilmesini sağlayabilir.
Osmanlı toplumunun bir tarihsel gelişme modeli olarak incelenmesi, sadece Türkiye’deki çağdaş siyasal gelişmeleri uygun bir tarihsel çerçeveye yerleştirmek yönünden değil, Balkanlar, Ortadoğu ve hatta Kuzey Afrika’daki birçok devletin değişim ve gelişme kalıplarını açıklamaya yardım etmesi yönünden de haklı gerekçelere sahiptir. Çok iyi bilindiği gibi, bölgede bulunan yirminin üzerindeki çağdaş ulus devletin halkları yüzyıllarca Osmanlı bürokrasisinin doğrudan yönetimi altında yaşadı. Bunların sosyal yapıları ve bilhassa gelişme kalıpları, çeşitli varyasyonların ve mahalli farkların varlığına karşın, uzun vadeli bir perspektifle değerlendirildiğinde çarpıcı bir benzerlik göstermektedir.
Bu çalışmada, Osmanlı-Türk gelişme sürecinin incelenmesi, büyük ölçüde, daha önce iktisatçılar, sosyologlar ve siyaset bilimciler tarafından geliştirilen teori ve fikirlerden kaynaklanan dört hipoteze dayandırılmaktadır. Osmanlı-Türk toplumunun gelişme ve modernleşme deneyimine göre oluşturulmuş bütünlüklü bir tarihsel model çerçevesinde hem bu teorilerden hem de çeşitli ampirik çalışmalardan faydalanmaya çalışacağız. (Modernleşme burada bir gelişme aşaması olarak görülmektedir.)
Bu çalışmanın dayandığı temel hipotezler şunlardır:
- Gelişme (siyasal olsun veya olmasın) öncelikle bütün toplumlara uygulanabilen bir sebep-faktöre dayanmalıdır.
- Bu faktör çeşitli seviyelerde, değişimin bütün aşamalarında tarihsel olarak mevcut olmalıdır.
- Gerek değişime katkı sağlayan güçler, gerek bizzat değişimin kendisi niceliksel olarak ölçülebilmelidir.
- Siyasal gelişmeler ve yapısal değişiklikler birbiriyle ilişkili ve niceliksel olarak ölçülebilir olmalıdır. (Bu, siyasal sistemin bağımsız değişken olma kabiliyetine halel getirmez.)
Bu fikirler ışığında, Osmanlı İmparatorluğu ve genel olarak Türkiye’nin gelişme sürecini, öncelikle yapısal değişim veya farklılaşmadan kaynaklanan ve kendini çeşitli sosyal gruplar arasındaki meslek, güç, rol ve statü farklılaşmalarıyla ortaya koyan bir süreç olarak ele aldık. İkincisi; yapısal değişimi, belli bir tarihsel sürekliliği olan ve her bir aşaması kendi içinde alt gruplara ayrılabilen çeşitli temel aşamalardan oluşan bir olgu olarak değerlendirdik. Eğer ilgili gelişme aşamasında değişim sürecine yeni bir faktör ekleniyorsa, bunu bir “temel” gelişme aşaması olarak tanımladık. Çoğu zaman görünüşte temel aşamadan daha yoğun ve yaygın olan alt aşamalarıysa özgün bir gelişme faktöründen çok, mevcut faktörlerin etkileşiminden kaynaklanan aşamalar olarak kabul ettik. Üçüncüsü; sosyal yapıdaki değişiklikleri ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’nin tarihsel gelişme çizgisini kendisini bir dizi gerçek durumda ortaya koyan ve somut faktörlerden kaynaklanan bir süreç olarak gördük. Bunun sonucunda da, her seferinde, verilere ulaşılabildiği sürece bu yapısal değişikliklerin niceliksel olarak ölçülebilir olmasını tercih ettik. Son olarak, her bir gelişme aşamasındaki siyasal etkinliği, spesifik sosyal grupların faaliyetlerinin sonucu olarak gördük. Türkiye’deki çağdaş siyasal gelişmeleri, siyasal sistemin bir bağımsız değişken olarak yapısal farklılaşmanın düzeyini belirlediği spesifik tarihsel gelişme aşamalarıyla eşleştirdik. Kısacası süreç şu nedensel paradigma içine yerleştirilebilir: Teknolojik-ekonomik dürtü; yapısal farklılaşma (mesleki çeşitlenme ve yeni grupların ortaya çıkışı); niceliksel olarak bir öncekinden daha karmaşık bir siyasal gelişme aşaması; siyasal gelişme. Şimdi, bu dört aşamanın her birini, onları koşullayan faktörlerle birlikte ele alacağız ve yukarıda bahsedilen hipotezleri analiz ederek Osmanlı-Türk tarihine uygulayacağız.
1.GELİŞMENİN DİNAMİKLERİNDEN BİRİ OLARAK YAPISAL DEĞİŞİM
Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de gelişme, bir yapısal değişim sürecini ve bireylerle sosyal gruplar arasında bu değişimle eşleşen fonksiyon, statü, sorumluluk ve rol farklılaşmasını içerir. Yapısal değişim, teknolojik veya ekonomik faktörlerin yanı sıra bu faktörlerden kaynaklanan siyasal meydan okumaya tepki olarak ortaya çıkan sosyal, siyasal ve kültürel sistemlerden kaynaklanır. Yapısal değişimin mesleklerde, üretim metotlarında, tabakalaşma kalıplarında ve bunlarla eşleşen otoriteyi meşrulaştırma ve grup dayanışması biçimlerindeki değişiklikler anlamına geldiği kabul edilir. Bu değişimin temel sonuçları yeni sosyal grupların oluşumunda, yeni güç ilişkilerinin kurulmasında ve çoğu zaman eski sosyal gruplarla rekabet halindeki sosyo-politik rol ve statülerin yeniden değerlendirilmesinde kendini ortaya koyar. Kadim gruplar, Osmanlı-Türk gelişme tarihi içerisinde, bir dizi işlevsel düzenleme aracılığıyla, yeni koşullara adapte olma eğilimindedir. Gerçekte bunlar çoğu zaman yeni grupların ortaya çıktığı beşeri temelleri oluşturur.
Teknolojik yeniliğin, temel faaliyet alanlarında yeni bir teknik maddi unsurun yürürlüğe konması anlamına geldiği kabul edilmiştir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, bu tip yeniliklerin devletin askeri potansiyelini arttırma ihtiyacından kaynaklandığı veya iç yapısal baskıların bir sonucu olduğu görülmektedir. Teknolojik olarak üstün bir toplum, bu üstünlüğünü çoğu zaman olgusal sebeplere değil, benzersiz bir sosyal ve kültürel sisteme sahip olmasına atfeder. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu, on beşinci yüzyılda Bizanslılara, daha sonra İranlılara ve Memlüklere karşı top ve barutu düşmanlarının bilmediği bir şekilde kullanarak kazandığı zaferleri, ilahi emirlere uymaktan kaynaklandığını iddia ettiği sosyal ve kültürel üstünlüğüne bağlamıştır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa da Osmanlılar karşısındaki üstünlüğünün, sahip olduğu teknolojik veya askeri-ekonomik güçten değil, içinde yüksek erdemler taşıyan kültüründen kaynaklandığını iddia etmiştir. Buna göre diğer faktörler sadece kültürün sonuçlarıdır.
Biz ise yapısal dönüşümü siyasal gelişmenin temel sebebi olarak görüyoruz. Bu, kısmen ekolojik bir gelişme anlayışını benimsememizden, kısmen de diğer değişkenlerin ölçülebilmesini sağlayan bir sabit değişken bulma ihtiyacından ve siyasal gelişmenin niteliğindeki değişikliklerin mevcut faktörlerle daha net bir şekilde ilişkilendirilebilmesini sağlama çabasından kaynaklanmaktadır. Kültürel deterministler, benimsedikleri metodoloji açısından belki de haklıydılar, çünkü bütün değişimi tek bir temel faktöre dayanarak açıklamaya çalıştılar.4 Biz de kültürün yerine yapıyı koyarak ve kültürü ona tabi hale getirerek, benzer bir yaklaşımı benimsedik. Şüphesiz, hem “kültür” hem de “yapı” ayrı ayrı analiz edilebilecek birçok kısımdan oluşmaktadır, ancak bu kişiyi “ağaç-orman” veya “yumurta-tavuk” ikilemine sokar. Diğer taraftan, siyasal süreç içinde kişinin ve liderin rolü göz ardı edilemez. Ancak kişinin değişen koşullara uyum sağlaması (ki bu kültürel süreklilik ve yayılmanın davranışçı teorisinin temelini oluşturur ve gelişmeden kaynaklanan spesifik problem ve çatışmalara açıklık kazandırır) ve liderlik performansı sorununun yerini yapısal değişim almıştır, ki gerçekte zaten bunlar ona tabidir.
Sosyal ve siyasal dönüşümün yapısal değişimden kaynaklandığı fikri, niceliksel bir gelişme anlayışını benimseyen çoğu tarihçi ve sosyal bilimcinin zihniyetinde farklı şekillerde kendini göstermektedir. Örneğin Barrington Moore’un Demokrasi ve Diktatörlüğün Toplumsal Kökenleri adlı çalışmasındaki temel fikir budur. Moore’un belli tarımsal toplumların dönüşüm sürecinde köylüleri ve toprak sahiplerini temel faktör olarak aşırı derecede vurgulaması eleştirilebilir. Ne var ki bütün sosyal ve siyasal gelişmelerin kaynağının yapı olduğu şeklindeki temel düşüncesi için aynı şey söylenemez. Amerikan ve Fransız devrimlerinin temel özelliğinin “toplum içinde bağımsız bir ekonomik temele sahip bir grubun ortaya çıkışı” olduğu yönündeki tespiti, eksiksiz bir demokratik düzenin ancak bu tip bir gelişme sonucunda ortaya çıkabileceği şeklinde bir önyargıya sahip olmasına karşın, son derece önemlidir.
Yapısal değişimi, gelişme sürecinde rol oynayan temel faktör olarak gören fikir, çeşitli biçimlerde diğer sosyal bilimciler tarafından da kabul edilmiştir. Karl Deutsch, toplumsal hareketliliğin (sosyal mobilizasyonun) “piyasalarda, sanayi kollarında, şehirlerde ve nihayet okuryazarlık ve kitle iletişiminde gerçekleşen gelişmeye eşlik ettiğini” ifade etmiştir.6 Başka bir yerde ise aynı kavramdan “eski sosyal, ekonomik ve psikolojik bağlılıklara dayanan temel grupların aşındığı veya çözüldüğü ve insanların yeni davranış ve sosyalizasyon kalıplarına uygun hale geldiği bir süreç” olarak bahseder.7 Deutsch’un sosyal hareketlilik göstergesi, yani tarımsal uğraşlardan sınai mesleklere geçiş, tipik bir yapısal değişim olayıdır ve sonuç olarak bir toplumun sahip olduğu değer sistemiyle birlikte yeniden yapılanması sürecinin bir parçasıdır. Ne var ki bu tarımdan sanayiye geçiş süreci (ki daha sonra ele alınacaktır) sadece modern ve çağdaş toplumlarda bir temel gelişme göstergesidir. Tarih boyunca gerçekleşen değişimi açıklayamaz. Bu yüzden tarih boyunca süregelen değişimi açıklayabilecek daha geniş bir yapısal değişim anlayışı benimsenmelidir.
Seymour M. Lipset Latin Amerika’da yaşanan sosyal tabakalaşmayı ve siyasal rollerin orta sınıflar tarafından üstlenilmesini (bu durum ince uzun yapılı bir sosyal piramitten elmas şeklindeki bir sosyal piramide geçişte kendini gösteriyordu) sanayileşmenin etkisi olarak gördü.8 Aslında bu, yapısal dönüşümü bir sebep-sonuç ilişkisi içinde siyasal gelişmenin temel sebebi olarak görmenin bir başka yoluydu. Bu nedenle Lipset’in sanayileşme, servet, eğitim ve kentleşme gibi demokratik bir toplumu demokratik olmayan bir toplumdan ayıran meşhur göstergeleri aynı kategori içinde değerlendirilemez. Çünkü birinci gösterge gerçekte sebeptir, diğer üçüyse yapısal dönüşümün etkileridir.
Her ne kadar Lipset’in basit göstergelerini eleştirse de Phillip Cutright’ın geliştirdiği siyasal gelişme göstergelerinin kaynağı da yapısal değişimdi.9 Cutright’ın temel varsayımına göre, siyasal olarak gelişmiş bir ülke daha karmaşık ve uzmanlaşmış kurumlara sahip olmaktaydı ve doğru bir siyasal gelişme endeksinin diğer sosyal kurumlara ilişkin değişkenlerle ilişkili olması şarttı. Cutright’ın kullandığı, eğitimin gelişmesi, kentleşme, iletişim, ekonomik büyüme ve işgücü özellikleri gibi göstergeler bir mantık zincirini takip etmez. Tıpkı Lipset gibi o da yapısal değişimin temel sebebiyle etkilerini birbirine karıştırır. Bu anlamda ekonomik büyüme ve işgücü özelliklerindeki değişim, ayrılmaz surette, yapısal değişiminin orijinal sebepleridir; eğitim, kentleşme ve iletişim ise aslında ekonomik büyüme ve işgücündeki değişime bağlıdır ve bunların niteliksel ifadesidir. Belli bir gelişme aşamasından sonra eğitim, gelişmeyi daha ileri götürecek sağlam bir itici güç sağlayabilir. Ne olursa olsun, Cutright’ın siyasal gelişmenin ölçülebilir olduğu ve her ülkenin kesintisiz bir gelişme süreci içinde tahayyül edilebileceği fikri, gelişmenin tarihsel boyutunun örtük bir kabulüdür.
Schumpeter’in sosyal gruplar teorisine dayanarak, üretim faaliyetlerinin karmaşıklığıyla toplumsal yapı ve örgütlenmenin diğer alanlarındaki değişiklikler (ve en önemlisi sosyal tabakalaşma) arasındaki temel ilişkiden spesifik biçimde bahseden kişi Bert F. Hoselitz oldu. Sosyal tabakalaşma mesleki rollerle veya uzmanlaşmış bir topluluğa üyelikle belirlenen bir olgudur.10 Hoselitz’e göre sanayi öncesi tabakalaşma sisteminin en karakteristik özelliği, sosyal tabakaların keskin bir şekilde kutuplaşmasında, bunun sonucunda kitle ve elit arasında bir uçurum oluşmasında ve statü kazandıran önemli bir değişken olarak ekonomik performansa itibar edilmemesinde kendini gösterir. Bu arada, bu sosyal özelliklerin Osmanlı İmparatorluğu’na uyduğunu belirtelim.
Bu sebeplerden dolayı, ancak yapısal dönüşüm bütün dönemlerde ve bütün toplumlarda yaşanan bütün gelişme aşamalarında merkezi faktör olarak kabul edilirse, zaman ve mekân yönünden kavramsal bir birlik sağlanabilir.
Bu noktada, siyasal sistemin teknolojiyi büyük çapta toplumun içine sokarak yapısal dönüşümü hızlandırmada oynadığı rolü tartışmaya dâhil etmek gerekir. Modern siyasal sistemin temel özelliklerinden biri, üretim, dayanışma, eylem denetimi, değerlerin muhafazası ve iletiminin gerektirdiği yeni şartlara göre yeni bir düzen kurma ve roller ve sorumluluklar dağıtmanın bir aracı olarak yapısal değişimi bilinçli bir şekilde başlatma konusunda üstlendiği roldür. Ancak tarihsel olarak değerlendirildiğinde modern devletin kendisi de uzun bir yapısal dönüşüm ve işlevsel farklılaşma sürecinin bir yan ürünü olarak ortaya çıkar.
Yeni uluslar hakkındaki mevcut çalışmaların çoğu ya modern devletin kurulmasından hemen önceki siyasal süreçlerle, ya da ulusal birlik ve bütünlük, siyasal kimlik ve devlete sadakat gibi bağımsızlık sonrası dönemin siyasal sorunlarıyla ilgilenmektedir. Bu çalışmaların çoğu, aslında önceki dönemde gerçekleşen yapısal farklılaşmaya verilmiş siyasal bir cevap olarak ortaya çıkan modern devletin ardında yatan yapısal değişiklikleri göz ardı etmektedir. Etnik, dinsel ve kabilesel bağlılık ve kimliklerin ulusal-siyasal olanlara dönüşmesi ve çeşitli şekillerde ortaya çıkan ulusal devlet fikri hep yerli toplumun yapısındaki temel değişikliklerin sonucudur.
Yine de modern devlet, modernleşme sürecinde belirgin bir dönüm noktasıdır. Önceki bir dizi yapısal değişim aşamasını sona erdirir ve sosyal, ekonomik ve siyasal yapılar ile toplumsal amaçlar için planlı güç kullanımı arasındaki karşılıklı bağımlılığı arttırarak yeni yapısal değişim aşamalarının başlangıcına işaret eder. Modern devlet “modernitenin” çeşitli hazırlayıcı aşamalarıyla “modernitenin” kendisi arasında bir yerdedir. Modern bir siyasal sistem, elbette ki teknolojiyi bütün yönleriyle benimseme ve bunun sonucunda yeni ulusal amaçlar uğruna yapısal farklılaşmayı hızlandırma potansiyeline sahiptir. Bu, Deutsch’un tanımladığı şekliyle, idari imkânların ve ekonomik kaynaklara erişimin halkın taleplerinin üzerine çıktığı aşamadır. Ayrıca bu aşamada, insanın kendisi ve yaşadığı dünya hakkındaki fikirleri kutsallığın boyunduruğundan kurtulur, öyle ki insan doğayı, toplumu ve kendisini dönüştürme konusunda sınırsız kapasiteye sahip bir varlık olarak görülmeye başlanır.
Gelişmiş Batıyı Üçüncü Dünyadan ayıran farkların çoğu, bu ülkeler tamamen modern bir devlete kavuşup teknoloji ve sanayileşmeyi benimseyerek optimum ekonomik büyüme oranına ulaştıklarında ortadan kalkmaya mahkûmdur. Gelişmiş ülkelerle Üçüncü Dünya arasındaki temel farkın Batının bir modern devlet sistemi içinde daha önce örgütlenip bunun sonucunda teknoloji ve sanayileşmeyi benimsemesinden kaynaklandığına inanmaktayız. Gerçekten de Batının ekonomik, kültürel ve sosyal üstünlüklerinin çoğu, kendi özünde bulunan kültürel değerlerin üstün oluşuna değil, sahip olduğu teknolojiye ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturulmuş siyasal sistemine bağlıdır. Fransa ve İngiltere arasında bir karşılaştırma yapıldığında kültürel ve siyasal farklar bulmak ne kadar zorsa, bu ülkelerle Asya veya Afrika’daki azgelişmiş ülkeler karşılaştırıldığında yaşam tarzı açısından benzerlikler saptamak da bir o kadar zordur. Bundan başka, Asyalı Japonya’nın, Katolikliğin ve Fransız kültürünün Batılı etkileri altında kalan bir Lübnan’a göre niye çok daha gelişmiş bir ülke olduğu anlamak da zordur. Lübnan o kadar Avrupalılaşmasına ve Batılılaşmasına karşın ancak kısmen gelişmiştir, Japonya ise “Batılılaşmamasına” karşın epey gelişmiştir. Japonya’nın Osmanlı İmparatorluğu da dâhil olmak üzere, diğer ülkelere karşı başlangıçtaki avantajı, tam bir modern ulus haline gelmesinin ve bunun sonucunda teknolojik ilerleme sağlamasının yolunu açan (özel coğrafi ve demografik şartlarla pekişmiş) yapısal koşullara sahip olmasıydı.
Siyasal sistem, modern devlet çerçevesinde, sosyal grupların sisteme dâhil edilmesini ve bunların rol ve statülerinin dağıtılmasını rasyonel esaslara dayandırarak, otoritenin tanımı ve meşruiyetini bu grupların işlevsel ihtiyaç ve hedeflerine göre belirleyerek yapısal değişimi sağlama imkânlarını arttırır. Aslında bugün, “modernleşmenin” düzeyi, bir toplumun modern uluslaşma ve ekonomik gelişme sürecini başarması ve hedeflenen refah göstergelerine ulaşmasıyla orantılıdır. Gabriel Almond’un, “gelişmiş” ve “azgelişmiş” ülkeler arasındaki farkın toplumsal farklılaşma ve fonksiyonların karmaşıklık derecesinden kaynaklandığı fikri doğru olamayacak kadar basittir ve ayrıca tarihsel olarak da yanlıştır. Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu kadim Asya sistemleri, modern sistemlerde rastlanmayacak ölçüde çeşitli temsili ve sembolik fonksiyonlar yerine getiren aşırı derecede karmaşık yapılardı. Buna karşın, Almond ve Coleman’ın da ifade ettiği gibi, modern sistemlerin tam aksine, eski siyasal sistemlerin girdisi çıktısından çok daha fazlaydı. Kısacası biz modern devletin oluşumunu hem önceki yapısal değişimin bir sonucu, hem de derinleşen sosyal farklılaşmayı ve genel olarak gelişmeyi hızlandıran yeni bir temel itici güç olarak görmekteyiz.
Yapısal farklılaşmanın siyasal gelişmenin temel sebebi olduğu fikrinin biraz daha detaylandırılması gerekir. Yapısal değişimin, kendisini öncelikle sosyal gruplar temelinde belli ettiğini düşünmekteyiz. Siyasal eylem sosyal grupların eylemidir. Sosyal grup sosyal yeniden yapılanmanın bir sonucu olarak gelişir ve içinden bireysel liderliğin çıktığı bir kuluçka makinesi haline gelir. Liderlik tarihin bütün aşamalarında hazır ve nazırdır. Yine de bir lider spesifik bir sosyal grupla ilişkilendirilmeden anlaşılamaz. Teknoloji ve ekonomiyle yapısal farklılaşma arasında kapsamlı bir sebep-sonuç ilişkisi, sürekli olarak devam eder. Sosyal gruplar ve bunların liderleri bu yapısal farklılaşmanın doğal bir sonucudur.
Bu çalışmada, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’deki siyasal ve sosyal gelişmenin kaynağı olarak sosyal gruplara yapılan vurgu, sadece teorik düşüncelerden değil, toplumun gerçekte de sosyal tabakalardan oluşmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Yüzyıllardan beri Ortadoğu toplumları spesifik rol, statü ve fonksiyonlar üstlenmiş dört temel tabakadan oluşmaktadır. Din adamlarını, yazarları ve hesap adamlarını içine alan Kalemiye ile askerlerden oluşan Seyf iye, kültür, din ve geleneğin sürdürülmesi ve iletilmesiyle, toprakların korunmasından sorumluydu. Tüccarlar ve zanaatkârlar malların üretimi ve mübadelesinden, köylü ve çiftçilerden oluşan dördüncü tabaka ise yiyecek sağlamaktan sorumluydu. Temelde ilk iki grubun oluşturduğu siyasal sistemin…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Siyasal Tarih Sosyal Tarih Tarih Türk-Osmanlı
- Kitap AdıCumhuriyet'in İlk Yüzyılı
- Sayfa Sayısı528
- YazarKemal Karpat
- ISBN9786050848076
- Boyutlar, Kapak16x24 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023