Çalışıyoruz. Yarınlar yokmuş gibi. Ki aslında pek de yok, çünkü yarın bugünle aynı, dünle de. Çalışma hayatının vaat ettiği yarın, yine çalışmak. Daha çok çalışmak. Hatalarımızdan ders çıkara çıkara, gelişe gelişe, düşe kalka; daha doğrusu düşmeye izin olmadan, hep ayakta kalarak çalışmak. Çünkü hep çok iş vardır.
Kızarız çalışırız, haksızlığa uğrarız çalışırız, ağlarız çalışırız. Biz çalışırız. 7/24 çalışırız. Uykularımızı feda ederiz. Zamanımızı, mekânımızı, hayatımızı armağan ederiz sorgusuz sualsiz. Hele ki lehimize bir kolaylık olursa daha da çok çalışırız. Zam alırsak iki kat, takdir görürsek üç kat fazla çalışırız. Az çalışmayı beceremeyiz, biz eğitimimizle emeğimizle geldiğimiz işin hakkını verme derdindeyiz; minnetle, tutkuyla, hırsla çalışırız.
Biz bu çağın hayalsiz büyüyen çocukları olduk. O yüzden de kaybolduk, hapsolduk bu labirentte. Artık çıkış yolunu arama, bu yolculukta kendimizi bulma vakti.
İçindekiler
Teşekkür …………………………………………………………………………………………………………………………………………….9
Önsöz …………………………………………………………………………………………………………………………………………………13
Bölüm Bir/Dışarıda Deli Dalgalar ………………………………………………………………………21
Bölüm İki/Mönü Rica Edebilir miyim? …………………………………………………………37
Volta atmak: Gün geçirmek …………………………………………………………………………………45
Koğuş ağalığı: Yöneticilik ………………………………………………………………………………………65
Af beklemek: Emeklilik ……………………………………………………………………………………………89
Başka bir cezaevine naklini istemek: İş değiştirmek …………………115
Ev hapsi: Evden çalışmak …………………………………………………………………………………..127
Firar: Sahil kasabasına yerleşmek / Kendi yolunu çizmek ..153
Cezaevinde isyan çıkarmak: Beyaz yakalı aktivizm …………………161
Konuyu uluslararası yargıya taşımak:
Yurtdışında çalışmak ……………………………………………………………………………………..171
Cezaevi duvarlarına resimler yapmak, oyunlar
oynamak: Beyaz yakalı hayatı dönüştürmek ………………………….179
Bölüm Üç/Şimdi Sen Ne Yapacaksın Beyaz Yakalı?……………………189
Kaynakça …………………………………………………………………………………………………………………………………….199
Önsöz
Ben bir iş hayatı anlatıcısıyım. Ömrüm iş hayatının kurumsal tarafında geçmekte. Ne demekse kurumsal… Garip bir sözcük; sadece ürkütücü diyemem, üstüne üstlük katı ve soğuk. Kurumsal kelimesi tavizsiz, nemrut, köşeli, bilmiş bir düzeneği çağrıştırıyor. Dışı seni içi beni yakan bir düzenek. İnsanın, insana dair hiçbir düşünce ve duygunun dikkate alınmadığı; kurum aklının her şeyin üstünde olduğu bir düzenek. Düne kadar ofislerde dönen kurumsal hayat, dünyayı saran pandemi sonrası da ofislerin yanı sıra evlerde, odalarda, parklarda, kafelerde devam ediyor. Her yer plaza, her yer kurumsal artık. Bir sürü hikâye birikiyor bu hayatta her gün. Dilim de az buçuk dönüyor bu hikâyeleri anlatmaya. İnkâr edemem, seviyorum yazmayı; yazmayıp, anlatmayıp ne yapayım? Anlatılmayan sözler dert olarak içinde birikiyor insanın, anlatmak ferahlatıyor. Ben yirmi yıllık çalışma hayatım boyunca burada yaşananları anlatmayı seçtim. Kitap yazdım, seminerler verdim, köşe yazıları kaleme aldım, söyleşiler yaptım, sosyal medyada paylaştım, podcast kaydettim. İstedim ki plaza köşelerinde yalnız ve çaresiz hissettiğimiz anlarda bu hikâyeler aracılığıyla ferahlayalım. Anlatarak ya da dinleyerek. Bu üretim, bir yandan da iş dünyasının baskısıyla başa çıkma yöntemlerimden birisi oldu. İş hayatı üstümüze geldikçe, ona “çok da böbürlenme” demek bana güç verdi. Bu anlatıyı paylaşan, okuyan, dinleyen, yorum yapan, eleştiren, harekete geçen on binlerce beyaz yakalı arkadaşımla da bu gücü büyüttük.
Beyaz yakalı arkadaşlarımın çoğuyla aynı kaderi paylaşıyor, aynı hayatı yaşıyoruz aslında. İçi birbirini andıran, sadece kapısındaki numaralarla ayrışan otel odaları gibiyiz. Her otel odasının içinde ne olduğunu bilmesek de dışı tıpatıp aynı. Görmesek bile biliriz ki içi de aynı. Kral daireleri hariç. Onların katı farklı, odaların içi de farklıdır herhalde. Girmedik, bilmiyoruz.
Bize çocukluktan itibaren iyi bir geleceğe ancak çalışarak ulaşabileceğimiz öğretildi. Biz de çalıştık. Hakkını vererek, kısa yollara sapmadan. En iyiye ulaşabilenimiz oldu mu derseniz çok iyimser konuşamam – olasılıkla ulaşamadık– ama tek yolumuz çalışmakmış bunu öğrendik. Biz başka âlem bilmeyiz. Çalışmaktan ve geleceğini kendi elleriyle inşa etmekten başka şansı olmayan işçi, memur, tüccar çocuklarıyız. Biz emeğe inandık.
İş hayatı devasa bir yolculuk, kısa bir anlatıdan öte adeta bir ömürlük destan. Kımıl kımıl kaynayan bir kazan kurumsal dünya. Dostluk, ihanet, hırs, kazanmak, kaybetmek, para, aşk, savaş, yalnızlık, hüzün, her şey var içinde. Bu ömürde hikâye biter mi? Hikâye gördükçe ben de anlatırım. Bir gencin bu dünyaya nasıl adım attığını, karakteri değişirken geçirdiği aşamaları anlatırım. Sebeplerini, yolculuğun kendisini, sonuçlarını… Halimizi, nasıl göründüğümüzü anlatmaya çalışırım. Tuhaflıklarımızı itiraf ederim. İçine düştüğümüz illüzyonlara kızarım. Sınıfsızlığımızı, sınırsızlığımızı, mekânsızlığımızı, zamansızlığımızı, kayboluşumuzu dile getiririm. Yarınımıza kafa yorarım. Çünkü bu soru durmaksızın zihnimi kemiriyor: Biz ne olacağız? Nereye gidecek bu işler böyle?
Tarkan 90’larda söylediği “Biz nereye” şarkısında diyor ya:
Kim ne varsa alacak
Rüzgâr çıktı ne kalacak
Bütün bunlar delilikse ben deliyim
Bütün bunlar bence de delilik sevgili Tarkancığım ve evet rüzgârdan sonraya ne kalacağını bilmiyoruz ve yine evet, biz deliyiz. Deli olmasak burada barınamazdık. Akıllıysak da delirdik artık.
Beyaz yakalı hayatları anlattığım Mezeleri Güzel (2016) kitabım özellikle beyaz yakalı arkadaşlarımdan yoğun ilgi gördü. Mezeleri Güzel yayımlandıktan hemen sonra başladım bu kitap üzerinde çalışmaya. Bu araya benim açımdan üç adet yeni pozisyon, bir adet ülke değişikliği, bir doktora tezi girdi. Dünya modern çağın en büyük salgın hastalığını yaşadı ve iş hayatı radikal biçimde değişti. Üstüne üstlük artan teknoloji iş hayatındaki değişmeyi ivmelendirdi. Benim açımdan bu yazım süreci altı yıla ulaştı ve altı yıl boyunca okurlardan en sık gelen şu yorum değişmedi: “Ne olacak bu iş dünyasının hali?” Yaşadıklarımdan ve yorumlardan sonra anladım ki binlerce beyaz yakalı kader arkadaşımla aynı kaygıyı paylaşıyoruz. Sahi ne olacağız biz? Biz nereye…?
Yeni nesil beyaz yakalılar olarak görünüşte iyi eğitimli, pek bilgiliyiz, her konuya hâkimiz. Bilmediğimizi de öğrenebilecek kapasitedeyiz. İstenen görevi adeta bir sporcu çevikliğinde, harekât ordusu kararlılığında tamamlarız. İş kendi kaderimizi çizmeye gelince, yolumuzu bir türlü bulamayız. Bulamadık da zaten, kaybolduk gittik.
İşte bu kitabı yazarken amacım beyaz yakalıların içinde dolaştığı labirentlerin karanlık ve çıkmaz hallerini çizmek, kendim gibi kaybolmuş arkadaşlarımla derdimizi paylaşmaktır. Daha da ötesi bir çıkış yolu keşfetme çabasıdır. Bildiğim yolları ortaya döküp umut ve ferahlama aramaktır. Kaybolmuş olmak moral bozucu, kabul. Öte yandan kaybolduğumuzu kabul etmek, yolu yeniden bulmanın ilk adımı. İstikametimizi bilelim ki en azından direksiyon hâkimiyetimizi koruyalım, son sürat ters yöne gitmeyelim.
Özel sektörün erken dönemlerinde, küresel ekonominin inşa edilmeye başladığı 1980’lerin sonu, 1990’ların başında bu dünyaya giren birinci nesil beyaz yakalılar bir yol bulup hızla yükseldiler, cukkayı görece kolay biçimde doldurdular. Şirketler dünyaya açılıyordu, eğitimli beyinlere ihtiyaçları vardı. Kaptılar üniversite mezunlarını. O dönemin beyaz yakalıları genç yaşta yüksek gelir seviyesine, afili unvanlara kavuştular. Şimdi yelkenli teknelerini aldılar, mavi sularda akıllı telefonlarından borsa yatırımlarına bakmanın keyfini çıkarıyorlar. Aynı jenerasyondan 40’larında emekli olmayı başaran bir başka grup ise ekonomik olarak orta sınıfta kaldı ama onlar da labirentten çıkışı erken keşfettiler. Şimdilerde yazlıkta mangal yelliyorlar. Girişimcilik gemisine binenler kendi özgün tarzlarını çizdiler; düşe kalka da olsa çizdikleri bir yolda koşturuyorlar. Biz, ikinci-üçüncü nesil beyaz yakalılar, iş hayatına 2000’den sonra girenler ya da kapısında bekleyenler ise yolumuzu daha çizemedik. Şablonlara takıldık. Verilenin dışına çıkamadık. Geleceğe bakmamız söylendi. Baktık. Ama geleceği hep daha ileri ötelediler. Gelecek gelmedi.
Biz de geleceğin gelmeyişini, doğruya doğru, sallamadık. Aybaşında yatan maaşı, gün ortasında gelen öğle yemeği hürriyetini, hafta sonunda iki plan yapıp gezmeyi tozmayı yeter gördük kendimize.
O duvarların dışında bir hayat olup olmadığını sorgulamadık. Bize verilen izin gününde, verilen zamanda, verilen ölçüde çıktık duvarların dışına. Tıpış tıpış işimizin başına döndük öğle arası sonunda, pazartesi sabahları, yıllık izin bitiminde… Duvarları olduğu gibi kabul ettik. Bırakın zorlamayı, bir tekme atıp kalınlığını dahi tartmadık. Duvarın içine özgürlük sloganları yazmadık, resimler dahi çizmedik.
Michel Foucault “Fabrika, okul, kışla ve hastanelerin, hapishanelere benzemesi bir tesadüf değil” diyordu. İş hayatı zekidir, çalışkandır. Bu söylemden kendisine dersler çıkardı ve tipi hiç de hapishanelere benzemeyen modern plazalar inşa etti. Hapishane inşasını binayla değil, ruhumuza zerk edilen çaresizlik, mahkûmiyet ve yalnızlık psikolojisiyle yapmanın yolunu buldu. Mahkûmuz ama gayet özgür sanıyoruz kendimizi.
Bu hapishanelerin duvarlarını bize inşa ettirdiler. Artık çoğumuz işte giriş çıkış saatini kendimiz belirliyoruz. Ama çıkamıyoruz bir türlü. Kendimizi uyanık tutup daha iyi çalışmamızı sağlayacak kahvelerin parasını bize ödetiyor bu döngü. Bir de selfi atıyoruz zincir kahve mağazasından. Mahkûm kostümümüz enine çizgili cezaevi kıyafeti değil ama kravat, takım elbise ya da şık çanta ve topuklu ayakkabıdan oluşan kombinleri de bize aldırıyorlar. Kendimizi daha zinde bir çalışan yapmamızı sağlayacak fitness salonunun aidatını biz ödüyoruz, zindeliğimizi ne uğruna feda ettiğimizi, neden hareketsiz kaldığımızı sorgulamadan.
Ama sorarsanız seviyoruz o yeni nesil kahveyi, bu markanın tasarımlarını, şu fitness salonunun ortamını. Yalnız hissetmiyoruz orada, yanlış da hissetmiyoruz. Başkası söylese komik gelir ama ruhumuzu ve bedenimizi hapseden sebepleri düşünemiyor, her gün prangamızı kendi isteğimizle ayağımıza takıp kör karanlıkta kahve zincirinin kapısında kuyruğa giriyoruz. Dilediğimiz tercihi yapma hakkımız var: Americano, Latte ya da Ristretto.
Kendi hayalimiz yok, ertelememiz söylendi. Adına kurumsal hedef denilen, başkalarının hayalleri için harcarız beyin gücümüzü. Şirket hayallerini ödünç alır, acıları duyumsamayan birisinin izmariti tenine bastığı gibi böğrümüzde söndürürüz.
İzi ve acısı hep kalbimizin üstünde kalır. Düşlerimiz, yaratıcılığımız, bilgimiz, birikimimiz hep kiralıktır. Kol gücüyle bizden daha zor işler yapan, daha güç koşullarda yaşayan mavi yakalı arkadaşlarımızdan rahat durumdayızdır belki. Kim üç kuruş fazla alıyordur, kimin stresi üç gram daha azdır bilinmez. Zaten yakanın rengi çok çeşitlendi, beyazın mavinin yanına başka başka yakalar geldi. Işıltılı gelecek vaat eden yöneticilere altın yakalı, devlet işçilerine kırmızı yakalı, müşterilere doğrudan hizmet veren çalışanlara pembe yakalı, kol gücüyle başladığı çalışma hayatını ustalık kazanarak daha sonra ofiste devam ettirenlere gri yakalı, teknik bilgi yoğun çalışanlara yeni yakalı tanımlamaları mevcut. Farklı renkler gibi görünse de tümü yakın tonlarda. Kendi renklerimizle değil, işimizin niteliğiyle, görev tanımımızla adlandırıldığımız bir döngü bu. İnsan, hayallerini gün içinde ona verilen görev tanımı için, yakasının rengi uğruna harcayınca akşam kendisine hayal de kalmıyor, hayal kuracak güç de. Biraz ilham versin diye yogaya gidiyor, Netflix izliyor, fotoğrafçılık kursuna katılıyor, kitap okuyoruz. Ama gün içinde beynimizden dökülen hayaller o birkaç saatte geri toplanmıyor. Biz bu çağın hayalsiz büyüyen çocukları olduk. O yüzden de kaybolduk, hapsolduk bu labirentte. Artık çıkış yolunu arama, bu yolculukta da kendimizi bulma vakti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıÇok Çalışıyoruz
- Sayfa Sayısı200
- YazarErdem Aksakal
- ISBN9786258344295
- Boyutlar, Kapak13.5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzük ~ Halit Payza
Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzük
Halit Payza
Ümit Yaşar biraz küldür, biraz duman. Kül, Ümit Yaşar’dır; duman, “Baba intihar öyle edilmez, böyle edilir!” notunu yazarak Galata Kulesi’nden kendini atan Vedat Oğuzcan…...
- İnsan Ruhunun Haritası ~ Ahmet Ümit
İnsan Ruhunun Haritası
Ahmet Ümit
“İnsan Ruhunun Haritası” birçok farklı açıdan ele alınabilecek zengin bir metin. Kitabın Ahmet Ümit’in kendisini olduğu noktaya getiren yazarlara duyduğu bir minnet borcu olduğunu...
- Denemeler ~ Michel de Montaigne
Denemeler
Michel de Montaigne
MONTAIGNE İLE ZAMANA YOLCULUK Montaigne’nin ‘Denemeleri geniş bir öz anlatımdır aslında. Kendi türünde yazılmış eşsiz bir yapıttır. Montaigne zamanın akış çizgisini izlemez, hangi olgunun...