Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çocukluğum
Çocukluğum

Çocukluğum

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Çocukluğum, usta yazar Tolstoy’un on yaşından itibaren çocukluk ve ergenlik devresini içtenlikle ve kendine has üslubuyla kaleme aldığı unutulmaz bir eser. Yazıldığı dönemden günümüze…

Çocukluğum, usta yazar Tolstoy’un on yaşından itibaren çocukluk ve ergenlik devresini içtenlikle ve kendine has üslubuyla kaleme aldığı unutulmaz bir eser. Yazıldığı dönemden günümüze en çok okunan Tolstoy kitaplarından biri olan Çocukluğum, devrin toplumsal yapısını, anne baba sevgisini, eğitim sistemini, yaşanan çocukça aşkları, anne ölümüyle girilen çalkantılı ruh halini ve sevgi ile nefret arasındaki gidiş gelişleri ele alıyor. Çocukluğum sadece kendi edebi gücü bakımından değil, aynı zamanda Tostoy’u anlamak için de önemli bir çalışma.

***

BİRİNCİ BÖLÜM

ÇOCUKLUĞUM

I. Öğretmenimiz Karl ivaniç

18… Ağustosun 12’siydi. Harika armağanlar aldığım onuncu doğum günümün üzerinden üç gün geçmişti. Sabahın yedisinde Karl ivaniç beni, başımın az yukarısına konmuş bir sineğe vurarak uyandırdı. Elindeki sineklik bir sopanın ucuna kâğıt şeker torbası tutturularak yapılmıştı. Sinekliği o kadar beceriksizce savurmuştu ki, meşe karyolamın başucundaki koruyucu azizimin ikonasına çarptı ve sineğin ölüsü kafamın üstüne düştü. Burnumu battaniyenin altından çıkardım, elimle sallanmaya devam eden ikonayı tutup düzelttim, sinek ölüsünü yere fırlattım ve hala uyku akan ama öfkeli gözlerle Karl ivaniç’e baktım. O ise, üzerinde renkli ropdöşambrı, belinde aynı kumaştan bir kemer, başında püsküllü, kırmızı örme bir kep ve ayaklarında yumuşacık keçi derisi çizmelerle dolaşıyor ve duvarlardaki sineklere nişan almaya devam ediyordu.

‘Ben küçücük bir çocuğum, tamam. Ama niye beni rahatsız ediyor?’ diye düşünüyordum. ‘Niye Volodya’nın yatağının etrafındaki sineklere vurmuyor? Orada ne kadar da çok sinek var! Ama hayır, Volodya benden büyük; en küçükleri benim; bu yüzden bana eziyet ediyor. Hayatı boyunca tek düşündüğü bana nasıl kötülük edeceği’ diye mırıldandım. ‘Beni uyandırdığının ve korkuttuğunun farkında, ama farkında değilmiş gibi davranıyor… iğrenç adam! Ropdöşambrı da, kepi de, püskülü de. hepsi de ne kadar iğrenç!’

içimden öfkemi böyle dile getirirken Karl ivaniç yatağına gitti, yatağının üzerinde asılı duran küçücük gümüş bir ayakkabının içinde duran saate baktı, sinekliği bir çiviye astı ve keyifli bir halde bize seslendi.

Yumuşacık sesiyle: “Auf, Kinder, auf!…s’ist Zeit. Die Mutter ust schon im Saal” Sonra bana doğru geldi, ayakucuma oturdu ve cebinden enfiye kutusunu çıkardı. Uyuyormuş gibi yapıyordum. Karl ivaniç önce bir tutam enfiye çekti, burnunu sildi, parmaklarını şıkırdattı ve sonra benimle ilgilenmeye, tabanlarımı gıdıklamaya başladı. “Nun, nun Faulenzer!” diyordu.

Gıdıklanmak hiç hoşuma gitmese de, ne yataktan kalktım, ne de ona cevap verdim. Yalnızca kafamı yastığın altına, daha de rine soktum ve var gücümle tekmeler savurarak gülmemek için elimden geleni yaptım.

‘Ne kadar da iyi kalpli, bizi ne de çok seviyor, ben ise onun hakkında kötü şeyler düşündüm!’

Kendime de, Karl ivaniç’e de kızmıştım, aynı anda hem gülmek, hem de ağlamak istiyordum, sinirlerim altüst olmuştu.

Kafamı yastığın altından çıkarıp, gözlerimde yaşlarla: “Ach, lassen sie, Karl ivaniç” diye bağırdım.

Karl ivaniç şaşırdı. Ayaklarımı rahat bıraktı ve endişeyle neyim olduğunu sordu: Neden ağlıyordum? Kötü bir rüya mı görmüştüm? iyilik dolu yüzü, gözyaşlarımın sebebini tahmin etme çabasındaki samimiyet, onların daha da hızlı akmasına yol açmıştı. Vicdan azabı çekiyordum. Nasıl olur da bir dakika önce Karl ivaniç’ten nefret ettiğimi ve ropdöşambrını, kepini, püskülünü iğrenç bulduğumu anlayamıyordum. Aksine, şimdi bütün bunları çok şirin buluyordum, hatta püskülünü iyi kalpliliğinin bir nişanesi gibi görüyordum. Ona, kâbus gördüğümden dolayı ağladığımı söyledim: Annem ölmüştü, onu mezara götürüyorlardı. Bunları uydurmuştum, gece rüyamda ne gördüğümü kesinlikle hatırlamıyordum. Fakat Karl ivaniç anlattıklarımdan etkilenerek beni sakinleştirmeye çalışınca, gerçekten de o korkunç rüyayı görmüşüm gibi geldi ve tekrar gözyaşı dökmeye başladım.

Karl ivaniç gittikten sonra yatakta çoraplarımı giymeye başladım. Gözyaşlarım biraz durulmuştu fakat uydurduğum kâbusla ilgili ürkütücü düşünceler beni terk etmedi. Bu arada içeri Nikolay Amca girdi. Ufak tefek, çok tertipli bir adamdı. Daima ciddi, dikkatli ve saygılıydı: Karl ivaniç’in yakın arkadaşıydı. Giysilerimizi ve ayakkabılarımızı getirmişti. Volodya’ya çizme getirmesine rağmen, ben hala o sevimsiz tokalı ayakkabılardan giyiyordum. Önünde ağlamak istemiyordum; üstelik sabah güneşi neşeyle pencerelerde parlıyordu ve lavabonun önünde Volodya, kız kardeşimizin mürebbiyesi Marya ivanovna’yı taklit ediyor ve yüksek sesle gülüyordu. Ciddi biri olan Nikolay bile, omzunda havlu, bir elinde sabun, diğerinde leğen, gülümseyerek:

“Bu kadar yeter, Vladimir Petroviç, lütfen yıkanın.” dedi.

Neşem yerine gelmişti.

Karl ivaniç çalışma odasından: “Sind sie bald fertig?” diye bağırdı.

Sesi sertti. Yüreğime dokunan, gözlerimi yaşlarla dolduran o yumuşacık tını kaybolmuştu. Çalışma odasında Karl ivaniç tamamen farklı birine dönüşüyordu. Orada o bir öğretmendi. Hızla giyindim, yıkandım ve elimde fırça, ıslak saçlarımı düzelterek sesin geldiği yere koştum.

Karl ivaniç, burnunda gözlük elinde kitapla, her zamanki yerinde, kapı ile pencerenin arasında oturuyordu. Kapının solunda iki raf vardı. Biri biz çocuklara aitti, diğeri Karl ivaniç’in kendi rafıydı. Bizimkinde her türlü kitap vardı: Kimileri yana yatmış, kimileri de dik duran ders kitapları ve hikâye kitapları.

Yalnızca Histoire des Voyages’in iki büyük kırmızı cildi bütün görkemiyle duvara yaslanmıştı; sonra uzun kitaplar ve kalın kitaplar, büyük kitaplar ve küçükler, kitapsız ciltler ve ciltsiz kitaplar geliyordu. Oyun zamanı gelip elimizdeki kitapları Karl ivaniç’in gururla ‘kütüphane’ dediği bu rafa koymamız söylendiğinde her şeyi buraya tıkıştırıyorduk. Onun kendi rafındaki kitaplar bizimkiler kadar çok olmasa da daha çeşitliydi. Üçünü hatırlıyorum: Lahanaların gübre -lenmesi üzerine kapaksız Almanca bir kitapçık, bir köşesi yanmış parşömen kaplı Yedi Yıl Savaşları’nın bir cildi ve hidrostatik üzerine bir seri. Karl ivaniç zamanının çoğunu okuyarak geçirirdi, hatta bu yüzden gözleri de bozulmuştu; fakat bu saydığım kitaplar ve Kuzey Arısı haricinde hiçbir şey okumazdı.

Karl ivaniç’in rafında duran eşyalar arasında bana, onu diğerlerinden daha fazla hatırlatan bir şey vardı. Bu, ufak mandallar yardımıyla yukarı aşağı oynatılabilen tahta bir ayağa tutturulmuş yuvarlak bir mukavva parçasıydı. Üzerine bir kadınla bir perukçunun resmi yapıştırılmıştı. Karl ivaniç, böyle işlerde pek yetenekliydi ve bu mekanizmayı zayıf gözlerini şiddetli ışıktan korumak amacıyla yapmıştı.

şu anda bile karşımda kapitone ropdöşambrı içindeki uzun vücudunu ve kırmızı kepin altından görünen seyrek, gri saçlarını görebiliyorum. Üzerinde perukçunun resmi olan yuvarlak mukavvanın durduğu küçük masanın yanında oturuyor; yüzüne mukavvanın gölgesi düşmüş, bir elinde kitap, öteki eliyle iskemlesinin koluna dayanıyor; yanında kadranında bir avcının resmi olan saati, kareli bir mendil, siyah, yuvarlak bir enfiye kutusu, yeşil gözlük kılıfı ve tepsinin üzerinde duran bir pens var. Her şey olması gereken yere öylesine özenle yerleştirilmiş ki, sırf bu düzenlilik bile Karl ivaniç’in vicdanının temiz ve ruhunun huzur dolu olduğunu anlamaya yeterlidir.

Alt kattaki salonda doyasıya koşuşturduktan sonra, parmaklarımızın ucuna basarak çalışma odasına girdiğimizde Karl ivaniç’i koltuğunda, yüzünde sakin, mağrur bir ifadeyle sevdiği kitaplardan birini okurken bulurduk. Bazen onu uyuklarken yakalardım; gözlükleri kartal gagasını andıran burnuna düşmüş halde, yarı açık mavi gözleri tuhaf bir ifade taşır, dudaklarında hüzünlü bir tebessüm olurdu. Odada duyulan tek ses düzenli nefes alıp verişi ve kadranında avcı resmi olan saatin tik taklarıydı.

Beni fark etmediği zamanlarda kapıda durup düşünürdüm: ‘Zavallı ihtiyar! Biz oynayıp eğleniyoruz fakat o burada yapayalnız. Üstelik yetim. ilgilenecek kimsesi yok. Hayat hikâyesi ne kadar da korkunç! Nikolay’a anlattıklarını hatırlıyorum da onun yerinde olmak ne kötü!’ Bazen ona öyle acırdım ki, gidip elini tutar ve “Lieber Karl ivaniç!” derdim. Böyle davranmam hoşuna giderdi, beni okşardı. Duygulandığını anlardım.

Diğer duvarda çoğu yırtılmış, fakat Karl ivaniç tarafından ustaca tamir edilmiş olan haritalar asılıydı. Ortasında merdivenlere açılan kapının olduğu üçüncü duvarın bir yanında iki cetvel duruyordu; çizilmiş ve yıpranmış olan bizimkiydi. Kendi özel cetveli yepyeniydi. Çizgi çizmekten çok bizi yönlendirmek amacıyla kullanırdı bunu. Duvarın diğer yanında yaramazlıklarımızın sıfırlar ve çarpılarla işaretlendiği karatahta dururdu. Büyük yaramazlılarımız sıfır, küçük yaramazlıklarımız ise çarpılarla belirtilirdi. Ceza olarak tahtanın solundaki köşede diz üstü çökerdik.

O köşeyi hala çok iyi hatırlıyorum! Sobanın üzerindeki kepenk, kepenkteki vantilatör ve ters çevrildiği zaman çıkardığı gürültü bugün bile aklımda. Bazen o köşede dizlerimiz, sırtımız ağrıyana kadar diz çöker ve düşünürdük: ‘Karl ivaniç beni unuttu. şimdi yumuşak koltuğunda oturmuş hidrostatik kitabını okuyordur. Fakat ben ne olacağım?’ Ve kendimizi ona hatırlatmak için yavaşça soba borusunun kelebeğini açıp kapamaya başlar veya duvardan sıva parçaları koparırdık. Büyük bir sıva parçası gürültüyle yere düştüğünde duyduğumuz korku her türlü cezadan daha büyük olurdu. Karl ivaniç’e kaçamak bir bakış fırlatır ve elinde kitap, hiçbir şeyin farkında olmadan oturduğunu görürdük.

Odanın ortasında, siyah muşambayla örtülmüş bir masa dururdu. Örtünün altından, masanın kesilmiş kenarlarını görebilirdiniz. Etrafında boyasız ama kullanılmaktan cilalı gibi parlak duran bir kaç tahta tabure sıralanmıştı. Son duvarda üç pencere vardı. Pencerelerden görülen manzaraya gelince: Tam önde her çukurunu, her taşını, her tekerlek izini ezbere bildiğim ve sevdiğim yol; yolun ötesinde iki yanında kısacık budanmış ıhlamur ağaçlarıyla çevrili, arkasında ara ara çitlerin görülebildiği bir başka yol, o yolun ötesinde ise otlak uzanırdı. Otlağın bir yanında tezekler ve bunun karşısında bir orman. Ormanın derinliklerinde bekçinin kulübesini seçebilirdiniz. Pencerenin sağında ise büyüklerin genelde öğle yemeğine kadar oturdukları veranda görünüyordu. Bazen Karl ivaniç yazılarımızı kontrol ederken o tarafa gizlice bakmak, annemin siyah saçını, başka birinin sırtını görmek ya da gelen konuşma ve kahkaha seslerini duymak mümkündü. Orada olamadığınız için kızar ve: ‘Ne zaman büyük bir erkek olup ders çalışmayı bırakacak ve Diülogues’u okumak yerine sevdiğim insanlarla oturacağım?’ diye düşünürdünüz. Kızgınlık yerini üzüntüye bırakır ve Allah bilir neden ve ne hakkında öyle derin bir hayale dalardınız ki, Karl ivaniç’in imla hatalarınıza kızdığını bile duymazdınız.

Karl ivaniç ropdöşambrını çıkardı, omuzları vatkalı ve kırmalı mavi frakını giydi, aynanın önünde kravatını düzeltti ve bizi aşağıya, annemize günaydın demeye götürdü.

Annem salonda oturuyordu. Bir eliyle çaydanlığı, diğer eliyle semaverin musluğunu tutarak çay koyuyordu. Musluktan akan su çaydanlığın üzerinden tepsiye dökülüyordu. Annem dikkatle bakmasına rağmen ne tepsiye akan suyu ne de bizim odaya girdiğimizi görüyordu.

Sevdiğiniz birinin yüz hatlarını hatırlamaya çalıştığınızda geçmişten o denli çok hatıra canlanır ki, o yüzü gözyaşları arasından bakıyormuş gibi bulanık görürsünüz. Bunlar hayal gücünün gözyaşlarıdır. Annemi o zamanki haliyle hatırlamaya çalıştığımda gözümde, iyilik ve sevgi dolu kahverengi gözlerini, ensesindeki kısa tüylerin tam altındaki beni, işlemeli beyaz yakalığını, beni okşayan ve benim öptüğüm zayıf, narin ellerini canlandırabiliyorum yalnızca. Fakat hayalin tamamını yakalayamıyorum.

Kanepenin solunda eski bir ingiliz piyanosu duruyordu. Piyanonun başında solgun benizli kız kardeşim Lyuba oturuyor; henüz soğuk suda yıkanmış kırmızı parmakları gözle görülebilir bir çabayla Clementi’nin etütlerini çalıyordu. Lyuba on bir yaşındaydı. Üzerinde ketenden kısacık bir elbise ve dantel işlemeli beyaz bir pantolon vardı; yalnızca arpergoyu çalabiliyordu. Yanında, ona yarı dönük bir şekilde, pembe kurdeleli kepi ve kısa mavi ceketiyle Marya ivanovna oturuyordu. Yüzü kırmızı ve öfkeliydi. Karl ivaniç içeri girer girmez daha kızgın bir hal aldı. Ona sert sert baktı ve eğilerek verdiği selamını karşılıksız bırakarak ayağıyla tempo tutmaya ve daha da yüksek sesle: “Un, deux, troi; Un, deux, troi” diye saymaya devam etti.

Karl ivaniç buna hiç aldırmadan her zaman yaptığı gibi doğruca annemin elini öpmeye gitti. Annem sanki üzüntülü düşüncelerini uzaklaştırmak istermiş gibi başını salladı, silkelendi; Karl ivaniç’e elini uzattı ve onu kırışık şakağından öptü.

“ich danke, lieber Karl ivaniç”dedi ve yine Almanca olarak sordu: “Çocuklar iyi uyudu mu?”

Karl ivaniç’in bir kulağı sağırdı ve şimdi piyanonun gürültüsü yüzünden hiçbir şey duyamıyordu. Kanepeye yaklaşarak eğildi, bir elini masaya dayadı ve tek ayağının üzerinde durarak o zamanlar bana nezaketin zirvesi gibi görünen bir tebessüm ile takkesini kaldırdı: “Müsaade eder misiniz, Natalya Nikolayevna?” dedi.

Karl ivaniç, kel kafasını üşütmekten korkuyordu, kırmızı takkesi daima başındaydı ama salona her girişinde takkesini başında tutmak için müsaade isterdi.

Annem ona yaklaşarak hayli yüksek bir sesle: “Giyebilirsiniz Karl ivaniç… Çocuklar iyi uyudu mu diye sormuştum” dedi.

Ama o yine hiçbir şey duymadı, kırmızı takkesini giydi ve tatlı bir tebessüm etti.

Annem Marya ivanovna’ya gülümseyerek: “Bir saniye kesin, Mimi” dedi. “Hiçbir şey duyulmuyor.”

Annemin yüzü güzeldi; gülümsediği zaman daha da güzelleşiyor ve etraftaki her şey sanki daha parlak görünürdü. Kötü günlerimde bu tebessümü bir an için bile görebilseydim eğer, acı nedir bilmezdim. Bir yüzün güzelliği tebessümde yatar diye düşünüyorum: eğer gülümseme yüzü daha da çekici kılıyorsa o güzel bir yüzdür; eğer tebessüme rağmen yüz hep aynı kalır, değişmiyorsa sıradan bir yüzdür; eğer tebessüm güzelliği bozuyorsa o yüz çirkindir.

Bana günaydın dedikten sonra annem başımı iki elinin arasında aldı, geriye doğru eğdi ve dikkatle bakarak:

“Bu sabah ağladın mı?” diye sordu.

Cevap vermedim. Gözlerimi öptü ve Almanca olarak sordu:

“Niye ağladın?”

Bizimle samimi konuştuğu zamanlarda çok iyi bildiği bu dili kullanırdı.

Uydurma rüyamı bütün ayrıntılarıyla hatırlayarak istemeden titredim ve: “Uykumda ağladım anne” dedim.

Karl ivaniç sözlerimi doğruladı ama rüyadan bahsetmedi. Hava hakkında konuştuktan sonra -bu konuşmaya Mimi de katıldı- annem bazı saygın uşaklar için bir tepsinin üzerine altı küp şeker koydu; ayağa kalktı ve pencerede duran gergefine doğru yürüdü.

“Haydi, çocuklar, babanıza koşun şimdi ve harmana gitmeden mutlaka beni görmesini söyleyin.”

Müzik, ritim tutma ve sert bakışlar yeniden başladı. Babamıza gitmek üzere ayrıldık. Büyükbabamın zamanından beri ‘kiler’ adını taşıyan odadan geçerek çalışma odasına girdik.

Babam yazı masasının yanında ayakta duruyor ve birtakım zarflara, kâğıtlara ve para yığınlarında işaret ederek kâhyası Yakov Mihaylov’a heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Yakov Mihaylov her zamanki yerinde, barometre ile kapı arasında duruyor, elleri arkasında, parmaklarını hızla oynatıyordu.

Babamın harareti arttıkça parmaklar hızlanıyor, sustuğunda parmaklar da duruyordu. Ama Yakov’un kendisi konuşmaya başlayınca parmakları aşırı bir heyecanla çaresizce bir o yana bir bu yana uçuşmaya başlardı. Kanımca Yakov’un kafasından geçenler parmaklarının hareketinden tahmin edilebilirdi. Yüzü daima sakindi: Mağrur ve aynı zamanda hürmetkârdı, sanki: ‘Ben haklıyım ama sizin dediğiniz olsun!’ diyordu.

Babam bizi görünce yalnızca:

“Bir dakika bekleyin” dedi ve başıyla kapıyı kapatmamızı işaret etti.

Her zamanki alışkanlığıyla Yakov’un omzunu çekerek: “Oh, Allahı’m beni bağışla! Neyin var bugün!” diye devam etti. “içinde 800 ruble bulunan bu zarf.”

Yakov abaküsü kullanarak 800’ü işaretledi ve devamını beklerken bakışlarını belirsiz bir noktaya dikti.

“.yokluğumdaki harcamalar için. Anladın mı? Değirmenden bin ruble alman lazım. Doğru mu değil mi? Hazine ipoteğinden sekiz bin geri alacaksın; hesabına göre samandan 7000 pud satabileceğiz; pud başına kırk beş kopek dersek üç bin ruble yapar; yani toplam alacağın ne kadar? On iki bin. Öyle mi, değil mi?”

“Öyle beyim” dedi Yakov.

Fakat parmaklarının hızından bir itirazı olduğunu anladım; babam konuşmasına fırsat vermedi.

“Pekâlâ. Bu paranın on binini Petrovskoe arazisi için belediyeye göndereceksin. şimdi yazıhanedeki paralara gelelim.” diye devam etti babam. (Yakov abaküs üzerindeki on iki bini geri çekti ve yirmi bir bine ayarladı) “Onları bana getirip bugünün tarihiyle harcama olarak göstereceksin” (Yakov abaküsünü salladı ve yirmi bir binin de benzer şekilde ortadan kaybolacağını ima etmek istercesine başa getirdi.) “içinde para olan bu zarfı benim adıma üzerinde yazan kişiye teslim edeceksin.”

Masanın yakınındaydım ve adrese bir göz attım: Üzerinde ‘Karl ivaniç Mauer’e’ yazıyordu.

Babam bunu fark etmiş olacaktı ki, elini omzuma koydu ve hafifçe sıkarak masadan uzaklaşmam gerektiğini işaret etti. Bunun bir okşama mı yoksa paylama mı olduğunu anlamadım, yine de omzumda duran büyük güçlü eli öptüm.

“Evet beyim” dedi Yakov. “Ya Habarovka’nın parasıyla ilgili emirleriniz nelerdir?”

Habarovka annemim arazisiydi.

“Onu yazıhanede tut ve ne olursa olsun talimatım dışında kullanma.”

Yakov birkaç saniye sustu; sonra birdenbire parmakları büyük bir hızla oynamaya başladı ve efendisinin emirlerini dinleyen aptal uşak ifadesi yerini her zamanki kurnaz ve zeki ifadesine bıraktı. Abaküsünü kendine doğru çekti ve konuşmaya başladı:

“Müsaadenizle Pyotr Aleksandroviç, istediğiniz gibi olsun, ama belediyeye ödemeyi zamanında yapamayız. Teminatlardan, değirmenden ve samandan para geleceğini söylediniz. (Her paradan bahsedişte abaküsü üzerinde işaretliyordu.) Bir an için durakladı ve düşünceli bir ifadeyle babama bakarak: “Fakat korkarım, hesaplarımızda yanılabiliriz.” diye ekledi.

“Nasıl yani?”

“Lütfen düşünün: Mesela değirmeni alalım, değirmenci bana iki kere geldi, hiç parası olmadığına dair Allah adına yemin ederek ödemeyi ertelemem için yalvardı. Hatta şu anda da burada; onunla kendiniz konuşmak ister misiniz?”

Babam değirmenciyle konuşmak istemediğini göstermek için başını sallayarak:

“Ne diyor?” diye sordu.

“Her zamanki hikâye. Öğütecek bir şey olmadığını söylüyor; elindeki azıcık para da baraja gitmiş. Diyelim onu kovduk beyim, bunun bize ne yararı olacak, paramızı alabilecek miyiz? Teminatlardan bahsettiniz, sanırım size daha önce de söylemiştim; paramızı yakında alamayız. Önceki gün kasabaya ivan Afasaniç için bir araba un ve bununla ilgili bir de not gönderdim, ama cevap aynı: “Pyotr Alek-sandriç için elimden geleni yapmaktan mutluluk duyarım ancak bu iş benim elimde değil.” görünüşe bakılırsa ödeme yapılana kadar en az iki ay beklememiz gerekecek. Samandan bahsettiniz; varsayalım gerçekten üç bin eder.”

Abaküs üzerinde üç bini işaretledi ve kah abaküse kah babamın gözlerine bakarak bir an sustu. Sanki: “Bunun ne kadar az olduğunu kendiniz de görüyorsunuz! Hem, samanı eğer şimdi satarsak, kendiniz de biliyorsunuz ki.” der gibiydi.

Daha birçok sebebi olduğu açıkça görülüyordu; belki de bu yüzden babam sözünü kesti.

“Verdiğim talimatları değiştirmeyeceğim” dedi. “Ama eğer bu meblağların tahsilinde gecikme olursa, ne yapalım, Habarovka parasından ihtiyaç olanı alırsın.”

“Pekiyi beyim.”

Yakov’un yüzündeki ifadeye ve parmaklarına bakılırsa bu son emir kalbini ferahlatmıştı.

Yakov son derece gayretli ve efendisine çok bağlı bir adamdı. Bütün iyi kâhyalar gibi efendisinin parası konusunda son derece eli sıkıydı ve neyin onun menfaatine olacağı konusunda acayip fikirlere sahipti. Sürekli, hanımının mülkü pahasına efendisinin mülkünü artırmaya çalışıyordu. Bunun için yaşadığımız Petrovskoe için hanımının arazisinin gelirini kullanmanın kesinlikle kaçınılmaz olduğunu savunuyordu. O anda galibiyet kazanmışçasına sevinmesinin sebebi bunda başarılı olmasıydı.

Babam bizimle selamlaştıktan sonra artık küçük çocuklar olmadığımızı ve ciddi bir eğitim almamızın zamanının geldiğini söyledi.

“Sanırım biliyorsunuz, bu gece Moskova’ya gidiyorum ve sizi de yanımda götürüyorum”, dedi. “Siz büyükannenizle yaşayacaksınız, anneniz kızlarla burada kalacak. Onun tek tesellisi derslerinizde muvaffak olduğunuzu duymak olacaktır, emin olun.”

Birkaç gündür süregelen hazırlıklar olağanüstü bir şey beklememize sebep olmuştu ama bu haber korkunç bir darbeydi. Volodya kıpkırmızı kesildi ve titrek bir sesle annemizin söylediğini iletti.

içimden: ‘Demek kâbusumun anlamı buydu?’ diye geçirdim. ‘Allah’ım bizi koru, daha kötü bir şey olmasın.’

Annemden ayrılacağımı düşününce üzüldüm ama aynı zamanda artık büyük çocuklar olmamız beni sevindirmişti.

‘Eğer bugün ayrılacaksak, ders yapmayız. Yaşasın!’ diye düşündüm. ‘Ama Karl ivaniç’e üzülüyorum. Herhalde onu uzaklaştırıyorlar yoksa o zarfı hazırlamazlardı. Keşke annemden ayrılmak zorunda olmasaydık, bir asır daha ders alsaydık keşke. Zavallı Karl ivaniç’i üzmektense. Zaten o kadar mutsuz ki!’

Aklımdan bu düşünceler geçiyordu; kımıldamadan duruyor ve ayakkabılarımın siyah tokalarını inceliyordum.

Babam, Karl ivaniç’e barometredeki düşüş hakkında birkaç şey söyledi ve yemekten sonra bir veda avına çıkılacağı için Yakov’a köpeklere yiyecek vermemesini tembih etti. Daha sonra umduğumun aksine, bizi ders odasına gönderdi. Ama bizi de ava götüreceğine söz vererek teskin etmeye çalıştı.

Yukarı çıkarken, verandaya koştum. Kapıda babamın gözde borzoi’si Milka, gözleri kapalı güneşleniyordu.

Burnunu öpüp okşadım. “Miloçka. Biz bugün gidiyoruz.” dedim. “Elveda! Bir daha birbirimizi hiç görmeyeceğiz.”

Duygulandım ve gözyaşlarıma hâkim olamadım.

Karl ivaniç hiç havasında değildi. Frakını bir komodine atıp dargın ve öfkeli bir şekilde ropdöşambrının kuşağını bağlamasından, çatık kaşlarından ve nereye kadar çalışmamız gerektiğini göstermek için Dialogues kitabının üzerinde tırnağıyla yaptığı derin çizgiden bu belli oluyordu. Volodya özenle çalışmaya koyuldu; ama benim sinirlerim öylesine altüst olmuştu ki, kesinlikle hiçbir şey yapamıyordum. Uzunca bir süre aptal aptal Dialogues’a baktım, fakat ayrılık düşüncesi gözlerime yaşlar doldurmuştu ve kitabı okuyamıyordum. Beni yarı kapalı gözlerle dinleyen (bu iyiye işaret değildi) Karl ivaniç’e çalıştıklarımı okuma sırası geldiğinde, tam birinin: “Wo kommen sie her?”diye sorduğu ve diğerinin “Ich komme vom Kaffe-Hause”dediği yerde, artık gözyaşlarımı tutamadım ve hıçkırıklarım “Haben sie die Zeitung nicht gelesen?” dememi engelledi. Sıra yazmaya gelince, gözyaşlarım kâğıdın üzerine öyle lekeler yaptı ki, suyla yazıyordum sanki.

Karl ivaniç öfkelendi, diz çöktürdü, cetveli sallayıp yaptığımın inatçılık ve saçmalık (bu onun en çok sevdiği sözdü) olduğunu ve özür dilemem gerektiğini söyledi ama ben ağlamaktan ağzımı açamıyordum. Sonunda haksızlık ettiğini görmüş olmalı ki, kapıyı çarpıp Nikolay Amca’nın odasına gitti.

Ders odasından diğer odadaki konuşmalar duyuluyordu.

Karl ivaniç içeri girerken: “Sanırım çocukların Moskova’ya gideceğini duydun Nikolay?” dedi.

”Nasıl duymam efendim, duydum.”

Herhalde Nikolay ayağa kalkmak üzere doğruldu çünkü Karl ivaniç “Otur Nikolay” dedi ve kapıyı kapattı. Köşemi terk ettim ve konuşmalarını duyabilmek için kapıya gittim.

Karl ivaniç heyecanla: “insanlara ne kadar iyilik yapsanız, ne kadar fedakâr olsanız da, anlaşılan minnettarlık beklememelisiniz, Nikolay” dedi.

Pencerenin yanında oturmuş, çizme tamir eden Nikolay, tasdik eder gibi başını salladı.

Gözlerini ve enfiye kutusunu tavana kaldırarak Karl ivaniç: “On iki yıldır bu evde yaşıyorum Nikolay” diye devam etti. “Onları ne kadar sevdiğime Allah şahidimdir, kendi çocuklarım olsalardı bundan daha fazla ilgi gösteremezdim. Hatırlarsın Nikolay, Volodya humma geçirdiğinde dokuz gece hiç gözlerimi yummadan yatağının başu-cunda bekledim. O zaman sevgili, iyi yürekli Karl ivaniç’tim, o zaman isteniyordum; ama şimdi.” dedi ve alaycı bir gülümsemeyle ekledi: “şimdi çocuklar büyüdüğüne göre ciddi bir eğitim almalılar. Bizim burada verdiğimiz eğitimden sayılmıyor, Nikolay! Ha?”

Nikolay tığını yere koyarak: “Daha iyi nasıl eğitim verilir bilemiyorum” dedi.

“Evet artık bana ihtiyaçları kalmadı ve beni kovuyorlar. Nerede minnettarlıkları? Nerede verdikleri vaatler?” Elini kalbine götürerek: “Natalya Nikolayevna’yı sever ve sayarım, Nikolay” dedi, “ama elinden ne gelir ki? Onun istekleri bu evde şundan daha değerli değil” dedi ve bir deri parçasını manalı bir hareketle yere fırlattı. “Bu işin arkasında kimin olduğunun farkındayım, neden artık bana ihtiyaçları kalmadığını da biliyorum; ben bazı kişiler gibi yaltaklanmıyorum çünkü.” dedi ve gururla: “Ben her zaman ve herkese doğruyu söylerim” diye ekledi. “Allah her şeyi görür! Benim yokluğum onları zenginleştirmez ve ben, Allah büyüktür, yiyecek bir lokma ekmek bulurum. öyle değil mi Nikolay?”

Nikolay başını kaldırdı ve bir lokma ekmek bulup bulamayacağını anlamak ister gibi Karl ivaniç’e baktı, ama bir şey söylemedi.

Karl ivaniç uzun uzun konuştu: Bir zamanlar yaşadığı bir generalin evinde hizmetlerinin ne kadar da takdir edildiğinden (Bunu duymak canımı acıtmıştı), Saksonya’dan, ebeveynlerinden, terzi arkadaşı Schönheit’ten bahsetti, vesaire, vesaire.

Acısını paylaşıyor ve neredeyse aynı derecede sevdiğim babam ve Karl ivaniç’in anlaşamadıklarına üzülüyordum. Tekrar köşeme gittim ve orada çömelerek aralarının nasıl düzeleceğini düşünmeye başladım.

Karl ivaniç ders odasına geri döndüğünde kalkmamı ve dikte için alıştırma defterimi hazırlamamı söyledi. Her şey hazır olunca kendisini azametle koltuğuna gömdü ve sanki çok derinden geliyormuş gibi bir sesle aşağıdakileri dikte ettirmeye başladı.

“Von al-len Lei-den-schaf-ten die grau-sam-ste ist… ha ben sie geschrieben?” Burada durakladı, yavaşça bir tutam enfiye çekti ve devam etti: “die grausamste ist die Un-dank-bar-keit… Ein grosses U.”Son kelimeyi yazdıktan sonra devamını bekleyerek ona baktım.

Nerdeyse fark edilemez bir tebessümle “Punctum” dedi ve defterlerimizi ona vermemizi işaret etti.

Kalbinin derinliklerindeki düşünceyi dile getiren bu cümleyi birkaç kez değişik tonlamalarla ve büyük bir memnuniyet ifadesiyle okudu. Sonra bize bir tarih ödevi verdi ve pencereye oturdu. Önceki kadar üzgün değildi, yüzü yapılan bir hakarete cevabını vermiş bir adamın memnuniyetini ifade ediyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

“Çocukluğum” için bir yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıÇocukluğum
  • Sayfa Sayısı238
  • YazarLev Nikolayeviç Tolstoy
  • ÇevirmenLeyla Şener
  • ISBN9799756870500
  • Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviAntik Kitap / 2011-9

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hacı Murat ~ Lev N. TolstoyHacı Murat

    Hacı Murat

    Lev N. Tolstoy

    Zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Önce annesini, sonra babasını kaybetti, yakınları tarafından büyütüldü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı ilgisi vardı. Öğrenimini tamamlamak için...

  2. Savaş ve Barış ~ Lev N. TolstoySavaş ve Barış

    Savaş ve Barış

    Lev N. Tolstoy

    Dünya edebiyatının da üç baş yapıtından biri olarak kabul edilen Savaş ve Barış, Tolstoy tarafından yedi yılda tamamlanmıştır. Romanda beş soylu ailenin öyküsüyle birlikte...

  3. Diriliş ~ Lev Nikolayeviç TolstoyDiriliş

    Diriliş

    Lev Nikolayeviç Tolstoy

    Tolstoyun en önemli üç romanından biri olan Diriliş, bir insanın geçirdiği sarsıcı değişimin romanıdır. Zengin Prens Nehlüdov, hizmetçi Maslovayı baştan çıkarıp terk ederek hırs...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ana ~ Maksim GorkiAna

    Ana

    Maksim Gorki

    İlk kez 1907’de yayımlanan Ana, 1905 Rus Devrimi’nin eşiğindeki Rusya’nın genel bir panoramasını yansıtır. Romanın kahramanı ana Pelage Nilovna, oğlunun siyasal bir militan olduğu...

  2. İlk Yılların Ekmeği ~ Heinrich Böllİlk Yılların Ekmeği

    İlk Yılların Ekmeği

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman yazarlarından Heinrich Böll, bu romanında, savaştan hemen sonra baş gösteren zor yıllardaki ekmek kavgasından bir kesit veriyor. Savaşın yıkıcı...

  3. Beynimdeki Yangın ~ Susannah CahalanBeynimdeki Yangın

    Beynimdeki Yangın

    Susannah Cahalan

    Dünyada nadir görülen ve tanı koymanın çok zor olduğu bir hastalıkla savaşan gazeteci Susannah Cahalan, Beynimdeki Yangında kendi öyküsünü kaleme alıyor. Delirmenin ve unutmanın...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur