“Onu gördüğüm anda ne hissedeceğimi merak ediyordum. Öfkem, nefretim, utancım, her ne olacaksa hissettiğim, bunu ölçecektim. Şu anda aşamayacakmışım gibi gelse de aşıp aşamayacağımı ölçecektim. İntikam isteğimi ya da. Şu anda içimde günbegün büyüyen. Bu adama, hayatımda hiç olmaması gereken bu adama karşı bu kadar kuvvetli bir şeyler hissetmek beni felç edebilirdi, hayatım değişebilirdi. (…) Onu acilen affetmeliydim. Acilen bir hikâye, bir roman yazmalıydım. Çünkü ben düşmanlarımı hep edebiyatta affettim.”
Ahmet Tulgar, Çocuklar ve Canavarları’nda cinayet şubede görevli bir komiserle, bir “mafya müsveddesini” öldüren ünlü yazar Sarp Kaya’nın sorgu masasında kesişen ve gün geçtikçe iç içe geçen hikâyelerini anlatıyor. Hikâyeler iç içe geçtikçe roller de değişiyor. Sorgulayan sorgulanan oluyor, hayata bakışı, adımları, cümleleri dizişi farklılaşıyor.
Merhametle hiddet, affetmekle kin gütmek, sevgiyle nefret arasındaki çizgiyi şeffaflaştıran; yazmak ve yazmanın dönüştürücü gücü üzerine düşündüren, sarsıcı bir roman…
Açılış
– Nusret, tırnağım düşecek.
– Yine çıkar.
– Nusret, ilk kez tırnağım düşüyor benim.
– Dikkat et de, son kez olsun. (Kafasını önündeki faturalardan
kaldırmadı.)
– Biliyor musun Nusret, ben bunu rüyamda görmüştüm.
Uyandığımda hâlâ ağlıyordum. Ciğerim eziliyordu. Zaten ağlamaktan uyandım.
– Ciğerin mi ezildi? Neden? Sana ne oluyor ki?
– Nusret, parmağımı kapıya sıkıştırdığında da aynı öyle oldu.
Ciğerim ezildi.
– Mübalağa etme.
– Beni bankaya veyahut vergi dairesine gönderdiğin zamanlarda da bir şeyler yaptığını biliyordum aslında. O paçavra ile.
– Terbiyeni muhafaza edersen memnun olurum.
– Buna tahammül ederdim de Nusret, ben buradayken buna
teşebbüs etmen. Hemen bir duvarın arkasında o kadın ile olman.
Buna dayanamadım işte.
– Onun için kapıya dayandın, öyle mi? Zuhal Hanım’ın içindeydim biliyor musun, sen açamayasın diye kapıya yaslanırken? Bunu mu duymak istiyorsun? Duy işte. Kapıya yaslanırken dibine kadar sokuyordum. Sen de parmağını geri çekilişlerimden birinde sıkıştırdın herhalde. Hadi, geçmiş olsun. Nusret, ben işten ayrılmak istiyorum. – Öyle mi? Öyle mi? İşten mi ayrılmak istiyorsun? Kapı orada. (Kafasını hâlâ faturalardan kaldırmamıştı.)
Dünya, âlemdeki çukura düşmüş bir topmuş
Mahpusluğumun ilk aylarında gazete, dergi ne bulursam okuyordum. Arkadaşlarım, onlardan da kaç kişi kaldıysa artık, herhalde burada ihtiyacım olacağını düşündükleri için kitap da gönderiyorlardı gerçi bana. Ama hiçbirinin bu kitapların kapağını dahi açmadığını biliyorum. Haliyle ben de açmadım. O ilk ayların sonunda gazete okurken de aynı şey olmaya başladığından beri dışarıda neler olup bittiğini sadece televizyondan öğreniyordum. Aslında dışarıya ilişkin öğrendiğim bir şey de yoktu ya gazetelerden. Çünkü cezaevine girdikten bir süre sonra dışarısı diye bir yer de bitmişti benim için.
Ama içerisi sürüyordu ve önemliydi. Sadece içerisi önemliydi artık. Sarp Kaya’nın da olduğu yer yani. Sarp benden şimdi yüzlerce kilometre uzakta olsa da, sanki içerilerin arasında bir dışarısı yokmuş gibi geliyordu bana. Birbirimizden uzakta olsak da aynı içerinin içerisindeydik sonunda. Sadece içerisi çok geniş olduğu için birbirimizi göremiyorduk. Mektuplaşacaktık. Mektuplaşmaya da başladık. Birine, bir eşe dosta, ahbaba hasret filan da duymuyordum ha. Hiç hasret çekmedim yani.
Zaten mektupları yağıyordu sanki Sarp’ın. İçeride böyle oluyor. Her gün birbirine o kadar benziyor ki, orada zamanın akışının farkına varmıyorsun. Farkına varmayınca da zaman çok hızlı geçiyor. Zamanın geçtiğini takvimden görüyorsun ama zaman öyle gözünün önünden geçmiyor. Zamanı göremeyince de işte zaman su gibi akıyor. Tuhaf ama kayalardan aşağı düşer gibi düşüyor. Zaman düşüyor resmen. Kıpırdamadan yattığımız, hareket etmediğimiz zamanlarda bile kayalardan aşağı düşüyor, yamaçlardan yuvarlanıyorduk sanki. Yatağımızdan hiç kalkmadan düşüyorduk. Yatağımızdan kalkmıyor ama bir yandan da düşüyorduk. Şimdi tuhaf geliyor. Kendimi zaman gibi hissediyordum. Sarp da öyle hissediyordu zaten. Mahkûm dediğin nedir ki? Zamana dönüştürülmüş insan. İstikbal bizim için ileride bir yerde değildi yani.
Aşağıda, zamanın çağıldadığı bir kayalığın dibindeydi. Zamanı görmüyordum, zaman gözümüzün önünde değildi ama zamanı duyuyordum: Bir uğultuydu. Karanlıkta bir uğultuydu. Kulaklarımdaki uğultu yüzünden uyuyamadığım çok gece olmasına rağmen aylar ayları, yıllar yılları kovalıyordu. Çoktan alışmış olmam gerekirdi aslında kulaklarımdaki uğultuya. Bir çağlayanın yakınında kulübesi olan birine bakın, suyun sesini duymaz bile artık.
Ama alışmak bir yana, ben kendimi bu uğultuyu duymaya zorluyordum. Zamanın sesinin de duyulmadığı, o sesi yitirdiğim zamanlarda çok korkuyordum. Görmüyor, duymuyordum zamanı. O zaman da işte, zaman geçmez diye çok korkuyordum. Zaman geçmezse ben düşmem, o da düşmez, onun mektubunda tarif ettiği gibi bir kayalığın dibinde kanımız karışmazdı ama bir yandan da. Öyle de, zaman bu kadar hızlı geçtikçe bir yandan da emindim çok sürmeden ikimizin de kayalıklardan düşüp parçalanacağına. Parçalarımızı birbirinden ayırma zahmetine katlanmayıp bizi aynı mezara atarlardı. Bunu temenni etmeme de şaşırıyordum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıÇocuklar ve Canavarları
- Sayfa Sayısı164
- YazarAhmet Tulgar
- ISBN9789750533556
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bazuka ~ Murat Uyurkulak
Bazuka
Murat Uyurkulak
İnsan çocukken bir büyük saadet ülkesinde yaşıyor, sağa sola şuursuzca koşturup neşeyle kişniyor. Sonra büyüyor, büyüdükçe salaklaşıyor, salaklaştıkça unutuyor o mesut diyarı, bir nevi...
- Jül Vern Seyahat Acentesi ~ İlhami Algör
Jül Vern Seyahat Acentesi
İlhami Algör
“Bence Dedektif Fix figürü, monotonlaşma ihtimali olan bir hikâyeye kaç-kovala dinamizmi getirmesi için düşünülmüştü. Monotonlaşması kaçınılmazdı çünkü hikâyenin kahramanı Bay Fogg oturduğu yerden kalkmayan,...
- Annemin Kaburgası ~ Burçin Tetik
Annemin Kaburgası
Burçin Tetik
“Beni ben yapan bir öz var mıydı sahi? Bedenim, sesim, dilim, evim dediğim yer değişmişti ya, başka bir insan mı olmuştum artık? Oysa olduğum...