Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çıplak Sırlar
Çıplak Sırlar

Çıplak Sırlar

Lilliana Hart

Sırlar en derinde gömülü olsa bile, masumiyet maskesi bir gün mutlaka düşer! Küçük, sakin bir kasabada gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükûneti bozmasının ardından…

ciplak-sirlar-liliana-hart-marti-yayinlariSırlar en derinde gömülü olsa bile, masumiyet maskesi bir gün mutlaka düşer!

Küçük, sakin bir kasabada gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükûneti bozmasının ardından kasabaya adalet getirmek, tıbbi tetkikçi Jaye ile çocukluk arkadaşı, Dedektif Jake Lawson’a düşer. Cinayet vakaları bununla da sınırlı kalmaz ve kasaba halkı bir sinek gibi tek tek avlanmaya devam eder. Her yeni kurbanda şok edici bir sırla karşılaşan Jaye ve Jake’in zamanları azalmakta, çember git gide daralmaktadır. Ancak sırlara sahip olan sadece kurbanlar değildir… Yıllar öncesine dayanan bilinmezlikler netlik kazandıkça maskeler bir bir düşmektedir. Tüm bunlar olurken aniden ortaya çıkan tanınmış bir cinayet romanı yazarıyla birlikte olaylar daha da sarpa sarar. Jaye şimdi görevini yapmak ile tutkularına teslim olmak arasındaki ince çizgide yürümek zorundadır.

“Çıplak Sırlar, oldukça cesur ve gizemli bir hikâye sunuyor. Romantik ve erotik ilişkiler ise romana bambaşka bir tat katıyor.”
-Goodreads Review-

“Hikâyenin gelişimi ve karakter betimlemeleri takdire şayan. Kesinlikle okumaya değer bir kitap, devamını dört gözle bekleyeceğiniz kesin.”
-Amazon-

“Her sayfası daha fazlasını istemenize sebep oluyor. Sonunda neler olacağını asla kestiremiyorsunuz.”
-Barnes&Noble-

“Elinizden bırakamayacağınız bir roman. Kadın kahramanın samimiyetine kesinlikle bayılacaksınız. Görünüşe bakılırsa onun bile sırları var!”
-The Book Binge-

***

1. Bölüm

Dördüncü nesil cenaze levazımatçısı olmak demek, bir sürü ölü beden görmek demektir.

Aile mirasımız olan bu mesleği gururla devam ettirece­ğimi zannederdim hep. Tabii bu, yaptığım işin sosyal haya­tımı cehenneme çevirdiğini fark etmeden önceydi. Bir düşü­nün, kim üstü başı kan içinde, parfüm yerine mumyalama ilacı kokan bir kadınla birlikte olmak ister ki?

Zaman zaman kendimi yalnız hissediyordum. Özellikle gecenin geç saatlerinde, sıcak ve nabzı atan birinin yanında yatmak yerine ölü insanlarla uğraştığım zamanlarda. Yaptı­ğım şeyin her saniyesinden nefret ediyordum. Yine de bu, ölü insanlara yardım etmenin işim olduğu gerçeğini değiş­tirmezdi.

Hiçbir zaman cenaze evini devralmak istememiştim. Doktor olmak istiyordum. Aslında işi devraldıktan sonra da teknik olarak doktor olduğumu söyleyebilirdiniz, sadece ya­şayan insanlarla ilgilenmiyordum, o kadar.

Annem ile babam öleli bir yıl olmuştu. Çıkan tüm o de­dikodu ve skandallar, bünyesi zayıf olan birini kolaylıkla al­tüst ederdi belki. Fakat ben başımı dik tutmayı başarmıştım, genel anlamda yani. Onlardan geriye kalan tek şey, içinde büyüdüğüm, çöktü çökecek diye düşündüğüm Victoria tarzı evimiz ile Graves Cenaze Evi’ydi. Durum böyle olunca has­tanedeki işimden istifa edip çantalarımı toplamaktan ve Vir- ginia’nın 2902 nüfuslu Bloody Mary kasabasına geri dön­mekten başka bir seçeneğim kalmamıştı.

Bloody Mary’de cenaze evinizin olmasının iyi yanı, ka­sabanın korkunç ismine rağmen çok fazla ölüm vakası yaşanmamasıdır. Kötü yanı ise geri ödemem gereken çığ gibi öğrenci kredilerinin olması ve bu işin gelirinin düşüklüğü.

Bütçe kısıntılarından bahsetmiş miydim?

Ahh, bütçe kısıntıları… Onlar olmadan önce hayatım ne kadar da basitti. Belediye Başkanı Harvey Wallace’ın daha tutumlu olunması gerektiği yönündeki karan hem beni sosyal hayatımdan etmiş, hem de King George vilayetini bir tıbbi tetkikçiden mahrum bırakmıştı. Ben, J. J. Graves, bir gün de­lilik yaptım ve bu iş için gönüllü oldum. Topluma karşı görev olarak gördüğüm işimi bırakmayacaktım, cenaze evi yine benim kontrolümde olacaktı, ek iş olarak da tıbbi tetkikçilik yapacaktım. Böylece daha fazla para kazanacak, ailemin adına gölge düşürmeyecektim, yani o zamana kadar gölge düşmemiş kısmına.

îşte tüm bunlar beni bugün olduğum yere getirdi. Gece­nin bir vakti yatağında yalnız yatan bir kadın olup çıktım. Odam o kadar soğuktu ki, her nefes verdiğimde başımın üze­rinde beyaz bulutlar oluşuyordu. Isıtıcının sıcaklığını artır­mıyordum çünkü 65 derecenin üzerine çıkardığımda gelecek olan faturayı karşılayamayacağımı adım gibi biliyordum. Ayak parmaklarım, kenarlan sıkıca yatağın altına sokulmuş yün battaniyenin içinde kıpırdanıp serbest kalmaya çalışıyor­lardı. Başımdan başlayıp tüm vücuduma yayılan ürperme o kadar fenaydı ki, sanki saçlarım teker teker köklerinden ko­puyordu.

Bir saatten fazladır uyanıktım. Ailemi, onlardan kalan mirası ve hayatımın genel olarak ne kadar berbat olduğunu düşünüyordum. Derken eşyalarımı çantaya doldurup kalan her şeyi geride bırakma, kimseye bir şey söylemeden çekip gitme fikri aklıma giriverdi. Bu ilk defa olmuyordu. Mantık­lıydı aslında. Ortadan kaybolduğum için endişelenecek bir ailem yoktu, çocuklarım, onlara paylaştırmam gereken ma­lım, mülküm de yoktu. Yalnızca birkaç arkadaşım beni özler ama eninde sonunda onlar da unutup giderdi. Çocukluğum­dan bu yana birlikte yaşadığım insanlar için “şu kendilerini uçurumdan atan Graveslerin kızı” olarak ara sıra akıllara ge­lirdim, hepsi bu. Yepyeni bir hayata başlayabilirdim. Ve belki başladığım yer daha sıcak bir yer olabilirdi.

Ama her zaman yaptığım gibi bu düşünceyi kafamdan hızla sildim. Benim ihtiyacım olan şey bildiklerimi, tanıdık­larımı geride bırakıp sıfırdan başlamak değildi. Yarım yama­lak bir kariyer ve borç yığını dışında bir şey olsa yeterdi. Ya da hayatımda biri olsa da olurdu belki. Mümkünse seks yap­maya gönüllü biri. Fakat bunun olma şansı eksi dört ile sıfır arasındaydı çünkü erkekler konusunda hayli seçiciydim. Bu da yetmezmiş gibi Bloody Mary’deki neredeyse her erkeğin bir ilişkisi vardı ve kırk iki yaşının altında, sağlık sigortası olan ve tüm dişleri kendine ait birini bulmak oldukça zordu.

Başka bir beyaz bulutçuk daha soluyarak yan döndüm ve yastığımı düzeltip zihnimi koyun saymak dışındaki tüm düşüncelerden arındırmaya çalıştım. Bu eve taşındığımdan beri uyku konusunda sorun yaşıyordum. Belki evin boş ol­masından ve garip sesler çıkarmasından, belki yatağımın eski ve rahatsız olmasından; belki de hayal gücümün, soğuk rüz­gârları ve titreyen boruları atalarımın suçlayan gözlerle bakan ruhları olarak hayal etmesinden dolayı, kim bilir… Ama önemi yoktu, tıp okurken günde birkaç saat uykuyla nasıl ayakta kalacağımı öğrenmiştim. Gözaltı torbalan ve yü­zümün aylardır gün ışığı görmemiş gibi görünmesi, yabancısı olduğum durumlar sayılmazdı.

Çürüyen tahtaların ve çatı kirişlerinin sesi kulağıma gel­dikçe sorumsuzluğumun, ilgisizliğimin yükü altında ezili­yordum. Evde bir şeyi onarmayalı yıllar olmuştu. Her zaman bir sığınak olarak gördüğüm battaniyemin altına saklanarak biraz huzur ve yatabileceğim rahat bir nokta aradım. Tam kal­kıp bir fincan kahve yapmayı düşündüğüm sırada baş ucumdaki masanın diğer tarafında duran kablolu telefon çalmaya başladı.

Sessizce küfrederek battaniyenin altından çıkmaya ça­lışırken debelenip daha beter hale geldim; çarşafı deli göm­leği gibi etrafıma sarmıştım. Panik olduğunu sonradan anla­dığım o duygu beni ayıltana kadar hissettiğim tek şey boy­numda atan nabzım ve beynime pompalanan kandı.

Paniklemiştim çünkü gecenin bu saatinde aranmamın yalnızca bir sebebi olabilirdi: Biri ölmüştü. Ölümden nefret ediyordum. Ailemin omuzlarıma bırakıp gittiği bu yükten nefret ediyordum. Ve en çok da kasabada bir ölüye yardımı dokunabilecek tek kişi olmaktan nefret ediyordum. Hayatı özlemiştim. Yaşamayı, gülmeyi… Ölüm bana henüz yüzleş­meye hiç de hazır olmadığım şeyleri düşündürüyordu.

Kötü bir fikir olduğunu biliyordum fakat yine de tele­fona cevap verdim.

“Kim öldü?”

“Çok profesyonelce, Doktor Graves,” dedi Şerif Jack Lawson. “Her zaman en kötüsünü düşünerek hareket ediyor­sun. Peki ya seni yarın bizim eve, poker partisine davet etmek için aradıysam?”

“Sabahın beşinde mi? Jack, kim öldü?”

Jack çocukluğumdan beri hep en yakm arkadaşım ol­muştu. Bir gün ortalardan kaybolsam peşime düşüp beni ara­yacak biri varsa o da Jack’ti.

Sessizlik hattın diğer ucundaki dizginleri eline alınca, parmak boğumlarım beyazlaşana dek telefonu sıkıp kendimi yine en kötüsüne hazırlamaya çalıştım.

“Fiona Murphy,” dedi Jack en sonunda.

“Lanet olsun…” diye fısıldadım.

Üzerimdeki battaniyeden kurtulup yatağın ucuna otur­muştum ki ayaklarımın altındaki buz gibi ahşap zemini his­settim ve hemen toparlanıp tekrar yatağın içine girdim.

“Lanet etmek az bile.” Telefonun diğer ucundan sirenler ve fısıldaşmalar duyuluyordu, Jack cinayet mahallinde ol­malıydı.

Soğuktan mı yoksa aldığım haberden mi bilmiyorum, “George nerde?” diye sorduğumda dişlerim takırdıyordu.

Tanıştığım en adi, en pislik insan olan George, her se­ferinde daha çok yara bere içinde gördüğüm Fiona’nın ko­casıydı. Tamirat işlerinde oldukça iyiydi ve kasabanın merke­zindeki tek tamirat atölyesi ona aitti. Her ne kadar kimse ka­rısına karşı olan davranışlarını onaylamasa da çok sayıda müşterisi ve kasabadaki en ihtişamlı eve sahip olacak kadar da parası vardı. Dev gibi elleri ve çabuk öfkelenen karakte­rini göz önüne aldığımda, henüz otuz yaşında olan Fiona’nın ölümünden sorumlu kişinin George olduğuna dair aklımda hiç şüphe kalmıyordu.

“Çoktan birinci derece cinayet suçuyla gözaltına alındı. Jaye, buraya gelmen gerek. Olay yeri inceleme ekibinin işi neredeyse bitti. Şey, Fiona pek hoş durumda değil. Johnny Duggan cesedi sabaha doğru işe giderken Canterbury Sokağı’nın sonundaki kanal yolunda bulmuş.”

Boğazımdaki yumruyu yutmaya çalışarak bir süre önce inanmayı bıraktığım Tanrı’ya bana güç vermesi için dua ettim.

“Üstesinden gelebilirim Jack. Zaten benden başka seçe­neği yok.”

Telefonu kapadım. Fiona’ya hayattayken yardım ede­memiştim, hiç değilse ölünce yardımım dokunacaktı.

Bloody Mary, nüfus: 2901.

2. Bölüm

Yün içliğimi, gri kazağımı, iki çift kalın çorap ve dört mevsim botlarımı da giydikten sonra birkaç yıl önce indirimle aldığım uzun, siyah montumu boğazıma kadar ilikledim ve siyah kayak şapkamı taktım. Soğuktan nefret ediyordum, ölüm de soğuk olurdu.

Hâlâ iyi bir maaşımın olduğu dönemlerde aldığım dijital kameramı ve malzeme çantasını kaptıktan sonra kahve fin­canına özlem dolu bir bakış atıp arkamda gürültüyle kapanan kapıyı kilitlemeye gerek duymadan yola çıktım. Suburban mar­ka arabam bıraktığım çakıllı park yerinde duruyordu. Siyah bo­yasının üzerindeki soluk parlamalar onu hor kullanmışım gibi gösteriyordu. Sol arka tekerin etrafındaki bir geyiğin intihar gi­rişiminden kalan devasa göçükten bahsetmeyeceğim bile.

Suburban? diye düşünüyorsunuz muhtemelen. Garajda bekleyen aile yadigârı cenaze arabası bana kalınca kararımı vermem uzun sürmedi. Araç, ebeveynlerim için yeterince iş görmüştü fakat ben, yirmi birinci yüzyıl cenaze levazımatçısı J. J. Graves, cesetleri Suburban ile taşımaktan hoşlanıyor­dum. Ayrıca etraftaki insanlar her ne kadar cenaze aracını Ebay’de satmaya cüret ettiğim için annem ve babamın me­zarlarında dönüp durduklarını söyleseler de, ben onların ce­hennemde ne yaptığımla ilgilenemeyecek kadar meşgul olduklarını düşünüyordum.,

Arabanın buz çözücüsünün çalışıp ön camdaki buzlan temizlemesi için birkaç dakika bekledim. O kadar soğuktu ki eldivenlerimin içindeki kürk astara rağmen parmaklarımı hissedemiyordum. Park yerinden çıkarken etrafta yaşam be­lirtisi olup olmadığına baktım, arabanın sarı farları yalnızca boşluğu aydınlatıyordu. Çevredeki ağaçlar çıplak ve kırıl­gandı. Dallar sanki soğuktan kendilerini korumak istiyorlar­mış gibi birbirlerine dolanmışlardı ve gökyüzünün hâlâ ka­ranlık olan tarafında yıldızlar solgun bir şekilde parlarken diğer tarafında gün doğuyordu.

Evim, Potomac Irmağı’nın soğuk sularına ulaşana dek yokuş aşağı devam eden, Heresy Yolu adını verdikleri pati­kanın sonundaydı. Heresy Yolu, kum ve çukurlardan oluşu­yordu. Özel arazi olduğu için hep ıssız olurdu, cadılar bayramında kapınızı çalan çocuklar, seyyar süpürge satıcıları…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Normal İnsanlar ~ Sally RooneyNormal İnsanlar

    Normal İnsanlar

    Sally Rooney

    Connell ve Marianne, İrlanda’nın küçük bir şehrinde yaşayan, aynı okula giden iki genç. Connell okulun en popüler ve başarılı öğrencilerindenken Marianne içedönük, sevilmeyen, hatta...

  2. Asayiş Berkemal ~ Terry PratchettAsayiş Berkemal

    Asayiş Berkemal

    Terry Pratchett

    DiskDünya serisinin Türkiye’deki okurları için ilklerin heyecanı sürüyor! Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı DiskDünya serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Asayiş Berkamal,...

  3. Kitap Yiyici ~ Stéphane MalandrinKitap Yiyici

    Kitap Yiyici

    Stéphane Malandrin

    Adar Cardoso ve Faustino da Silva yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, yaramazlıklarıyla çarşıyı pazarı birbirine katan, şölenleri yağmalayan, uyuyan balıkçıların bıyıklarını kesen, arakçılıkta usta Lizbonlu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur