Muamele
Hareketimden bir gün evvel Üsküdar Savcılığında ifademi aldılar. Bu savcının yanında oturdum ve Sulh Ceza Mahkemesi beni görmeden kararını verdi: Tevkifi ve Malatya’ya sevki… Ne sual, ne sepet… Necip Fazıl ben miyim; kâfi!… Hâdiseyle en küçük temas ve alâkama dair hiçbir şey tespitine lüzum yok… İstanbul hâkimine düşen vazife, tevkifi matlup olan adamın Necip Fazıl olduğunu müşahededen ibaret…
(Kitap’tan sf.93)
Bir ansiklopediye geçmiş ifadeyle, “hapisleri üniversite yıllarından çok olan” Necip Fazıl, 1943’den başlayarak 1947-1950-1951-1952-1957-1959 ve 1960 senelerinde cezaevine girdi. Son mahkûmiyet kararı ise vefatı sebebiyle infaz edilemedi.
1955’de “Yılanlı Kuyudan” ismiyle yayınlanmış olan eser, hapishane günlerinin, “büyük sanatkâr”a has, derin ve duyarlı bir iç hayat üzerindeki müthiş tesirini yansıtan bir ıstırap ve gözyaşı günlüğüdür.
KIRK GÜNLÜK HAPİSHANE YEVMİYESİ
Üsküdar Toptaşı Hapishanesi, Cuma, 12 Aralık 1952
Sabahın saat 10’u… Hapishanenin önündeyim. İçinde, unutulmuş insanların hayaletleri gezen bir ortaçağ kalesi… Yanımda zevcem… Kadıköy Savcısı, fikir adamına güya müsamaha gösterdiği için, beraberimizde sivil kılıklı bir memurdan başka kimse yok… Ben, din propagandası yapmaktan hapse atılıyorum ya; beni teslim ettikleri polis de, beş vakit namazında ve hafız… O, dosyamı Üsküdar Savcılığına götürüp muameleyi tamamlatacak; ben de mahkûm tavrıyla kapı kapı gezmekten kurtulacağım, muameleyi hapishanede bekleyeceğim. Evet, yanımda zevcem… Çilekeş kadına sormak istiyorum:
Söyle; acaba içinden «şu adamın zevcesi olacağıma, bir bakkalın, bir kunduracının karısı olsaydım!» gibi bir duygu geçiyor mu? Söyle, hiçbir günü öbürüne uymayan bu belâlı, bu netameli adam senden af dilemeğe muhtaç mı?
Fakat çilekeş kadının asaletini biliyorum. O, bütün hayatı dalgalı bir ummanda ve kaptan köprüsünde geçen kocasından, sahilde sessiz bir balıkçı kulübesine mahsus bir yaşayış istemez.
Henüz mahpusluk muamelem tamam olmadığı için. Müdüre, bir ziyaretçi gibi isim ve hüviyetimizi gönderdik. Bekle, dur! İçinden çıkılması o kadar zor olan bu yere girebilmek de bir mesele… Kapıda, kahvehane tezgâhlarındaki fincanlar gibi yan yana ve üst üste, birkaç jandarma ve gardiyan bize bakıyor. İnsan bu; evvelâ anlamaya, sonra da anlamış gibi teselli bulmaya memur…
Müdür «buyursunlar!» demiş… Girdik. Burası evvelce tımarhaneymiş… Peşinden hapishane olmuş… Düşünün; tımarhane üstüne hapishane… Sahiden havası o kadar ağır, duvarları sünger gibi «ahü zâr» içmiş bir kasvet ocağı. Müdür odasına ve kalemlere çıkan geçit, hapishanenin dudakları… Girer girmez kapkaranlık bir boğaz görünüyor.
Bana öyle geldi ki, zevcem, bu ilk manzarayı görünce, bayılmamak, yere yıkılmamak İçin bütün gücünü sarfetti. Tahammülümüz, zorla ayakta duran öyle bir duvara benziyor ki, küçücük bir kuş, üzerine küçücük bir kum ianesi atsa. gümbür gümbür yıkılacak… Asla hissîliğe, ılık ve yumuşak duygulara müsait değiliz. Bir anda çatlayabiliriz, yıkılabiliriz. Onun için, garib bir (anestezi) altında, dimdik ve kupkuruyuz.
Müdürün odasına çıktık. Müdür mü? Sormayın… Müdür, hapishaneden daha kasvetli bir yüz taşıyor. Hani resmini (Holivud)a gönderse, bütün İstanbul hapishanelerinin senelik bütçesi kadar bir aylık teklif edebilirler kendisine… Başının iskeletini olduğu gibi gösteren, zayıf, kuru, mumya gibi esmer yüzünde, ayrı ayrı istikametlere bakan ve İçinde merhamet adına kırıntı bulunmadığı hissini veren bomboş ve kaçak gözler… Fakat ne cilve!.. Bu zamana kadar bütün gördüklerimin içinde ondan daha dürüstünü, daha iyisini, daha samimisini, daha merhametlisini bulacak değilim. Her türlü yapmacıktan uzak, canhıraş bir «olduğu gibi»den ibaret bir adam…
Zevcemle, Müdürün karşısındaki kanapede saatlerce olurduk. Müdür, kendisini yok farzedelim ve rahatımıza bakalım diye boyuna evrak tetkik etli ve bir takım notlar aldı. Muamele tamam, vakit aksam… İçinde, unutulmuş insanların hayaleti gezen ortaçağ kalesinin bulunduğu sokakta akşam .satıcıları:
Yoğurtçu!..
Çocukluğumun, hemen birçok zamanı hastalıkla geçen hengâmelerinde, kafesli evlerin loş odalarında, akşam güneşinin son ışıklan duvarlara çubuk çubuk esrarlı hendese şekilleri çizerken, bu sesler; kırk derece ateş dedikleri billur duygu menşuru içinden süzülerek gelen bu sesler, bende ne derin bir «daüssıla» yarası açardı:
Yoğurtçu!..
Ve gerisinde, çok uzaklarda, acı vapur düdükleri,tren sesleri, tekerlek gürültüleri..
Ayrılık… Zevcemden ayrıldım:
Haydi güle güle! Dimdik durun ve neşenizden hiçbir şey kaybetmeyin! Beni iyi görmek istiyorsanız iyi olmaya bakın!
Mazlum ve mütevekkil, kadıncağız çıkıp gitti. Onun arkasından o kadar gözyaşı zaptedelim ki, onları Toplası kasvet ocağının, asırlık, şerha şerha, süngere dönmüş duvarlarına verseydim, içemezdi, yutamazdı, alamazdı bu duvarlar…
Kırk küsur senelik hayatımda, gecelerin en işkencelisi, beni bu sabaha, hapishaneye girdiğim sabaha bağlayan gecedir. Evimde geçirdiğim o son gece… Kararım hazırdı: Sabahleyin erkenden Kadıköy Savcılığına gidip «buyurun, hapsedilmeye geldim!» diyecektim. Bunu bile bile geçirdiğim son gece… Tepeden inme. habersiz gelen facialar mı daha tesirlidir; şuurla, adım adım, biline biline gelenler mi? Ayırd edemiyorum!…
Derdimi hiç kimseye sezdirmeden, ertesi sabah hapsedilecek olan babalarının halinden çocuklarıma hiçbir şey koklatmadan, evimin yatağında sabaha kadar uyanık geçirdiğim 1112 Aralık gecesini unutabilir miyim? Nur yüzlü oğlum Mehmed’in «baban yarın Ankara’ya gidiyor!» sözüne karşı, yatağın içinde arkasını karyolasının demirine yaslayıp, korkunç bir şüphe sükutiyle duruşu! Unutturma Allahım!
O gece, karanlık üstüne karanlıktı. Parasızlıktan, ânî ve garip bir şekilde geliveren bir kaç yüz liralık elektrik ücretini ödeyememiştim. Hapishane müjdesi olarak, hapse girmeden tam bir gün evvel evimin elektrikleri kesilmişti. Gece, hafakanlar içinde, vaziyeti unutup da elektrik düğmesini çevirdiğim zaman, korkunç bir «tık»scdası duydum. Peşinden ikinci bir uykusuzun, çilekeş kadının sesini işittim:
Bilmiyor musun, kestiler ya bugün elektriği!
Ha, öyle ya, unutmuşum, uyuyalım!
Ve ikimiz de birbirimize karşı uyku taklidi yaptık.
Toptaşı hapishanesinin kapkara yüzlü, fakat süt beyaz kalbli Müdürü, bana, karşısındaki kanapede resimli bir yastık gibi en geç saatlere kadar poz verdiğim halde, hiçbir şey söylemedi. İnsan bazı vahşi şekillerden süzülen tatlılık karşısında hayran kalıyor. Tam çıkıp gideceği zaman da, asla sun’îlik göstermeden, kabaca dedi ki:
Geceleri (revir) odasında yatarsınız. Orada sizden başka kimse yok… Zaten ismi (revir).. Gündüzleri de kalemde oturursunuz.
İlk gece… Kapkaranlık hapishane… Tâ tepesinde, tavana yakın, demir parmaklıklı bir menfezi bulunan, küçük bir vapur kamarası şeklinde, rutubet deryası bir hücre… İçinde, ikişer yataklı iki ranza… Ranzalardan birinin üst yatağında bir ot şilte üzerinde, soyunmadan uzanan ve iki eli ensesinin altında düşünen ben… Bereket ki, iç ve mahrem tablosuyle hapishane bana kapalı. Hapishanenin dişiyle içi arasındaki berzahtayım. Beynim bir buz parçası… Hiçbir şey duymuyor, bilmiyor, anlamıyorum.
Cumartesi, 13 Aralık
Kalemdeyim. Karşımda fevkalâde dikkate değer biri var: Muhasebeci Bey… Bu da ayrı bir tip… (Homongolos) gibi bir şey. Makine adam hayalinin muhalinden çizgiler var üzerinde… Sanki mafsallarından birçoğu eksik; yahut vücuduna şekil ve yüzüne mânâ veren sinir manzumesi kaskatı… Bütün vücudu ile beraber dönüyor, bütün uzuvlarını bir istikâmette tutuyor, gayet az konuşuyor ve hiç gülmüyor.
…………………(*)
Toptaşı hapishanesinin öyle muhteşem, öyle bakımlı, besili ve nazlı bir kedisi var ki, insan, kimseden kaçmayan, âdeta herkese zorla sokulan ve yaltaklanan bu kediye baktıkça, dünyamızda, merhametsiz dünyamızda, hapishane merhameti diye bir şey olduğunu sanıyor.
İkinci gece… Arada bir derinlerden gelen naralar, sunturlu küfürler, kapı gıcırtıları ve demir şangırtıları olmasa, berzahta bile olduğumu anlayamıyacağım. El, ayak çekildikten sonra, evvelâ gündüzleri oturmama, sonra da geceleri yatmama izin verilen muhasebe kalemine Başgardiyan geldi.
Merhaba beyefendi, geçmiş olsun!
–Teşekkür ederim, Başefendi. Beni tanıdın mı?
_Tanımaz mıyım? İstanbul Tevkifhanesinde büyük kapıya bakmaz mıydım? Sen de orada değil miydin?
Tamam. Hakikaten, hususiyetlerin en zenginlerinden biri de bu adam… Doğruluğu mesel haline gelmiş, namuskârlığı hastalık derecesine çıkmış bir Rizeli… Ve tabiî, gayet Müslüman Rizeli demek kâfi… Evet, Sultanahmet Tevkifhanesinde büyük kapıya bakardı. Asla hatır, gönül dinlemezdi. Haddine mi düşmüş kimsenin, ona bahşiş kabul ettirebilmek?
Selâm, sabah, hoş beş, bana, Rize taraflarında Yetim Hoca isminde bir zata ait şu fıkrayı anlattı:
Vaktinde, Yetim Hoca isimli, iyiliği ve doğruluğu ile tanınmış bir zat varmış… Bir gün adamın biri, cami abdesthanesine giriyor ve belindeki gümüş diviti, duvarın üstüne bırakıp gidiyor. Arkasından bir başka adam giriyor, onun da arkasından Yetim Hoca… O aralık gümüş divitin sahibi malını hatırlamış ve dönmüştür. Yelim Hoca ile karşılaşıyor ve ona asılıyor. Hoca, hiçbir şeyden haberi olmadığını söylüyor. Haydi hâkim huzuruna! Hâkim Yetim Hocaya, diviti almadığına dair yemin teklif ediyor. Doğru olarak bile yeminin dince güzel sayılmadığını bilen Hoca şöyle diyor:
Yemin etmem… Ben almadım… İcab ederse mal sahibinin kayıbını vereyim. Fakat beni yemine zorlamayın!
O anda, muhakemeyi dinleyen bir adam ileriye atılıyor ve hâkimden söz isliyor. Bu, abdesthaneye arada girip de diviti almış olan adam:
Diviti ben aldım hâkim efendi! Bu muhterem din adamının haklı olduğu yerde bile yemin edemeyişinden o kadar müteessir oldum ki, kendimi ele veriyorum!
Hicabından kıpkırmızı olmuş, sangının allından da şıpır Şıpır ter damlayan Yetim Hoca, yere bakarak, kendisine uzanan takdir nazarlarından bile gözlerini kaçırıp uzaklaşıp gidiyor.
Başgardiyan, hikâyesi bittikten sonra, şahadet parmağını «anladın mı, kavradın mı?» gibilerden şakağına götürürek neticeyi bağladı:
Nerede şimdi bu adamlar, beyefendi, nerede?
Yalağımda yalnız kaldığım zaman, geçirdiğim günü düşündüm. Bana bu kadar insanca muamele edilmesine rağmen, ziyaretçilerimi, hattâ zevcemi bile görmeme mani bir hava var… Bu da nesi?
Pazar, 14 Aralık
Çalışma günü olmadığı halde dindar muhasebeci geldi. Biraz dertleştik. Bu adamda, beni çok sevdiğini saklayan, âdeta belirtmekten korkan bir hal var… Ah biz; bizim bu halimiz! Mazlumlukta bu kadar da derinlere inilir mi? Biz indikçe karşı taraf, uzattıkça uzatıyor iten ayaklarım…
Tamamen kanunî haklarımız önünde nefes almak kadar tabiî bir hareketçiği bile bize cinayet saydırıyorlar. Ortalığa hâkim sürüye galip, birkaç yaygaracı şirret yüzünden bir (katakomp) hayalı yaşıyoruz. İster istemez boşlukta mekân işgal etme hassasına malik olduğumuz için, biz 25 milyon Türk, bu 2.5 kişiden âdeta af dilemek mevkiindeyiz. Bu halimizi görmüyorlar da, bizi irticai ayaklandırmakla suçlandırıyorlar. Hayır efendim; asıl siz küfrü ayaklandırmak ve Müslümanları büsbütün ezdirmek için bahane arıyor ve buluyorsunuz! İsâ Peygamberin hak yolu zamanında Romalı (Tiranlar) neyse, şimdi bizim karşımızda da bazı gazetelerin açtığı hava o… Şu farkla ki, Romalılar, İsâ dininde kendi batıl inanışlarına karşı bir tecavüz görüyorlardı. O, kendilerine karşı ânî ve semavî bir zuhurdu. Bizimkilerse, hiçbir inanışa başlı olmayan ve kendi öz kaynağını yıkmak isteyen Müslüman isimli şahıslar… Bunlar, (Neron)un aç arslanlarına karşılık, tok ve doymak bilmez sırtlanlar halinde üzerimize atılıyor ve kalblerimizi didik didik ediyor. Ne şuradan ne buradan üzerimize hiçbir müdafaa eli uzanmıyor. Kurucusunun dediği gibi, «Bu din garip gelmiştir, garib gidecektir.» İllet, kıllet, zillet… Ya hastayızdır, ya pulsuzuzdur, yahut dünyanın hakareti üzerimizdedir. Bu üç hassa, ufaktefek istisnalar bir tarafa çoktanberi gerçek Müslümanların vasfı… Düşünüyorum da, şu hassalara bugünkü kadar nail olduğum hiçbir zaman olmadığını görüyorum. Üçü birden üzerimde, üçü birden ensemde…
Aslında bize değil, küfre ait olan bu vasıflar, bir türlü yolumuzu bulamamaktan, hakkımızı arayamamaktan, memuriyetimizi yerine getirememekten, Allanın sırtımıza bindirdiği yük… Belâların belâsını çekiyor, imtihanların imtihanını veriyoruz.
Sabaha kadar, düdük sesleri, gardiyan haykırmaları, miyavlamalar, jandarma öksürükleri arasında döndüm, durdum.
Pazartesi, 15 Aralık
Beni kimseyle konuşturmuyorlar. Gelip gideni müdür odasının penceresinden görüyorum. Uzaktan selâmlanıp, hallesip, işaretlenip kalıyoruz. İçeriye kabul edilebilen yok. Sebep?.. Bana ait hususî bir emir mi var? Bilmiyorum.
Koyunların, içtiği su hakkındaki tahlil bilgisi, hiç olmazsa tad alma kabiliyeti bakımından benimkini aşar. Acı bir tad alıyorum ama, hiçbir şey anlamıyorum. Yalnız, ıstırap çekeyim diye şuurum bana bırakılmış, gerisi tamamiyle elimden alınmış gibi bir hal İçindeyim. Kapkara yüzünden artık süt beyaz ruhunu sağmaya başladığım müdürün tutuk suratı, hakkımda hususî bir tertibat olduğunu ifşa eder gibi…
(Homongolos)vârî kalkan, oturan, konuşan, susan ve hayatta bir adamı ne kadar sevebileceğini galiba en fazla bana göstermiş olan muhasebeci beyde de hiçbir alâmet yok… Zaten ondan ne olsun; o, sevilmediğini bilmekten ve fazla sevmeye cesaret edememekten ibaret bir adam… Hasılı, efendim, vaziyet hazin…
Akşama doğru elektrikler sönmesin mi? Her taraf pırıl pırıl, karşıyaka ışık duşu altında; fakat Toptaşı kasvet ocağı kendi aslî renginde… Müdürün odasına girdim. Kanepesinde oturmuş, zift üzerinde ziftten bir kabartına, yahut karalığa karşı asgarî bir istiklâl ifadesiyle neticeyi gözlüyor.
Müdür bey dedim; ne bu hal?
Bizim haltı tamir ediyorlarmış… Şimdi açılır, telefon da İşlemiyor.
Biraz sonra elektrikler yandı. Müdür, derhal telefon için postahaneye haber verilmesini emredip gitti. O sırada bir adam geldi. Eski «Babıâli hulefası» tipli, gençliğinde «Kâtibim» şarkısının timsali olması lâzım, Üsküdar zarifi, elli beşlik bir efendi.,.
Dakikalarca müdürün odasında, telefon ahizesinin için…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıCinnet Müstatili (kod2)
- Sayfa Sayısı304
- YazarNecip Fazıl Kısakürek
- ISBN975818010X
- Boyutlar, Kapak 12x20 cm, Karton Kapak
- YayıneviBÜYÜK DOĞU YAYINLARI / 1999
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek / 70’li Yıllarda Hayatımız ~ Ayfer Tunç
Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek / 70’li Yıllarda Hayatımız
Ayfer Tunç
70’li Yıllarda Hayatımız… O yılları hatırladıkça bizim kuşak için anlamlı olan bir on yıldan, başka türlü anlamlar yüklenmiş başka bir on yıla geçtiğimizi, bu...
- Paris Bir Şenliktir ~ Ernest Hemingway
Paris Bir Şenliktir
Ernest Hemingway
Ernest Hemingway’in 1920’lerin Paris’inde yazdığı yazılarından oluşan, ilk basımı 1964’te yapılan Paris Bir Şenliktir kitabı hâlâ yazarın en sevilen eserlerinden biri olmayı sürdürüyor. Bu...
- Teyzem Latife ~ Fatih Bayhan / M. Sadık Öke
Teyzem Latife
Fatih Bayhan / M. Sadık Öke
“Teyzem Latife, Mustafa Kemal ile karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri söz gereği hiç konuşmadı. Ancak o dönemde zaten bir kadının boşanmadan sonra konuşması ailemizde olmayan...