“Osman Cemal’in Çingeneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor. Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apukur Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Ağa’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülizar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum…” Sait Faik
Çingeneler, Osman Cemal Kaygılı’nın tefrikada kullandığı fotoğraflarla birlikte ilk defa bu baskıda okurla buluşuyor.
*
Osman Cemal’in “Çingeneler”i
Osman Cemal’in Çingeneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor.
Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apukur Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Ağa’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülizar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum.
Bir reel âlemini bu kadar masala ve destana yakın şekilde bir de Alaine Fournier’de okumuştum.
Osman Cemal’in bu kitabı için biraz röportaj kokuyor, demişlerdi. Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman d’avanture (macera romanı), avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı. Bu iki janrı birleştirerek bize Türk edebiyatının en güzel eserini veren Osman Cemal’e, beni okuyanlar birer tane o kitaptan edinerek hayran olsunlar.
Bazen bizi inandırmak, bizi sürüklemek için o kadar ustalık ve tabiilikle bulduğu entrikler bize Osman Cemal’in hakikaten harikulade ve anadan doğma olan artist kıymetine bir de ustalık, olmuşluk ifadesi veriyor.
Osman Cemal’i bu kitapla ben daha yeni tanıyorum. Fakat başkaları hiç tanımıyorlar. Bu kitap hakkında bir iki yazı okudum. Bir tanesi hiç okumadığını ayan beyan gösteriyor. Bir diğeri de ancak şöyle böyle hakiki kıymetine temas ediyordu. Ben o kadar yakın bir istikbalde Osman Cemal’in bu kitabının yüzüncü tabı yapılacağına ve Türk edebiyatının ilk avantür roman tarzının bir şaheser numunesi olduğu anlaşılacağına yüzde yüz eminim.
Sait FAİK
Çingene Bizzat Bahardır
Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşeri2 şekle istihale etmiş3 birtakım neşeli yeşil ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bugün hatırımda kalan hayal; yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç kız içinde tahta zurnasını çalıp bu musikinin vahşi kahkahaları andıran müşabih4 akisleriyle yeşil vadileri uzun uzun inleten genç bir Çingenedir!5 Ahmet Haşim
Bu fantezi yazısıyla Çingeneleri pek ballandıran Ahmet Haşim, ne yazık ki yazısının sonunda Çingeneleri birbirine karıştırmış; bahar günleri Kâğıthane’de, Göksu’da, Çırpıcı’da çalgı çalıp şarkı söyleyen ve göbek atan Çingenelere, tıpkı oba Çingeneleri denilen göçebe Çingene karıları gibi şalvar giydirmiş… Halbuki bahar günlerinde, düğünlerde, eğlentilerde çalgı çalıp şarkı söyleyen ve göbek atan Çingeneler başka; oba Çingeneleri denilen eski ayıcılar, maymuncular, falcılar, sepetçiler, demirciler, değirmenciler, tarakçılar, harmancılar başka. Ve zannedersem rahmetli Haşim, o yazısıyla oba Çingenelerini kastetmiş. Ancak her iki cinsi de iyi tanımadığı için onlara bir bahar günü belki Kâğıthane’de, belki Göksu’da, belki de Kurbağalıdere’nin kenarında ve belki de hayalinde şarkı söyletip zurna çaldırmış!
Vakia pek eskiden yollarda, mahalle aralarında, seyir yerlerinde oba Çingenelerinden de ara sıra, tek tük çalgı çalan, türkü söyleyen ve göbek atanlar vardı, vardı amma onlar pek de devede kulaktı ve öz çalgıcı, öz şarkıcı İstanbul Çingenelerinin yanında berikilerin adları bile okunmazdı.
İstanbul’un öz çalgıcı ve şarkıcı Çingene kız ve kadınlarıysa şalvar değil, yeldirme,7 entari; erkekleri de ötekilerin erkekleri gibi potur8 değil, ceket, pantolon giyerlerdi. Sonra bu iki çeşit Kıptilerin yaşayışları, geçinişleri, dilleri, şiveleri arasında pek çok fark vardı. Birinciler hemen daima göçebe olarak kırlarda, bayırlarda, ormanlarda, çayırlarda, su başlarında, harman yerlerinde yaşadıkları için Haşim’in, “İnsanın tabiata en yakın kalan tunç yüzlü, fağfur dişli güzel bir cinsi ve bizzat bahar” dediği Çingeneler bunlar olacak. Ve işte ben de yazıma önce bunlardan başlıyorum…
O.C. K
Birinci Kısım
Bundan yirmi yirmi beş yıl önce, az aydınlık, çok durgun bir temmuz gecesiydi. Ortada ağustosböcekleriyle karakurbağalarının hiç durmadan ötüşlerinden başka ses yoktu. Vakit tam yatsı zamanıydı.
Bir arkadaşla birlikte Topçular’daki Toskaların Bağları denilen yerin biraz ilerisinde oturmuş, ağustosböcekleriyle karakurbağalarının tatlı tatlı ötüşlerini dinliyorduk.
Ayıp değil ya, kimi kanarya, florya,1 papağan dinler, zevk alır; kimi de bizim gibi işte böyle ağustosböceği, kurbağa dinlemekten hoşlanır.
Bu saatte gündüzden pek yorgun düşen harmancı2 Çingeneler çoktan yatmışlardı. Elli altmış adım kadar ötemizdeki çadırlarda tis bile yoktu. Bol buğdaylı, bol arpalı harman yerlerinde akşamdan tıkabasa tıkınarak karınları davul gibi şişmiş olan beygirlerle taylar, eşeklerle sipalar öyle derin birer uykuya dalmışlardı ki bunları bacaklarından sürükleseler haberleri olmayacaktı. Kadın erkek, çoluk çocuk Çingenelerin bir kısmı sıcaktan çadırların biraz ilerisindeki incir ağaçlarının altlarına devrilmiş, sere serpe uyuyorlardı.
Oturduğumuz yer, o mevkiin en yüksek ve bütün İstanbul’un görünüşüne hâkim, güzel bir yeriydi. Şehrin Haliç ve Fatih tarafları da şimdi mışıl mışıl uyuyorlardı. Yalnız Beyoğlu yakası henüz ışıl ışıl ışıldıyor; Tepebaşı Bahçesi1 ise pırıl pırıl yanıyordu. Öyle ki tam bir saatlik yerden çalınan havaların bazılarına biz de olduğumuz yerden ıslıkla iştirak bile ediyorduk.
Bir aralık Tepebaşı bandosu meşhur Carmen’e2 başladı ve tam biz de gene ıslıkla ona karışalım derken elli altmış adım kadar ilerimizdeki çadırların birinden bir kımıldama oldu. Bu çadır, öteki çadırların en sonunda ve onlardan yirmi yirmi beş adım kadar açıkta bir çadırdı.
Arkadaş, “Çingenelerden biri uyandı galiba” dedi. Dikkatle baktım, hakikaten çadırın kapısından dışarıya bir baş uzanmıştı ve bu uzanan baş, bir kadın başına benziyordu. Biraz sonra çadırdan tamamıyla dışarıya çıkan bir kadın, ayaklarının ucuna basarak pıtırtısız bir halde gitti, biraz ötedeki harman yığınlarından birine yaslandı.
Tepebaşı Bahçesi bu gece inadına Carmen’i ne de hoş ne de yanık çalıyordu. Oturduğumuz yerin sağ tarafı böğürtlenlikti. Biz kendimizi bu böğürtlenlerle sipere aldığımız için kadın bizi göremiyordu. Biz şimdi onun böyle vakitsiz olarak çadırdan yavaşça çıkıp, çıtırtısız pıtırtısız gidip ilerideki ekin yığınlarına yaslanmasına şu manayı veriyor, “Mutlaka hatuncağızın ya sıcaktan ya pireden uykusu kaçtı ve kalktı, öteki uyuyanları rahatsız etmeden usul usul gidip ekin yığınlarına yaslandı” diyorduk.
Karşı yakada Carmen alabildiğine gidiyor; arada bir flütlerin bülbülleşen nağmeleri sanki yanı başımızda ötüyormuş gibi kulaklarımızı nefesliyordu. Opera yarıya gelmişti, klarnetlerle fanyollar3 ağır, yalvarıcı, gevrek nağmelere dökülmüş, davulla birlikte trampetler bu nağmelere tek değnek ve ağır aksakla tempo tutuyordu.
İşte tam bu aralık usulca çadırdan çıkıp da sessizce ekin demetlerinin üstüne yaslanmış olan kadının derin ve tatlı bir “Aaaah!” çektiği duyuldu. Biz şaşırdık ve arkadaş bana yavaşça sordu:
-Galiba gacoya (kadına) Carmen dokundu!
Öyle mi? Yoksa başka bir derdi mi var zavallının?
Çok geçmeden ahlar, oflar birbirini kovalamaya başladı. Daha sonra kadın ekin yığınından ayrıldı; uzakta çalan bandonun ahengine ayak uydurur gibi biraz ileriye doğru açıldı. Ondan sonra da döndü, gene geldi, gene ekin yığınına yaslandı, orada biraz daha inledi ve nihayet Carmen bitince tekrar döndü, gene aynı sessizlik içinde yürüdü, çadırına girdi. Arkadaş:
Garip şey, dedi, bizim bir harmancı Çingene, Carmen’den bu kadar müteessir olsun!1
Gerçekten garip! Ancak kalpten kalbe yol olduğunu unutmayalım… Biz ki Carmen denilen bu şaheser Çingene operasına bu kadar bayılıyoruz, öz Çingene nasıl bayılmaz? Fakat bunlarda Carmen’i anlayıp ondan müteessir olacak musiki kültür ve duygusu ne gezer?
-Artık orasını bilmem… Benim anladığım bu kadın, çadırında sıcaktan, pireden sağa sola dönerken Carmen’i duydu, çıktı ve bir âşık gibi ahlarla, oflarla onu dinleyip mest olduktan sonra gene yatağına döndü…
***
Artık bizim için kalkma zamanı gelmişti. İkimiz de esniyorduk; uyku bastırıyordu. Birer cigara daha tellendirip tam kalkarken baktık, o kadının girdiği çadırın içinden ezgin, baygın bir mırıltı gelmeye başladı. Kulak verdik… Bu mırıltı, şimdiye kadar hiç duymadığımız yepyeni bir şeydi. Şarkı desek pek şarkıya, türkü desek pek türküye benzemiyor ancak gecenin bu vaktinde, bu ıssız, yarı aydınlık ve çok durgun bir yerde kulaklarımıza çalınan bu makamlı mırıltının tatlı bir yürek duygusunu anlatan hafif bir ezgi olduğu seziliyordu. Hey gidi gençlik hey! Şimdiki aklımız olsaydı hiç kalkar da usul usul çadırın yanına sokulur, kulağımızı seksen yerinden yamalı çadırın kenarına, gözlerimizi küçücük yırtıklara dayayarak bu mırıltının ne olduğunu anlamaya çalışır mıydık?
Çadırın içi karanlıktı; kapıdan vuran pek az bir aydınlıkla bir kenarda küçücük, külüstür bir salıncak görünüyor ve yerde yatan bir kadının eli yavaş yavaş o salıncağı sallayarak mırıldanıyordu. Belliydi ki anası dışarıdan içeriye girerken çocuk uyanmış, şimdi onu tekrar uyutmak için kadın, alçak sesle o ezgin ve baygın nağmeli şu ninniyi söylüyordu:
Rağduk kele kana, beşe kana, Avrupa dana dana dana!
Rağduk dana, tospaaa dana dana, Kele kana, beşe kana!
Rağduk dana dana,
Dana din nan… Dan din nan… Dini dini dini… din nani dini
Dina dina dina dinana dina!1
Ninni biteli, çocuk uyuyalı, salıncak duralı ve ninniyi söyleyen anne kendinden geçeli belki bir hayli olmuştu. Ancak biz hâlâ çadırın yanında duraklıyor, ne olur, çocuğun kulağını pire yahut burnunu sivrisinek ısırsa da o gene uyansa ve anası şu tatlı ninniyi tekrar söylese diye bekliyorduk!
***
Arkadaş biraz musikiden çaktığı için, o gece çadırın kenarında dikkatle birkaç kere dinlediği bu ninninin zor anlaşılan güftesini değil de kulağa pek tatlı gelen bestesini zihnine oldukça perçinlemişti. Hatta gece eve gelirken yolda bu nağmeyi durmadan, boyuna tekrarlıyor ve ertesi gün bunu notaya alarak akşamüstü aynı yerde bana büyükçe bir ağız
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Türk Klasikleri
- Kitap AdıÇingeneler
- Sayfa Sayısı320
- YazarOsman Cemal Kaygılı
- ISBN9786254290930
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Politikada 45 Yıl ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Politikada 45 Yıl
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Atatürk, Millî Şef, DP ve 27 Mayıs dönemlerinin İsmet Paşa portresi çerçevesinde değerlendirilmesi. Kendisi de aktif politikanın içinde bulunmuş olan yazar, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki...
- Ateş ve Bahçe ~ Leyla İpekçi
Ateş ve Bahçe
Leyla İpekçi
Bir tünelde kaybettiği kocasının ardından iz süren bir kadın… Hakikatin peşinde kendini yeniden var etmenin serüveni… Bir belgesel için çıkılan iki kişilik yolculuğu tek...
- Zehr-i Katil ~ Cenk Çalışır
Zehr-i Katil
Cenk Çalışır
(…) Kenan Bey’i ilk gördüğü anı hatırladı. Sanki bir törende ya da ayinde gibi bir duruşu vardı. Odasındaki üçlü deri koltuğa sırtüstü yatmış, ellerini...