Bertham Oteli, Londra’da, Picadilly yakınında, sakin ve gösterişsiz bir sokaktaydı.Yıllar önce yapılmış olmasına karşın, hala 1840’da ilk açıldığı zamanki gibiydi. Kibar, iddiasız, sakin ve pahalı. Burada yıllardan beri piskoposlar, kardinaller, taşrada oturan yaşlı, asil kadınlar, ayrıca pahalı, özel okullarından tatili geçirmek üzere evlerine dönmekte olan kızlar kalırdı.
BİR
Bertram Oteli, Londra’da, Picadilly yakınında, sakin ve gösterişsiz bir sokaktaydı. Yıllar önce yapılmış olmasına karşın, hâlâ 1840’da ilk açıldığı zamanki gibiydi. Kibar, iddiasız, sakin ve pahalı. Burada yıllardan beri piskoposlar, kardinaller, taşrada oturan yaşlı, asil kadınlar, ayrıca pahalı, özel okullarından tatili geçirmek üzere evlerine dönmekte olan kızlar kalırdı.
Londra’da bir kızın yalnız başına kalabileceği pek az otel vardı. Ama Bertram gerçekten çok emin bir yerdi.
Bertram Otelinin kapısında ilk bakışta mareşal gibi giyinmiş bir adam sizi saygıyla selamlardı. İriyarı bir erkeğe yakışacak kadar geniş olan göğsünü süsleyen sırma kordonları ve madalya kurdelelerini hemen farkederdiniz. Taksiden inerken sizi büyük bir ilgiyle karşılar, merdivenlerden dikkatle çıkararak, sessizce iki tarafa da açılan kapılardan içeri sokardı.
Hole adımınızı atar atmaz kendinizi çoktan tarihe karışmış bir dünyada bulurdunuz. Yani Kral VII. Edward devrinin İngiltere’sinde…
Tabil artık otelde kalorifer vardı ama bu pek dikkati çekmezdi. Ortadaki büyük salonun iki şöminesi eskiden de olduğu gibi, daima yakılırdı. Bunların yanındaki pirinçten yapılmış olan büyük kömür kapları, sanki hâlâ Edward devrinin hizmetçileri tarafından parlatılıyormuş gibi ışıl ışıl parlardı. Kadife ve peluş eşyalar salona zengin ve rahat bir hava verirdi.
Şimdi çay zamanı olduğu için büyük salon bir hayli kalabalıktı. Bertram’da akşamüzeri çayları gerçekten harika olurdu. Çay servisini Henry yönetirdi. İriyanı, dikkati çeken bir adamdı. Çok. tan ortadan kaybolmuş olan o eski kusursuz uşakları hatırlatan nazik ve terblyeli bir hali vardı. Asıl işi, Henry’nin yönetimi altında ince yapılı delikanlılar görüyorlardı. Armalı büyük gümüş tepsiler ve antika gümüş çaydanlıklar göz doldurmaktaydı. Çay takımları hakiki Rochingham veya Davenport değilse bile onlardan farksızdı. Çayın kendisine de diyecek yoktu doğrusu. Hint, Seylan, Darjeeling veya Lepsang’dı. Yenecek şeylere gelince… Canınızın çektiğini ısmarlayabiliyordunuz ve… hemen getiriyorlardı.
Kasımın on yedisiydi o gün. Leicestershire’dan gelmiş olan Lady Selina Hazy, yaşlı kadınlara özgü bir iştahla yağı çörek yiyordu. Altmış beşindeydi Lady Selina. Bu zevkli işe dalmış olmakla birlikte, iç kapıların her açılışında çabucak başını kaldırıp bakıyordu.
Bu yüzden Albay Derek Luscombe’in içeri girdiğini ilk o gördü. Gülümseyerek, adama başıyla selam verdi. Luscombe daha ilk bakışta asker olduğu anlaşılan dimdik, yaşlıca bir adamdı. Boynuna dürbününü asmıştı. Ağır ağır ihtiyar kadının yanına geldi.
«Merhaba Selina. Londra’ya ne yapmaya geldin böyle?> Kadının yanına oturdu.
Lady Selina, <<Dişçimi görmeye,” diye cevap verdi. «Gelmişken doktora da gideyim dedim. Artrozumn arttı.≫
“Doktor bir şey yapabildi mi bari?”
Lady Selina isteksizce karşılık verdi. «Yaptı sanırım. İlginç bir adam o. Hiç beklemediğim anda üzerime atılarak başımı sağa sola döndürüverdi.» Yaşlı kadın usulca başını oynattı. «Yillardan beri Ilk kez sağ omzumun üzerinden arkama bakabiliyorum.”
Bunu kanıtlamaya çalışırken birdenbire hayretle bağırdı. “A, a. Bu Jane Marple olmalı. Ben onun yıllar önce öldüğünü saniyordum. Yüz yaşında var galiba.”
Albay Luscombe böylece tekrar dirilmiş olan Jane Marple’a bir göz attı ama bu konu kendisini pek ilgilendirmemişti. Çünkü insan Bertram Otelinde yıllar önce öldüğü sanılan ihtiyar kadınlarla sık sık karşılaşırdı.
Lady Selina konuşmasını sürdürdü. «Sen herhalde yarışlara gittin, Derek.≫
“Sorma. Çok kaybettim. Seçtiğim at sonuncu geldi… Luscombe ayağa kalktı. “Gidip oda işini halledeyim.”
Salondan resepsiyona doğru gitti. Geçerken masalara yerleşmiş olan müşterilere bakıyordu. Kimdi bütün bu adamlar? İki piskopos… Chislehamton rahibi. Köşede bir piskopos daha. Lus. combe, yaşlı Selina burada nasıl kalabiliyor, diye düşündü. Kadinın yıllık geliri o kadar az ki.
Resepsiyonda Miss Gorringe onu nezaketle karşıladı. Müşterilerin hepsini de tanır ve kimseyi kolay kolay unutmazdı. Kılıksız olmasına karşın insanda saygı uyandırırdı. Sarımsı saçları kıvırcıkti. Daima siyah ipek elbiseler giyer, Iri göğsünün üstüne minyatürlü bir iğne illştirirdi.
Miss Gorringe gülümsedi. «Size on dört numaralı odayı vereceğiz. Hatırladığıma göre geçen sefer de on dört numaralı odada kalmış ve memnun olmuştunuz, Albay Luscombe.”
“Bütün bunları aklınızda nasıl tutabiliyorsunuz, Miss Gorringe? Doğrusu buna şaşıyorum..”
“Eski dostlarımızı rahat ettirmek bizim görevimiz.
“Buraya gelince kendimi geçmiş günlerin tatlı anılarına dönmüş sayıyorum. Otelde hiçbir şey değişmemiş gibi.”
Yandaki kapının açıldığını görünce durakladı. Bay Humfries bürosundan çıkarak nezaketle albayı selamladı. Bay Humfries elll yaşlarında, çok kibar bir adamdı. Diplomat hali vardı onda. İstendiği zaman maçlardan, dış siyasetten söz eder, Kral ailesine ait hikâyeler anlatır, Amerikalılara İngiltere’de ne kadar az kalırlar. sa kalsınlar görmeleri gereken yerler hakkında fikir verirdi. Üstelik bu yakın ilgisi karşısındakinin gururunu okşardı. Humfries. Bertram Otelinin müdürü müydü, yoksa sahibi mi? Luscombe bunu bilmiyordu ama onun Bertram’ın sahibi olduğunu sanıyordu. İki adam kısaca yarışlardan söz ettiler. Aklı biraz önceki konuya takılmış olan Albay Luscombe dayanamayarak açıkça, «Söyleyin, Humfries,” dedi. «<Bütün bu ihtiyarlar burada nasıl kalabiliyorlar?»
Bay Humfries’in yüzünde muzip bir anlam belirdi. «Bunun cevabı basit. Aslında Bertram onlar için çok pahalı bir otel. Ama…”
“Ama onlardan az para alıyorsunuz. Öyle mi?”
“Eh hemen hemen. Tabii onlar kendilerine özel olarak ucuzluk yapıldığının farkında değiller, farkına varsalar bile bunu eski müşterimiz olduğu için yaptığımızı sanıyorlar…
“Ama… ya siz? Siz zarara girmiyor musunuz? Bütün bunların sizin için ne yararı var?»
“Bu daha çok bir atmosfer meselesi… Bu ülkeye gelen yabancılar özellikle Amerikalılar… çünkü asıl paralı onlar… Ne diyordum? Yabancılar ülkelerine dönünce, ‘Londra’da harika bir yer var,’ demekten hoşlanıyorlar. ‘Bertram adında bir otel. Insan oraya girer girmez yüz yıl öncesine döndüğünü sanıyor. Tam anlamıyla eski İngiltere havası var orada. Ya müşteriler? Olağanüstü! İhtiyar düşesler, generaller, piskoposlar. Otel üstelik sıcak, yemekler de nefis’.”
Luscombe düşünceli bir tavırla konuştu. «Bütün bu insanlar… İhtiyar asılzadeler, eski ailelerin fakirleşmiş torunları… bütün bunlar otelin havasını etkiliyor demek?»
Bay Humfries başını salladı. “Evet… Doğrusu bunu başka birinin düşünmemiş olmasına şaşıyorum. Tabii ben Bertram’ı hemen hemen bu halde buldum. Sadece otelin restore edilmesi gerekirdi. Bir hayli pahalıya maloldu. Otelin Edward devrini hatırlatan bir havası, buna karşılık, hepimizin artık gayet olağan karşıladığı modern tesisleri olmalıydı…
Luscombe, “Bu iş bir hayli güç olmalı!» diye cevap verdi. “Ama ilgi çekici.» Sonra dönüp asansöre doğru gitti. İlerlerken, Lady Selina Hazy’nin arkadaşı Jane bilmem kimle oturduğunu farketti.
Lady Selina, “Sen hâlâ o sevimli St. Mary Mead’de mi oturuyorsun?» diyordu. «Ne kadar hoş ve sakin bir köydür orası. Her şey yine eskisi gibi herhalde.”
“Şey, pek de değil. Miss Marple yeni yapılan kooperatif evlerini, belediye binasına eklenen yapıyı, anayoldaki dükkanların vitrinlerini düşünüyordu. İçini çekti. «Galiba insanın değişiklikleri hoş karşılaması lazım.»>
Lady Selina dalgın dalgın, ilerleme…” dedi. «Tabii bazen ben yapılan şeylerin ilerleme’yle bir ilgisi olmadığını da düşünüyorum…» Sözünü yarıda keserek önlerinden geçen yaşlıca, yakışıklı bir rahibe baktı. “Medmenhaw Piskoposu. Ne kadar harika bir insan…”
Lady Sellna konuşmasını sürdürürken arada sırada susup tanıdıklarına selam veriyordu. Çok zaman yanıldığı, selamladıklarının tanıdığı kişiler olmadığı anlaşılıyordu.
Lady Selina, “Londra’ya her gelişinde burada mi kalıyorsun, Jane?” diye sordu. «Ne garip değil mi? Seni daha önce burada hiç görmedim.≫
“Yok, yok. Burada kalmıyorum. Bertram’a param yetişmez. Zaten son zamanlarda Londra’ya fazla geldiğim yok… Bu sefer buraya indim. Çünkü yeğenimin kansi Joan Wesnt benim hoşça vakit geçirmemi istiyordu. Anlayacağın bu bir armağan.”
Aslında Joan kocasına, Zavallı Jane Teyze için bir şeyler yapmalıyız,» demişti. “Acaba Bournamouth’da bir iki hafta kalmak ister mi?»
Raymond West, “Bu fikrini beğendim,» diye cevap vermişti. Genç adam ihtiyar teyzesini çok sever, onu hoşnut etmek için elinden geleni yapardı. «Jane Teyze, Antiller’de geçirdiği tatilden pek memnun kalmış. Ama ne yazık ki, orada bir cinayet olayına karışmış. Onun yaşında böyle şeyler hiç de hoş değil.»
Ne var ki, Miss Marple’a Bournemouth’da bir iki hafta geçirmesini teklif edince, yaşlı kadın bir an duraklamış sonra da. “Çok, çok iyisin, yavrum.» demişti. «Ama ben…» Tekrar duraklamıştı. “Ben aslında Londra’da Bertram Otelinde kalmak isterdim.”
«Bertram Otelinde mi?”
Miss Marple anlatmaya girişmişti. «Vaktiyle o otelde bir defa kalmıştım. On dört yaşındaydım o zaman. Amcam ve yengemle.
Amcam Ely Piskoposuydu… O oteli hiçbir zaman unutmadım. Eğer orada kalabilirsem… Bir hafta bana yeter de artar bile.”
Joan başını sallamıştı. “İstiyorsan oraya gidebilirsin tabii.” Sonra da şefkatle eklemişti. «Herhalde oteli çok değişmiş bulacaksın. Sakın düşkınıklığına uğrama.”
Oysa Bertram Oteli hiç değişmemişti. Yine eskisi gibiydi. Miss Marple’a sorarsanız inanılacak şey değildi bu. Hatta ihtiyar kadının bu konuyu zaman zaman düşündüğü de oluyordu.
Evet, Bertram inanılmayacak kadar harika bir yerdi. Otele gelmeyi de, sırf eski anılarını tazelemek, renklendirmek için istediğini gayet iyi biliyordu. Bu sayede Jane Marple adli o pembe beyaz, heyecanlı kız tekrar canlanmıştı… Birçok bakımdan o kadar gülünç bir kızdı ki… Hiç de dengi olmayan o genç adamın adı neydi?.. Ah… Delikanlının adını bile hatırlayamıyordu artık. Annesi çok akıllılık etmiş de bu arkadaşlığı başında engellemişti. Jane Marple ise tam bir hafta her gece hüngür hüngür ağlamıştı. Genç adamla yıllar sonra tekrar karşılaşmıştı. Gerçekten korkunç bir yaratıktı o. Evet, annesi akıllılık etmişti.
Şimdi durum çok başkaydı… Zavallı gençler… Bazılarının anneleri vardı. Ama bu anneler kızlarının gülünç serüvenlere atılmalarına, evlilikdışı çocuklar doğurmalarına, çok genç yaşta uygunsuz kimselerle evlenmelerine engel olamıyorlardı. Çok acıydi bu.
Selina Hazy’nin sözleri onu daldığı düşüncelerden uyandırdi. “A, o… Bu… evet, evet… şuradaki kadın Lady Bess Sedgwich! Doğrusu onun Bertram gibi bir yere geleceğini hiç sanmazdim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCinayetler Oteli
- Sayfa Sayısı176
- YazarAgatha Christie
- ISBN9789754054064
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bekle Beni ~ Donna Fletcher
Bekle Beni
Donna Fletcher
Evlilik onun için yalnızca bir kaçıştı… Savaşçı klanların, vahşi topraklarının gelecekleri için ölümüne mücadele ettiği İskoç dağlarının sisli çayırlarından gelen Honora Tannach’ı, hiçbir şey...
- Simyacı ~ Paulo Coelho
Simyacı
Paulo Coelho
Simyacı, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı Paulo Coelho‘nun üçüncü romanı. 1996 yılından bu yana Türkiye’de de çok sevildi, çok övüldü, çok yerildi bu kitap....
- Ekşilina’nın Hayret Verici Maceraları – 1Yıkık Dökük Krallığım ~ Finn-Ole Heinrich
Ekşilina’nın Hayret Verici Maceraları – 1Yıkık Dökük Krallığım
Finn-Ole Heinrich
Evvel zaman içinde, “Yaşam bir tavakekidir,” demiş bir Peynir Generali. Bazen tuzlu bazense tatlı… Oysa asıl önemli olan, tadı nasıl olursa olsun bu tavakekinin...