Kanserin son evresindeki gelinini her gün hastanede ziyarete giden anlatıcı, banliyö ile merkez arasındaki mesafeyi katederken geçmişi ile bugün arasında da yol almaktadır. Naziler tarafından öldürülen bir direnişçinin sevgili anısı ve onun celladının koyu gölgesi kırk yıl öncesinden gelip steril hastane odasını dolduruyor. Metanetli bir yazardan ölüme ve yaşama, ümide ve direnişe, güce ve tutkuya dair katmanlı, yalın ve dokunaklı bir roman…
Metis Edebiyat’ta dört kitabına daha yer verdiğimiz Henry Bauchau’nun tüm yapıtında görülen o bıçak sırtındaki dehşet dengesi içinde hayatın canlılığına, nefes almanın ihtişamına bir övgü.
**
s. 11-16.
Metroyla Aubervilliers Kalesi istasyonuna doğru giderken –oradan Bobigny otobüsüne bineceğim–, çocukluğumdaki haliyle ailemi düşünüyorum. Aile, benim de tanık olduğum o uzak yıllar; hastanede sohbet ettiğimizde Paule en çok bunlara ilgi duyuyor. Kocasının ve küçük oğlunun, çoğu zaman farkında olmadan, son derece kuvvetli bir şekilde ait oldukları, kendisinin de evlilik yoluyla birleştiği bu sülalenin köklerine, iç içe geçmiş bağlarına, yaşama tarzlarına.
Kanser tedavisi yüzünden Paule’ün saçları döküldü. Peruğu yerinde dursun diye uğraştığını gördükçe, kel olduğunu fark edince ne kadar acı çekmiştir kim bilir diye düşünüyorum sık sık. Stéphane yaşasaydı, 1944’te Naziler onun canına kıymasalardı, kel kalır mıydı? Ben onu hep yirmi yedi yaşındaki haliyle hatırlayacağım, zamanın eli hafızamda ona hiç değmemiş olacak. Benimle beraber Paule’ün odasına giriyor sanki, masmavi gözleri, sarı saçları, uzun boyu, varla yok arası tebessümüyle. Utangaç değil de sakıngan. Bir eylem adamı.
Onu Temmuz 1940’ta tanıdım, savaşın yıkıntılarını kaldırmak üzere kurulan şantiyelerden birinde. Mesleği, maden ocaklarında kuyu açıcılıktı ama şantiye işlerinden de iyi anlıyordu. Çok geçmeden bizimkini o yönetti. Şantiyelerimiz birleştirilince, Meuse Nehri havzasında şantiye şefleri yetiştirmek üzere 1941’de açılan bir eğitim kampının başına geçti.
Ne zaman boş vakit bulsa, nehrin kenarında yer yer yükselen kayalara tırmanmaya giderdi; savaştan beri Alpler veya öbür dağlar ona geçit vermez olmuştu çünkü. Onun mükemmel bir dağcı olduğunu ve hayatının tutkusunun dağlar, kayalar, buzullar olduğunu öğrendim.
Bir gün, kendisiyle birlikte tırmanmamı teklif etti. Küçük bir trene binip pek çok tırmanış hattının olduğu bir kayalığın yakınına kadar gidiyoruz. Halkalar halinde örülmüş bir ip çıkarıyor çantasından ve boynuna asıyor. Kayaların eteğine kadar yürüyoruz, ip gerdanlığıyla hem mütevazı hem kurumlu görünüyor. Tırmanış için bir tecrübe edinme, bir çıraklık dönemi şart ve bunu onunla yapmak daha ilk andan hoşuma gidiyor. Bu tırmanış hattını hatırlıyorum, beni tırmandırdığı ilk kaya duvarı buydu. Müthiş etkilenmiş haldeyim zira oldum olası başım dönerdi. İpi nasıl kullanacağım ve birkaç pitona bağladığı karabinaların içinden ipi nasıl geçirmek gerektiği dışında pek bir açıklama yapmıyor. Gerisi için, “Benim yaptığımı yap,” diyor. Ayağını ya da elini koymak için ihtiyaç duyduğu yüzeyin küçüklüğüne şaşarak onu seyrediyorum. Ben hayatta yapamam gibime geliyor, elimi bırakacağım, kayacağım, gene de onun tutunduğu yere tutunmayı iyi kötü becerip onun çıktığı yere kendimi çekmeyi başarıyorum. Biraz tehlikeli bir geçitte kayanın etrafından dolanmak gerekiyor, bunu yaparken de tek ayak üstünde dengeni koruyor, öbür ayağınla, boşluğu yoklayıp, kendini üzerine çekeceğin bir taraça arıyorsun. İnsan mecburen aşağıya bakıyor. Çok yüksekte değiliz, boşluk hissinin beni huzursuz etmesine yetecek kadar yüksekteyiz gene de. Etrafımdaki her şey dönmeye başlıyor hafiften, tutunma noktasının üstünde titreyen ayağımı çekmem gerek ama öbür ayağımı koyacağım tutunma noktasını bulmayı beceremiyorum. Ayağım kayıp düşeceğim, diye geçiriyorum aklımdan. O esnada, bana dönük olan bakışını görüyorum, emniyetimi daha iyi sağlamak için ipi biraz gererken gayet sakin bir sesle, “Sol bacağını biraz kaldır, tutunma noktasını bulacaksın. Sonra hiç duraksamadan sağ kolunu yukarıya doğru uzat, kendini üstüne çekeceğin küçük bir taraça var,” dediğini duyuyorum. Bu ânın nihai karar ânı olduğunu hissediyorum, bir tırmanışçı olma yürekliliğini ya göstereceğim ya göstermeyeceğim ve ben var gücümle tırmanışçı olmayı istiyorum. Engeli geçiyorum, yanına ulaşıyorum. Sonraları, sık sık bu geçide tırmandım ve gözüme niye o kadar zor görünmüştü acaba diye düşündüm. Tırmanışa yeni başlayan birini oraya her götürdüğümde, ilk seferde benim yaşadığım sorunların aynısını yaşadığını gördüm ve tıpkı Stéphane’ın yaptığı gibi ona güven telkin etmeye çalıştım.
Paule’ün karşısındayım şimdi, bana soruyor: “İyileşecek miyim iyileşmeyecek miyim?” Stéphane oradaymış gibime geliyor. Mesele engeli geçmekte, doğru tutunma noktasını ona göstermekte. Ne var ki bilmediğim tam da bu. Cevap vermiyor, sorusunu içimden tekrarlıyorum, şaşkınlığın yüzüme yayılmasına engel olamıyor ve hep verdiğim cevabı veriyorum: “Elbette, iyileşme yolundasın, bunu gayet iyi biliyorsun.” Bunu bana söyleten kim, Stéphane mı? Benim yerimde olsa, o da, hiçbir şey bilmeden, aynı şeyi mi yapardı? Bir güdüye itaat ediyorum, Paule’ün içindeki ümidi diri tutmak isteyen annesinin ve tedavisini üstlenen ekibin güdüsüne. Hakları var, başka ne yapılır?
Hastaneden çıkarken, Paule’ü görmeye gelen bir kız arkadaşıyla karşılaşıyorum kapıda. Şaşırmış durumda: “Herkes ona maval okuyor, yurtdışına gitmeyi, evini dayayıp döşemeyi düşünüyor, hiçbiri mümkün değil. Bunu ondan saklamak ve rol yapmak korkunç bir şey.”
Paule’ün annesi, kızı yeniden hastaneye kaldırıldığından beri yüzünden eksik olmayan o sakin ve kararlı ifadeyle çıkageliyor. Justine’in bana söylediklerini duymadı ama tahmin ediyor ve omuz silkerek bunları bir kenara itiyor: “Önemli olan Paule’ün moralinin bozulmaması, direnci kırılırsa her şey tepe taklak olur.” Justine’in koluna giriyor ve ikisi bana el sallayarak asansöre biniyorlar.
Yola çıkıyorum, yine otobüse biniyorum. Karşımda, avurtları çökmüş henüz genç bir adam var. Gri mavi gözleri çok ilgimi çekiyor; dikkatli, bir noktaya yoğunlaşmış, adeta uzakları keşfe dalmak için yaratılmış gözler. Stéphane da tırmanmaya başlamadan önce aynı bu bakışla kayaya dikerdi gözlerini ve yine aynı bakışla –böyle zamanlarda bir yırtıcı kuşunkine benzerdi bakışı– tırmanış sırasındaki muhtemel tutunma noktalarını hesaplardı.
Savaşın ilk yıllarında sık sık birlikte tırmandık ve aramızda bir dostluk doğdu. Bir gün beni bir spor çalıştırıcısıyla birlikte götürdü, adamın adı Sarquin’di, çok iyi tırmanışçıydı. Günün sonunda, biz aşağıdan onun emniyetini sağlarken, Stéphane, kollarından destek alarak kendini yukarı çekip üstünde iki zor denge hareketi yapmayı gerektiren sarp bir çıkıntının hâkim olduğu bir tırmanış hattından nasıl çıkılacağını gösterdi bize.
Stéphane ilk kayalık çıkıntıyı epey yavaş bir şekilde aşıyor, durup soluklandıktan sonra, hayran olunacak bir kesinlik ve çabuklukla ikincisine ulaşıyor ve geçiyor. İpin üstünde kayarak aşağıya inip Sarquin’in emniyetini sağlıyor. Sarquin’in başlangıç hamlesi gayet iyi, ilk kayalık çıkıntıyı fazla hızlı aşıyor, ikincisine vardığında yorgun, kendini yukarı çekemiyor ve ansızın ayağı kayıyor.
Aşağı inmesi için onun emniyetini sağlayan Stéphane, deneme sırasının bende olduğunu söylüyor. Sarquin başaramadıysa ben hiç başaramam. Bu işe girişmek pek gelmiyor içimden ama o ikisinin karşısında son dakikada geri adım atamam.
Başlangıç hamlesini Sarquin’den daha yavaş yapıyorum, nefesimi idareli kullanarak ilk kayalık çıkıntıyı güçlükle aşıyorum. İkinci çıkıntıda ellerimi çok hızlı kullanmam gerekiyor. Kayanın karşısındayken Stéphane’ın yaptığı hareketlerin hepsini hatırlıyor ve içgüdüsel olarak yerine getiriyorum. Ellerim minik tutunma noktalarına tırmanıyor, bir hamlede kendimi yukarı çekiyor ve nasıl olduğunu anlamadan engeli geçiyorum. İlk çıkıntıyı aştığım sırada, vücudum ile kolumun arasından, emniyetimi sağlamakta olan Stéphane’ın dikkat kesilmiş yüzünü görüyorum. Yukarıya vardığımda başımı çeviriyor, yüzünde belli belirsiz bir memnuniyet tebessümü görüyorum. Şantiyesindeki adamların dediği gibi, o Kızılderili tebessümünü. Ve onun aracılığıyla bir sevinç duygusu, bir tamlık duygusu hissediyorum.
Yere indiğimde, Sarquin hayretle bana bakıyor, daha güçlü ve daha idmanlı olduğu halde onun başaramadığını benim nasıl olup da başardığımı anlamıyor.
Yukarıdan Stéphane’ın tebessümüne baktığım andan itibaren, eskiden beri mustarip olduğum baş dönmesinden kurtulmuştum. Artık tek derdim kaya duvarı, yerçekimi, iki elimi ve iki ayağımı gerektiği gibi kullanmaktı, ayrıca korkudan taş kesilmemiştim. Sanki Stéphane beni kendi kuvvetiyle donatmıştı da bir şey vuku bulmuştu.
Bugün otobüste, sonra hızlı banliyö trenine aktarma yapmak üzere bindiğim ve beni Opéra’ya götüren metroda, haftalarca içimi heyecanla doldurmuş ve hayatımda çok önemli bir yer tutmuş olan (bunun farkına şimdi varıyorum) o ânı düşünüyorum.
Bu bir kanıttı. Vücudumun etkililiğinin kanıtı, en çok da Stéphane’ın dostluğunun kanıtıydı. Ona, bize bir hakikat sınavı lazımdı. Bunun koşullarını son derece ustaca ve incelikle hazırlamıştı. Hakkımda yanılmadığından dolayı mutlu olmuştu. İşin burası şüpheli zira o an sahip olduğum kuvvet, kendi kuvvetim değil, bakışının gücü sayesinde kuşandığım onun kuvvetiydi. O zafer ânı, adeta sözlerden azade o derin dostluk yılları neden hatırıma bu kadar seyrek geliyorlar?
O mutlu anları, Stéphane’la tırmanışlarımın tehlike, kuvvet ve zafer dolu o sayısız ânını silen bir şey oldu. Benim yaşamadığım bir şey, bugün yaşamakta olduğum bir şey: onun ölümü.
Ben yaşlanmışken, vücudum esnekliğini ve kuvvetini kaybetmişken, Stéphane daima genç kalacak, mavi gözleri, sarı saçları ve o Kızılderili tebessümüyle daima yirmi dokuz yaşında olacak.
Paule’ün ölümü, ölecek olması –bu beni hem korkutuyor hem de korkutmuyor zira içimde güçlü bir ümit var– zihnimde bambaşka hatıraları canlandırıyor, her şeyden önce de Stéphane’ın hatırasını. Şu rüzgârlı, kapalı, yağışlı haziran ayında, yapılacak işler, oradan oraya gidip gelmeler ve yazmakla uğraşamayışımın dayanılmaz acısı yüzünden hayatımın dizginlerini elimden kaçırmışım gibi hissediyorken, bütün bunları şimdi yaşamak istiyor muyum, yaşayabilir miyim acaba? Doğu Garı’nda insanların kimi iniyor, kimi biniyor. Paule’ü düşünmeye, onun aracılığıyla Stéphane’ın ölümünü tekrar yaşamaya dayanacak gücüm yok. Opéra’da iniyorum, içimi tiksintiyle dolduracak kadar iyi tanıdığım koridorlara dalıyorum. Duvarları kırmızı yürüyen banda çıkıyorum, biletimi kontrol cihazına sokuyorum. Yanımda, bir genç hafif bir sıçrayışla cihazın üstünden aşıyor. Ona gıptayla bakıyorum, Stéphane ile benim 1942’deki halimizde olsaydım hâlâ, ben de onun gibi, onun kadar çevikçe aşardım diye geçiriyorum aklımdan. Yıllar geçti, artık öyle değilim, hayatımın üzerini bir ağırlık kapladı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇevre Yolu
- Sayfa Sayısı216
- YazarHenry Bauchau
- ISBN9789753428583
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İnsanlığımı Yitirirken ~ Osamu Dazai
İnsanlığımı Yitirirken
Osamu Dazai
Dazai’nin yarı otobiyografik romanı İnsanlığımı Yitirirken, içinde yaşadığı toplum tarafından kabul görmediğini hisseden ve yalnızlığın varoluşsal kaygısıyla yüzleşmek zorunda kalan Yozo adında bir adamın...
- Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi? ~ Georges Perec
Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?
Georges Perec
Nice harp akademisinin ödüllendirmekte bir an bile tereddüt etmeyeceği bir yazardan, askerlik sanatı ve insanlık halleri üstüne bir sinsi gülüş. Dikkatimizden kaçmasın sakın: Bu...
- Bir Kış Büyüsü ~ Daniel Douglas Wiesmann
Bir Kış Büyüsü
Daniel Douglas Wiesmann
Hiçbir yaşam ve hiçbir ölüm boşa gitmemeli. Bizler ışık saçan yaratıklar olmalıyız, sonsuza dek. (Dona Corajosa) Gral (Eski Fransızca, “graal”) …yalnızca günahsız insanların ve...