Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çeşitli Yalnızlık Söylentileri
Çeşitli Yalnızlık Söylentileri

Çeşitli Yalnızlık Söylentileri

Mehmet Can Şaşmaz

“Her yazarın, bir de kitaplarında görünen ve biyolojik yaşı süresince, kendi içindeki yolculukları nasıl geçirdiğini gösteren bir yaşı vardır. Henüz 22’sindeki Mehmet Can Şaşmaz’ın,…

“Her yazarın, bir de kitaplarında görünen ve biyolojik yaşı süresince, kendi içindeki yolculukları nasıl geçirdiğini gösteren bir yaşı vardır.
Henüz 22’sindeki Mehmet Can Şaşmaz’ın, satırlarını dolduramadığı ilkokul defterine ithaf ettiği bu ilk kitabını, yaptığı hatırı sayılır uzunlukta, yalnızlıkta ve güçlükteki yolculuklar sonunda yazdığı anlaşılıyor. Bu yolculuklarda, başkalarının “ben”lerini de kendi “ben”i kadar iyi görebilmiş, gördüklerini ışıklı ayrıntılarla yansıtabilmiş Şaşmaz. Öykülerinden birinde bir doktor: “Tedavisi yok, böyle doğmuş, böyle ölecek! Ağır vaka yaz.” diyerek teşhis koymuş.

Ben de Mehmet Can Şaşmaz’ın bu öykülerini okuyunca abartmadan şöyle bir teşhis koyabilirim: “Tedavisi yok. Yazar doğmuş, yolculuğunu sürdürecek ve çok iyi bir yazar olarak ölecek.” Böyle umut verici kitaplar okudukça, öykü yazınımız adına seviniyor insan.”

Mehmet Zaman Saçlıoğlu

***

Duvarların İçi

Küçük garsona hesabı öderken, içeride ikimizden başka kimse yoktu. Seyrek saçlı adam, kızarmış tavuğu iştahla yiyip bitirmiş,  ağzının kenarına bir kürdan sıkıştırıp, az önce gitmişti. Lokantanın patronuysa dışarıda bir yerdeydi. Parayı verdikten sonra kapıya doğru yöneldim. Yemeğin ağzımda bıraktığı tuzlu tat sanki ben adım attıkça arttı, hatta yüz buruşturucu bir hal aldı. Küçük garson önümdeki boş tabakları kaldırırken de çay içip içmemekte kararsız kalmıştım.

Kapıdan çıkmama son bir adım vardı ki; geri dönüp masama oturdum. Küçük garson bu hareketimi anlamaya çalışarak suratıma baktı. Onu fazla yormadan;

“Sen bana bir bardak çay getir, onu içip öyle gideyim.”

“Peki ağabey.”

Çayımı hızla getirip önüme bıraktı, suratında uysal bir ifade vardı.

Çayımdan ilk yudumu aldım ve yutkunmamla beraber kara tenli, koca göbekli, bıyıklı patron kendine güvenen adımlarıyla içeri girip, televizyonu görebileceği karşımdaki masalardan birine oturdu. Bir çay da o istedi. Küçük garson aynı hızla çayı getirip, patronun önüne koydu. Bu sırada patron cebinden çıkarttığı tomarla paranın içinden beş lira seçip, ona uzattı;

“Git bana bir paket sigara al.”

Küçük garson kendisine hayati bir görev verilmiş gibi parayı avucunda sıkıca tutarak, hızlı adımlarla kapıdan çıkıverdi.

Çayım dumanını yitireli  epey oldu. Patron, siyah kumandayı tavana asılmış kafesin içindeki eski televizyona doğrultmuş, kanalları tarıyor. Televizyonda haber saati, her bültende birbirine benzeyen hatta bazıları aynı olan haberler var;

“Başkent Paris’te aşırı sıcaklar yüzünden on iki kişi hayatını kaybetti.”

“Hayvanat bahçesinden kaçan iki yaşındaki kaplan, evet yanlış duymadınız! İki yaşındaki kaplan…”

“Başbakan yaptığı açıklamada; ekonominin geçen yıla oranla, yüzde…”

Başımı cama çevirip dışarıyı seyrediyorum. Lokantanın önündeki taşlık yoldan birkaç bisikletli çocuk geçiyor. Taşlık yolla ilerideki villaların arasında boş bir arsa var. Arsayı kaplamış uzun otlar sahipsizlik ifadesi sergilemek istese de, ortasındaki satılık levhası bu ifadeyi yalanlayan eller tarafından dikilmiş.

Birkaç yaz önce bu arsaya bir lunapark kurulmuştu. O yaz da her yaz olduğu gibi teyzem ailesiyle beraber bizdeydi. Gündüzleri plajda geçirir, akşamları da yemeğin ardından küçük kuzenimi mutlu etmek için lunaparka giderdik. Şimdi satılık arsa levhası olan yerin çevresinde o yaz çarpışan araba pisti vardı. Eniştem çarpışan arabada küçük kızını yanına oturmuş kahkahalarla benden kaçarken, teyzem pistin kenarında keyifle bizi seyrederdi.

Hafif bir rüzgar otları, ağaçların dallarını ve yapraklarını sallıyor. İki yaşlı kadın omuzlarında hırka ağır ağır yürüyorlar. İlerideki villaların bahçelerinde bir şölen havasıyla akşam yemeği hazırlıkları var.

Uzun yaz günlerinin dinlendiriciliği tatilcilerin bu telaşsız hareketleriyle birleşince hayat sanki yavaşlıyor. Kumsalda, denizde, ağaçların altında; o kısacık telefon konuşmasıyla içimde aniden beliren sıkıntı, bu yavaşlamada kabuklarından sıyrılıp, yok olmasa da erimeye başlıyor.

Kötü haberi aldıktan sonra şehirden kaçıp buraya gelmem iyi oldu. Telefonu kapatmamla beraber, sanki aylardır o anı bekliyormuş gibi şehrin her tarafına Murat’ın farklı yıllardan kopup gelen, farklı halleri saçılmıştı.

Bir sokakta sakalları çıkmamış bayram çocuğuydu; topladığı harçlıkları bana gösterip beni atari oynamaya çağırıyordu. Bir durakta üstünde okul üniforması, kravatını gevşetmiş yanımda minibüs bekliyordu. Karanlık, ıslak bir yolda aşıktı ve elinde içki şişesi, üşüyordu. Bir parkın ortasındaki banka oturmuş, elimizde sigaralarımızla  önümüzden geçen güzel genç kızlara bakıyorduk.

“Sen beni çok kırdın!” diyordu.

Birbirimize mesafeli adımlarla askeriyenin önünden geçerken.  Zorlu bir maçın ardından top sahasının önünde sarmaş dolaştık, yıl hangi yıldı?

Günün birinde koca bir hüznün nedeni olabilecek onca güzelliği yaşarken; böylesi bir felakette büyütebilmek için neden içimde ona karşı bir nefret tohumu saklamamışım ki?

Neyse ki, Murat buraya daha önce hiç gelmedi. Farkında olmadan bana yaptığı en büyük iyilik, meğer bana doğru bir yolculuğu yapmamasıymış. Burada Murat’ın eksikliğini hissetmeyeceğim, aklıma gelmesi başka bir şey.

Hem kimi zamanlarda hoşnut edici yanları da oluyor. Örneğin şu anda. Patronla karşılıklı masalarda çay içmemizde tuhaf bir gerginlik seziyorum.

Bu gerginlikten Murat’ın çocukça gülüşlerini hatırlayarak sıyrılabilir miyim?

Olmuyor. Patronun kaşları yıkık bir halde çayını yudumlamasına, elimde olmadan, küçük yudumlarla karşılık veriyorum. Sanki onurumuz için düello yapan iki orta çağ şövalyesiyiz ama silahımız kılıç değil çay bardağı. Hayatta kalmak adına birbirimizin hareketlerini kolluyoruz. Elimi çay bardağına uzatınca o da uzatıyor.

Farklı sitillerdeyiz; ben çay bardağını baş parmağım ile işaret parmağım arasında tutarken o, çay bardağını kutsal bir taş parçasıymış gibi sıkıca kavrayıp, sanki bir derdi varmış da şifası o taş parçasındaymış gibi dudaklarına götürüyor. Ayrıca ben çay bardağını sağ elimle tutarken; o, sol eliyle tutuyor. Bu halimizle de ters gartlı iki boksörü andırıyoruz ama ayrı sıkletlerde oluşumuz büyük bir haksızlık. Her an nakavt olabilirim.

Patron çayından küçük yudumlar alırken, bir yandan da yola bakıp küçük garsonu bekliyor. Gittikçe artan nikotin krizi kaşlarının çatılmasına neden oluyor. İçerideki hava koyulaşmaya başlıyor.

O koyuluğun içinde beliriveren açık mavi bir renkte Murat ile bir yasağı çiğnemenin hazzıyla sigara içtiğimiz, ilk gençlik günlerimizi görür gibi oluyorum. Kalın parmaklı ellerinin arasından bana uzattığı kaçak Arap sigaraları ve rüzgâra karşı bir kibrit çöpüne alev doğurtmaya çalıştığımız o saniyelik anlar sanki yüz yıl öncesinde yaşanmış upuzun günler! Ama belki hâlâ ciğerlerimizde aynı sigaranın bıraktığı, yıllara karşı koyan koyu renkli izleri…  Oysa şimdi benden hayli uzakta, Murat’ın izlerini büyüten içerinin rutubetli duvarları!

“Alo, İsmet Amca merhaba, ben Mehmet Can. Murat evde mi?”

“Murat? Murat dört aydır Sincan’da Mehmet Can. Cezaevinde.”

Bu, bizim ayrı şehirlerde birbirimizden habersiz kalışımızdı. Benim ona sahip çıkamamamdı.

Bir ara patronla göz göze geliyoruz, ‘Sigaran var mı?’ diye sorarcasına bakıyor. ‘Yok.’ der gibi, bakışlarımı bakışlarından alıp, içeride gezdiriyorum. Sol tarafımda büyük bir mangal ocağı ve içinde boş şişler var. Ocağın sağ gerisinde, üzerinde lavabo yazan hasır paravanlı bir bölüm, solundaysa mutfak var. Mutfakta kimsenin olmadığı içerinin sessizliğinden belli. Bulaşıkları da herhalde zavallı, küçük garson; ellerindeki tabakları, çatalları, kaşıkları ve bardakları musluktan akan suyun hizasına getirebilmek için, ayak uçlarında yükselerek yıkıyor. Zaten yemeğimi masama koyarken kısacık parmaklı ellerindeki buruşukluk dikkatimi çekmişti.

Son tabağı bıraktıktan sonra usulca, sanki ayak seslerinin çıkmasından bile ürküyormuş gibi köşesine çekilmiş ve bir isteği yerine getirmek için her an hazır olduğunu göstermek niyetiyle sıska bacaklarının üstünde durmaya devam  etmişti.  Onun bu halinden faydalanmamayı bir hata sanan, kızarmış tavuk yiyen, seyrek saçlı adam da ha bire gereksiz isteklerde bulunmuştu. Mesela bardağını değiştirmesini veya ekmeği bitmediği halde ekmek getirmesini istemişti. Küçük garsonsa sanki yaşının izin vermediği yıllarda da bu işi yapmışçasına adamın her isteğini eksiksiz olarak yerine getirmişti.

Şikayet etmekten çoktan vazgeçmiş ifadesini yansıtan bu davranışları ilgimi çekmişti. Önce, sadece yaz tatili için bu lokantada çalıştığını sanırken, izlenimlerim düşüncelerimi acımasız bir hale dönüştürmüş, onun okul okumadığına ve çok uzun zamandır bu işi yaptığına inanmıştım.

Kızarmış tavuk yiyen seyrek saçlı adamın gitmesinden sonra patronun da içeride olmadığı ve ağzımın boşaldığı bir an ona dönüp, okuyup okumadığını sormak içimden gelmişti ama, “Okumuyorum.” cevabını almaktan korktuğum için vazgeçip, ağzımı iri bir lokmayla doldurmuştum.

O cevap karşısında ne diyebilirdim ki? “Neden okumuyorsun?” diye bir soru daha mı? Küçük garson kaşlarını yıkıp, “Senin gibi müşterilere hizmet edip eve ekmek götürmek için okumuyorum.” deseydi, ne söyebilirdim?

Murat her çocuk işçi karşısında kaşlarını yıkar, “En çok onların sömürülmesine dayanamıyorum!” diye dudaklarının arasından kelimeleri kurşun gibi savururdu. Şimdi o burada olsaydı, burada durmaz, yaşını almış, çocukluğunu iyi ya da kötü, ama çocuk olarak tamamlamış garsonların olduğu bir lokantaya beni sürüklerdi.

Murat’ı en son egzoz dumanlarının sis yığınına dönüştüğü bir ocak gününde görmüştüm. Siyah çantasını omzuna asmış, İstanbul’a gelmişti. İkimiz de gurbetteydik. Telefonda sözleştiğimiz yere gittiğim zaman etrafta onu göremeyince ona telefon edip nerede olduğunu sormuştum. Çocukluğum boyunca insanların beni kandırdığını bildiği için,

“Mehmet Can ben Ankara’dayım, sana şaka yaptım.” deyip, gülmüştü.

Onun bu sözüne hemen inanmış, şehrin öte ucundan boş yere geldiğimi sanıp, hiçbir şey söylemeden telefonu kapatıp, kalabalığa karışmıştım. Yürürken telefonum çalmış ama arayanın  Murat olduğunu bildiğim için telefonumu açmamıştım. Neden sonra omzumda onun kalın parmaklı ellerini hissedince birbirimize bakıp gülmeye başlamıştık.

“Niye açmıyorsun telefonu? Ya seni görmeseydim?”

“Sen de beni dalgaya almasaydın?”

Sırtında lacivert bir parka, sol omzunda çantası, elinde kalın yasak bir kitap ve suratına yapıştırılmış gibi duran sakalıyla tam karşımdaydı.

“Hayırdır, hangi rüzgar attı seni buralara?”

“Arkadaşlarla geldik.”

“Hangi arkadaşlar?”

“Arkadaşlar işte, halkı bilinçlendirmemiz gerek!”

Konuşmalarımız derinleşince Murat’ın zorlu ve tehlikeli bir yolda, daha önce hiç atmadığı kadar kararlı adımlarla yürümeye başladığını anlamıştım. Bir yanım onunla gururlanırken, öbür yanım onun için endişelenip, ona kızmaya başlamıştı. Yazık ki; ona sadece kızgın yanımı göstermiştim. Tartışmıştık.

Ertesi gün ayrılırken, onu ülkenin öte ucundaki, karlı bir Doğu Anadolu şehrine -halkı bilinçlendirmesi adına- gönlüm razı gelmeyerek uğurlamıştım. Dudaklarımdan kısa ama eksiksiz bir cümle: ‘Murat oralara gitme!’ sanki bir felaket habercisi gibi yere düşerken, otobüs çoktan kapılarını kapamıştı.

Haberler bitti. Sırada aslında sadece futbolu anlatan sözde spor haberleri… Patron sigarasız içtiği çayından son bir yudum alıp, ‘Gelince ben ona gösteririm!’ dercesine, çay kaşığını sinirli bir el hareketiyle bardağın içine koyuyor. Küçük garsonun gelmemesi artık bende de bir gerginliğe yol açtı, çünkü cüzdanımdaki son parayı ona vermiştim ve patronun bundan haberi yok. Oturmamın mazereti olan çayımsa iyice soğudu, şimdi gerilmeye başlayan bedenimde de birden sigara içme arzusu beliriyor. Nerede kaldı ki, küçük garson?

Eve baskın yapmışlar. Evde yedi kişi varmış, hepsini toplayıp götürmüşler.  Murat kim bilir o sırada evin neresindeydi? Belki yer yatağında yorganın altında uyuyordu ve kapıya vurulan yumrukların sesiyle uyandı. Belki karnı acıkmıştı, mutfaktaydı, çok sevdiği tulum peyniriyle ekmek yiyordu, kapı kırılınca lokmalar boğazına dizildi, bir yudum su içmesine izin vermeden onu yere yatırıp ellerini kelepçelediler, ağzından ekmek parçalarıyla bütün olmuş tulum peynirleri yere saçıldı. Belki banyoda ılık suyu avuçlarına doldurmuş suratını yıkıyordu, aklında köyünün ortasındaki eski çeşmede akan soğuk sular canlandı sonra birden o kırılan kapı… havluya uzanamadan onu yere uzattılar, ıslak yanağı soğuk betona yapıştı. Belki sevdiği bir kişiyi düşünerek odasında otuyordu… Ama korkmamıştır, en azından öyle umuyorum, bilemiyorum.

Hava karardı, içerinin ışıkları hep yanıyordu. Küçük garson belki de hiç dönmeyecek. Artık patronun tarafına bakamıyorum. Çayımdan son yudumu içmem gerek.

İlk hafta Murat’ı belki dövmüşlerdir. Yumruklarını suratına, tekmelerini gövdesine savurmuşlardır. Acı dolu inlemelerini duydukça, sevgi sözleri duymuşlar gibi rahatlamışlardır. Tüm bu şiddet sözde onu konuşturmak içindir ya; aslında ne söylese durmadan dövmüşlerdir. Ne de olsa yüzyıllardır bazı topraklarda sözlere pek önem verilmez. Kimi zaman sorgudaki adamın, kimi zaman düşman sayılan masumların sözleri ne olsa karşılığı hep aynıdır! Zaten ilk günün ardından konuşacak hali kalmaz onların. Anlamsız inlemelerle soğuk bir betonun üstünde aç, susuz öylece bırakılırlar.

İlk günden beri istedikleri de hep budur zaten. İnsanın konuşamaz ve düşünemez hali. Oysa açtıkları her yara, aldıkları her can haksızlıkları tüm cümlelerden dahi iyi anlatır.  Hem onların duvarlarının içinde kimlerin olduğunu bir çocuk bile bilir.

İçeride ne olup bittiğini, başımı çevirmeden camdaki yansımada görebiliyorum. Bu yansıma tuhaf illüzyonlara neden oluyor. Örneğin yolun ortasına kurulmuş mangal ocağının içinden bir sokak köpeği kuyruğunu sallayarak geçiyor, ya da çaprazımdaki sandalyenin üstünde bir sokak lambasının direği yükseliyor.

Sözde spor haberleri de bitti. Patron kumandalaşan elini televizyona doğrultup yıllardır açık olduğunu sandığım televizyonu bir saniyede kapattı, içeriyi ürpertici bir sessizlik kapladı. Şimdi kalçasını sandalyeden kaldırıp tavana doğru yükseliyor, ayağa kalkması dakikalarca sürüyor. O yükseldikçe tavan da yükseliyor, kapılar, sandalyeler, masalar,  hep büyüyor; yalnızca ben aynı boyda kalıyorum, hatta küçülmemek için direniyorum. Neden sonra patron uykusundan yeni uyanmış masalsı bir dev gibi ayakta dikiliyor; ama yerinde fazla durmayıp  yer kabuğunu sarsarak yürümeye başlıyor.

Kapıdan çıktı, lokantanın önünde durup, etrafına bakmaya başladı, yoldan geçen bir tanıdığını durdurup küçük garsonu sordu. Yoldaki adam görmediğini söyleyince; patron küçük garsona okkalı bir küfür savurdu. Bu küfür sanki bana edilmiş gibi sinirleniyorum. Ardından sanki az önceki küfrü bir başkası etmiş gibi bambaşka bir ses tonuyla yoldaki adamdan bir sigara istiyor, yoldaki adam bu yola bunun için sapmışçasına gömleğinin cebinde hazır tuttuğu sigarayı patrona verip gidiyor. Patron kapının önünde sigarasını yakıp derin bir nefes alınca; sözgelimi yeniden doğuyor  yahut bir hayâl âleminden dönmüş gibi çevresinin farkına varıyor ve tam bu anda beni hatırlayıp içeri giriyor, daha ilk adımında içeriyi yoğun bir duman kaplıyor.

Onun tekrar içeri gireceğini bildiğim için öncesinde hazırlanıp sandalyemde dik durmaya başlamıştım.  Şimdi bana doğru yöneldi, artık oyunun bittiğini biliyorum. Çayımdan son yudumu içip, çay bardağını masanın üzerine bırakıp çay kaşığını içine koyuyorum ve gözlerinin içine bakarak aramızdaki sessizliği ben bozuyorum.

“Neredeymiş küçük garson? Başına bir iş gelmese bari!”

“Boş ver onu, tilkinin dönüp dolaşacağı yer gene kürkçü dükkanıdır.”

“Boş ver olur mu? Ya bir kaza geçirdiyse?”

Ağzından dumanlar saçarak gülüyor. O gülerken ağzının sağ kenarına sıkıştırdığı sigarasının düşeceğini sanıyorum ama sanki sigarası da onunla beraber gülüyor.

“Neyse ben gideyim artık.”

Ayağa kalktığımda gülmesi bitiyor. Bana hâlâ aynı uzaklıkta.

“İyi git bakalım.”

“Fakat ben yemeğin ücretini küçük garsona vermiştim, o sırada siz yoktunuz.”

Suratındaki sırıtkan ifade aniden yerini kızgınlığa bırakıyor.

“Ona mı vermiştin? Para verildikten sonra gidilir ama sen yarım saattir oturuyorsun! Kimi kandıracaksın kardeşim?”

“Bu çok çirkin bir söz! Ben dolandırıcı mıyım? Lütfen lafınızı bilip de konuşun!”

“Yarım saattir niye oturuyordun?”

“Onun dönüp size söylemesini bekliyordum.”

“Yapma ya?”

“Size yalan söylemiyorum. Ben bu güne kadar bana sunulmuş her emeğin hakkını sonuna kadar vermişimdir.”

“Peki güzel kardeşim bir yanlışlık yapmışsın, olur böyle şeyler. Sen şimdi yemeğin ücretini bana da ver, o sıpa yarın öbür gün gelirse ben durumu öğrenir sana paranı geri veririm.”

“Beyefendi galiba anlatamıyorum, parayı verdim. Tabi bana inanmak zorunda değilsiniz, teklifiniz de bir açıdan mantıklı ama maalesef geçerliliği yok; çünkü cebimde başka para yok! Size sadece saatimi rehin bırakabilirim.”

Dumanların içinde, gözleri aniden kızıla dönüyor, köpek dişleri tüyleriyle beraber uzuyor.

“Ne yapayım, senin adi saatini? Ulan mâdem paran yok niye yemek yiyorsun? Bir de utanmadan üstüne çay içiyorsun! Onu bunu bilmem, paramı isterim ben!”

Tekrar konuşmanın başına dönmem gerek ama anlayacağını hiç sanmıyorum. İstediği ne doğrular, ne yalanlar, ne yemek ücretinin kim bilir kaç katı değerindeki saatim.

Öyle koşullanmış ki; istediği sadece o kağıt parçası, üzerine anlamlar yükleyip, aslında anlamsızlıklar yükleyip kölesi olduğumuz o şey.

Patron sigarasını yere attı, konuşmasına bağırarak devam ediyor.  Söyledikleri önce anlaşılmaz sesler oluyor, sesler gittikçe azalıyor, sonunda gözümün önünde sadece üstünde kalın bir bıyık olan dudağın kıpırtıları kalıyor. Dakikalarca sürüyor kıpırtılar, sanki hayatı boyunca susup söylemediklerini de bu anda bana söylüyor ama duymuyorum.

Neden sonra bir çift iri el dudakların önünde belirip, göğsüme doğru bir darbe olarak geliyor ve ben hızla birkaç adım geri sendeleyip karşılık vermeden gözlerinin içine bakıyorum. Baş parmağını bir çakı gibi havada sallayıp geri geri gitmeye başlıyor, ışıkları söndürüp lokantadan çıkıyor ve kapıyı kapatıyor, ben hâlâ duruyorum.

Patron cebinden çıkarttığı anahtarla kapıyı kilitledi, yetinemedi kepenkleri de indiriyor.

Şimdi suratımda bir tebessüm var, yavaşça sandalyeme oturuyorum. İçerisi zifiri karanlık, olsun, hem karanlıkta daha iyi hissediyorum: birazdan Murat gelecek.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıÇeşitli Yalnızlık Söylentileri
  • Sayfa Sayısı136
  • YazarMehmet Can Şaşmaz
  • ISBN9789944396318
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviPan Yayıncılık / 2008

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bir Kırık Segâh ~ Kâmil ErdemBir Kırık Segâh

    Bir Kırık Segâh

    Kâmil Erdem

    Gündelik hayatın nobranlığına karşı nahif ama güçlü bir başkaldırıya kulak kabartıyoruz bir kez daha. Her şeye rağmen gülümsemeyi elden bırakmayan bir umutla… İlk kitabı...

  2. Haziran ~ Selçuk BaranHaziran

    Haziran

    Selçuk Baran

    Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek,...

  3. Şipşak Hikâyeler – 4 Sesimi Duyan Var Mı? ~ Bernard FriotŞipşak Hikâyeler – 4 Sesimi Duyan Var Mı?

    Şipşak Hikâyeler – 4 Sesimi Duyan Var Mı?

    Bernard Friot

    “Şipşak hikâyeler nasıl mı? Sürükleyici, elden bırakılmaz, bitmesini istemeyeceğin halde akıp giden hikâyeler. Neden mi bahsediyor? Olan bitenden ya da hiç olmamış olandan. En azından komik...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur