Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Cesaretin Var mı?
Cesaretin Var mı?

Cesaretin Var mı?

Vicky Dreiling

Shelbourne Dükü Tristan’ı bekleyen zorlu bir görev vardır. Ömrünün geri kalanında tahammül edebileceği bir eş bulmak. Aşık olmayı ise ne istemekte ne de gerekli…

Shelbourne Dükü Tristan’ı bekleyen zorlu bir görev vardır. Ömrünün geri kalanında tahammül edebileceği bir eş bulmak. Aşık olmayı ise ne istemekte ne de gerekli görmektedir. Baş döndürücü zenginliklerine rağmen anlayışa ve inceliğe sahip olmayan bir dizi aday arasında bunu nasıl başaracaktır peki? Londra’nın namı dilden dile dolaşan, aşırı ciddi ve terbiyeli çöpçatanını kiralayarak elbette. Ve ona hayatında gördüğü en büyüleyici kadın gibi davranmaktan da kendini alıkoyması gerekecektir…

Pervasız dükü mükemmel eş adayını bulabileceği bir yarışma düzenlemesi için ikna etmek, Tessa Mansfield’in keyifle üstesinden geleceği bir iştir. Başvurduğu yöntemler skandal yaratacak ölçüde olabilir ama bu kötü şöhretli bekara eş bulma ve ona gerçek aşkı tattırma konusunda kararlıdır. Ne var ki dükün diğer kadınlara ilgi göstermeye başlamasıyla onun kalbini asıl kazanmasını istediği kişinin kendisi olduğunu fark eder. Yasak bir öpücüğün Tristan’ın arzularını harekete geçirmesiyle Tessa bir numaralı çöpçatan kuralını da öğrenmiş olur:
Damata asla aşık olma.

“Kıvrak bir zeka ürünü.”
Nicole Jordan

“Hem yoğun bir şekilde duygusal hem de ince esprilerle dolu.”
Madeline Hunter

***

1. Bölüm

Londra, 1816

Sosyetik güzeller, unvanı dük olan bir koca kapabilmek için yakışıksız yöntemlerden medet ummaya başlamışlardı.

Lord ve Leydi Broughton’un balo salonuna adım atan Shelbourne Dükü Tristan James Gatewick yüzünü ekşitti. Açık kapıların yakınında duran dört zıpır kız, ellerindeki mendilleri kasıtlı olarak düşürecekmiş gibi sallayarak kıkırdıyorlardı. Artık bu tür oyunlara alet olmak istemediğinden, kararlı ve koşar adımlarla salonun diğer ucuna geçti.

Uzun uzun içini çekerek bu milli ayıba ortak olduğuna hayıflandı. Magazin gazeteleri onu İngiltere’nin gözde bekarı ilan ettiğinden beri yerden 29 dantel mendil, 5 oğlak derisi eldiven ve de 12 fildişi yelpaze toplamıştı.

Elindekini doğru dürüst tutamayanlar arasından bir eş seçecek olsaydı, çoktan en beceriksiz olanla evlenmiş ve onu yatağına almıştı. Ancak ömrünü zarafetten nasibini almamış bir kadınla geçirme düşüncesine bile tahammülü yoktu.

Kalabalık davetin ev sahibini bulabilmek için etrafı yokladı. Üst tabakadan insanların doldurduğu salon karınca yuvası gibi kaynıyordu. Hareketli halk dansı müziğini neredeyse bastıran kalabalığın gürültüsü kulaklarında uğulduyordu. Kendini sosyete sezonunda* oluşan evlilik piyasasının sonu belirsiz zevklerine maruz bırakmaktansa pislik yemeyi tercih ederdi; fakat otuz bire yaklaşan yaşıyla artık gözlerden kaçamıyordu. Düklüğe vârislik meselesi ise çok uzun zamandır risk altındaydı.

Birinin omzuna yelpazeyle hafifçe vurduğunu hissetti. Arkasını döndüğünde karşısında, iki eski kırığı, Genevieve ve Veronica’yı buldu. Onları bir arada görünce, bu iki göz alıcı dulun birbirlerine ne kadar çok benzediklerini fark etti. İkisi de uzun boylu, koyu renk saçlı ve de kıvrımlı vücut hatlarına sahiptiler. Geçmişe dönüp, tek tek eski sevgililerini düşününce, hepsinin benzer özelliklere sahip olduklarına kanaat getirdi, en azından hatırlayabildiklerinin.

Tristan eğilerek selam verdi; ve de âdet yerini bulsun diye her ikisinin de ellerini kaldırarak öpüyormuş gibi yaptı. “Hanımlar, sizleri tekrar görmek ne büyük zevk.”

Veronica, aşırıya kaçan bir fısıltıyla “Kulakların çınladı mı?” diye sordu. “Günün konusu sensin.”

“Onur duydum,” diye yalan söyledi Tristan. Gazetelerin yaydığı kötü şöhreti, onu giderek daha fazla rahatsız ediyordu. Bu sirkleri aratmayan ortamda, müstakbel karısını bulabilmek için ne yapması gerektiği meçhuldü. Ama birini bulmaya da mecburdu.

Genevieve kıkırdayarak, “Seni diğer hayranlarımızla karşılaştırıyorduk,” dedi.

Çok fazla kadınla yatmıştı; ama bu kadınlarla yaşadığının kesinlikle bütün deneyimlerinin içinde ayrı bir yeri vardı.

“Nasıl bir sonuca vardınız?”

Genevieve daha da yaklaşarak kolunu sıktı. “Bütün sevgililerimiz arasında en hınzırının sen olduğun konusunda hemfikiriz.”

Tristan şeytani bir gülümsemeyle, “Tamamen katılıyorum,” diye ekledi.

Veronica kirpiklerini kırpıştırarak, “İngiltere’nin en arzulanan bekarı olmak nasıl bir duygu?” diye sordu.

Arkasında kopan tiz kahkahalarla irkilen dük, bıkkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Olamaz! Yine mi?

Genevieve’in gülmekten bütün vücudu titriyordu. “Dikkat et, Shelbourne. Küçük hanımlar peşinde.”

Yüzünü ekşiterek, “Beni kurtarın,” diye yalvardı.

İki kadın gülüp, öpücük gönderdi ve de Tristan’ı koca avcılarının eline bırakarak uzaklaştı. Arkasını döndüğünde daha önce karşılaştığı dört gülünç zıpırı, heyecan içinde onu süzerken yakaladı. Genç suratlarına, tutucu giyim tarzlarına bakılacak olursa henüz hiçbiri 17 yaşından gün almamıştı. İhtiyacı olan bir eşti, evlatlık aramıyordu.

Dile gelmiş bir Yunan heykeline bakar gibi ağızları bir karış açık, gözlerini dikmiş, ona bakıyorlarken yanlarına yaklaştı. “Ce” diye kızları korkuttu.

Kalabalığın içine karışırken çığlıklar hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Ona yönelmiş istek dolu bakışları görmezden gelerek, hiçbirini çıplak ve de yatakta görmeyi istemeyeceği sıcak ve terli vücutları itip kakarak, kalabalığın içine daldı. İsteksizce zihnini tutku ve seks kokan fikirlerden, ahlak ve namus içeren düşüncelere yöneltti. Fakat öncelikle Lord ve Leydi Broughton’u bulmalıydı. Olmaz ya; belki ev sahipleri onu aklı başında genç bir hanımla tanıştırırdı, hatta belki kırmızı kar bile yağabilirdi.

Sevgili annesi biraz yardım etmiş olsa, bu saçmalıklarla baş etmek zorunda kalmayacaktı. Oysa bir ay önce evlilik konusunu açtığında, annesi ona yelpazesiyle vurmuş ve mankafa olduğunu söylemişti.

Ani bir gürültüyle az kalsın başını eğecekti ki telaşla sesin geldiği yöne baktı. İskambil oyunları için ayrılmış odanın kapısının hızla çarpılmış olduğunu anladı. Bu son derece saygısız hareketi yapan ise en eski arkadaşı, Hawkfield Kontu Marco Darcett’ten başkası değildi.

Tristan, Hawk’u eliyle selamladı ve ona doğru yürümeye başladı. Arkadaşına bir an önce ulaşma isteğiyle ilerlerken ayağının altında bir şey çatırdayana kadar yaklaşan tehlikenin farkına varamadı. Hızlı bir şekilde yere baktığında, korktuğunun başına geldiğini anladı; bu on üçüncü yere atılmış yelpaze vakasıydı. Lanet olsun ki, yelpaze tamamen kırılmıştı.

Karşısında sahtekar bir anne ve de utançtan yüzü kızarmış kızını görmeyi bekleyerek bakışlarını kaldırdı. Onun yerine ufak tefek bir genç kadın, ayaklarına doğru bakıyordu. “Topraktan geldik toprağa gideceğiz”, gibi ilgisiz bir şeyler söylediğini duydu. Kulaklarında uğuldayan kalabalığın gürültüsünden yanlış duymuş olduğunu farz etti.

Bir an önce uzaklaşmak istiyordu, fakat kırık yelpazeyi görmezden de gelemezdi. Yerdeki kırılmış fildişi çubukları toplamak için eğilirken özür diledi.

“Sizin suçunuz değil, birisi koluma çarptı.”

Bu şimdiye kadar duyduğu en kötü mazeret idi. Beyaz elbisesini aşağıdan yukarı süzerken alaycı bakışını saklamaya gerek bile duymadı. Elbisenin üst kısmı, cüretkar dekoltesine dikkati çeken mavi kurdelelerle süslenmişti. İncelemeye devam edip kalp şeklindeki yüzüne takıldı gözleri. Genç kadın titreyen dudaklarla onu izliyordu. Nefes kesen dolgun köfte dudaklarla. Tanrı biliyor ya, bu kadın bu dudaklarla büyük bir servet kazanabilirdi.

Uzun kirpikli gözleri parladı. “Efendim; bana yelpazemden geri kalanları verirseniz, onu defnedebilirim.”

Bu hazırcevap karşısında Tristan kalakaldı ve de kendine geldiğinde ona bir müddettir sırıtıp durduğunun farkına vardı. Kadın, ince zekası sayesinde dükü kendine aşık ettiğini döşünmüş olmalıydı. Kızgın bir ifadeyle kalktı ve kırık parçaları onun eldivenli küçük ellerine tutuşturdu.

Muzip bakışlarıyla tekrar göz göze geldiğinde, onda utangaçlık veya çekingenlikten eser olmadığını gördü. Yeni mezun bir çaylak değildi o. “Verdiğim hasar için özür dilerim, izin verin de tamir edeyim,” dedi.

“Pek tamir edilebilecek durumda değil,” diye cevap verdi genç kadın.

“Israr ediyorum, bedelini ödeyeyim.”

“Acı ve ıstırabımın mı?” diyerek güldü. “Sizi temin ederim ki yelpazenin vefatı benim için bir kurtuluş. Bakın, sizce de son derece çirkin değil mi?”

Henüz tanışmadıkları halde ondan yaklaşmasını istiyordu. Kadının şen şakrak laflamaktan daha ileri gidip gitmeyeceğini anlayabilmek için ona uymaya karar verdi. O, loş bir dükkan aydınlatması ve çirkin bir yeşil boya hakkında gevezelik yaparken ağzına yeniden kaçamak bir bakış attı; o dudakları nemli ve öpmekten şişmiş hayal etti. Bütün vücudunu sıcak bastı.

Kadın, yabancıdan ziyade eski dostlarmış gibi rahat konuşmasına devam etti. “Hizmetçilerim bile yelpazeyi kabul etmedi,” dedi. “O yüzden zavallı şeyi en azından bir kez olsun kullanmaya karar verdim.”

Bir tepsi şampanya taşıyan uşak önlerinde durdu. Balerin gibi parmaklarının ucunda kalkarak kırık yelpazeyi tepsiye koydu. Ufak tefek olabilirdi; ama ince eteği iştah kabartıcı bir şekilde yuvarlak olan kalçasını sarıyordu. Etine dolgun kadınları severdi ve de tecrübeli gözleri bu kadının ilahelere mahsus bir vücudu olduğunu söylüyordu.

Kanı kaynadı. Onu arzuluyordu.

Bir anda içine kurt düştü. Belki de evliydi; oysa Tristan asla başkalarının kanlan ile gönül eğlendirmezdi. Ama belki de değildi. İçten içe onun gönül eğlendirmeye istekli ve yalnız bir dul olmasını diliyordu; ama dilek tutup bekleyecek değildi.

“Zavallı yelpaze. Huzur içinde yat.” Genç kadın ayak parmaklarının ucunda döndü ve ona göz kamaştırıcı bir şekilde gülümsedi. “İşte bu kadar, yeterince yas tuttum.”

Sıra dışı bir zekası vardı ve de sosyetik kadınların genelde yaptığı gibi konuşurken yapmacık bir kınlganlık takınmıyordu. Ona arzuyla bakarken göz göze geldiler. “Cenaze tamamlandığına göre size içecek masasına kadar refakat etmemi ister misiniz?” Ve oradan da gözlerden daha uzak bir yere.

“Çok naziksiniz, ama arkadaşlanmın yanına dönmeliyim.”

İçini bir zafer duygusu sardı. Arkadaşlarım demişti; ama bir kocadan bahsetmemişti. “Size biraz daha eşlik etme zevkini bana bağışlar mısınız? Sizi nasıl ikna edebilirim?”

“Daha düzinelerce yelpazem var,” dedi. “Özrünüz fazlasıyla yeterli.”

Elde edilmesi zoru oynuyordu. Tristan evlilik yaşına geldiğinden beri kadın peşinden koşmuştu. Onu peşinden koşturacak birini bulma fikriyle heyecana kapıldı. Ama dikkatli olmalıydı. Yanlış bir hareketle onu elinden kaçırabilirdi. Aniden gülümsedi. Ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu.

Elini ceketinin iç cebine sokup gravür baskı kartvizitini uzattı. “Buyurun. Fikrinizi değiştirirseniz bana bir haber yollayın.” Şayet kartvizitini almayı reddederse kaderine teslim olacaktı. Kabul ettiği takdirdeyse, kadın nezaket icabı kendini takdim etmek zorunda kalacaktı. Böylelikle Tristan onun kim olduğunu öğrenecekti. Sonrası kolaydı.

Genç kadın kartviziti almak için elini uzattığında nefesini tuttu. Al bakalım. küçük dilber. Seni gün ağarana kadar çılgına çevireceğim.

Kadın tereddüt ederek kartviziti aldı ve dikkatle okudu. Bir anda oyuncak bebekleri andıran gözleri fal taşı gibi açıldı. Dükü diz çökerek selamladı, anlaşılmayan bir şeyler mırıldandı ve de kalabalığın içinde kayboldu.

Onun aniden ortadan kayboluşu Tristan’ı hazırlıksız yakalamıştı. Onu aramak için bir iki adım attı, ama kalabalık onu yutmuştu. Kadının, onun kim olduğunu önceden bilmediği açıktı. Ama neden kaçma ihtiyacını duymuştu ki?

“En sonunda seni buldum.”

Tristan, Hawk’un sesini duyunca döndü.

Hawk, “Seni kurtarmak istedim,” dedi, “Ama o cadaloz Leydi Durmont yolumu kesti. Sana bu sefer musallat olan o acemi güzel de kimdi?”

“Hiçbir fikrim yok,” diye cevapladı, “Herhalde sen de onu tanımıyorsun.”

“Yüzünü göremedim ” Hawk kaşlarını çatarak, “Hiç tanımadığın bir kadınla niye konuştun ki?” diye sordu.

“Yelpazesinin üstüne bastım.”

Hawk bıkkınlığını belli eden bir ses çıkarttı. “Beni takip et.”

Arkadaşıyla yürürken Tristan kaşlarını çattı, ne olmuştu da kadına yok yere umut bağlamıştı. Aslında peşine düşen kadınlar, bulundukları açık saçık imalarla, ahlaksız niyetlerini belli ederdi. O gizemli kadınsa onu şaşırtıp, ilgisini çekmeyi başarmış, ama oltaya gelmemişti; onu aklından çıkarmaya karar verdi.

Hawk onu, bir duvar nişine yerleştirilmiş, şans kader tanrıçası Fortuna heykelinin önüne götürdü. “Dostum daha dikkatli olmalısın. Bu zıpırların çaresizlikten gözü dönmüş, içlerinden birisi seni tuzağına düşürüp, istemeyeceğin bir şeyi yapmaya mecbur bırakabilir.”

Tristan suratını astı. “Tersine dönmüş bir hikaye. Zampara leydi, saf bekarı baştan çıkarır.”

“Sosyete sezonu, bir dükle evlenebilmek için erdemsiz davranabilecek düzenbazla dolu.”

“Çok saçma.” Asla bu tür tuzaklara düşmezdi.

Hawk, “Şu evlenme işini şimdilik unut,” dedi. “Damat olmak için acele etmene gerek yok.”

Alçak sesle, “On üç yıldır düklüğün geleceğini belirsiz bıraktım,” diye söylendi.

Hawk güçlü bir şekilde içini çekti. “Sen evlenmeye kararlısın.”

“Kararlıyım, evet. Ama başarıp başaramayacağım tartışılır.”

“Her zamanki gibi sorunları büyütüyorsun. Ama şanslısın çünkü harika bir planım var.”

Tristan, “Kesin matrak bir plandır,” diye cevap verdi.

Hawk, “Çok basit,” diye açıklamaya başladı. “Balo salonundaki en güzel kızı seç, onunla tanış ve onu dansa kaldır. Yarın da ziyaretine gidip evlilik teklifinde bulun. Yirmi dört saatten daha az bir zaman içinde nişanlanırsın.”

“Sen buna harika bir plan mı diyorsun?”

Hawk kollarını göğsünde kavuşturdu. “Nesi varmış?”

Tristan suratını asarak, “Tanıştığım güzel kızların çoğu kendini beğenmiş, aptal ve beceriksiz,” dedi.

“Çirkin bir karın mı olsun istiyorsun?”

Tristan kızgın bir bakış atarak, “Öyle bir şey söylemedim,” dedi.

“Sen ne istediğini biliyor musun?”

“Aklı başında, saygı duyulacak ve de şerefli bir kadın.”

Daha fazlasını istiyordu, ama fantezilerini açıklayacak değildi.

Hawk, “Sıkıcı ve basit bir gelin istiyorsan tek yapman gereken şu duvara doğru bakmak,” diyerek zengin dul kadınların yanına oturmuş, acınacak tipteki kızları gösterdi.

Tristan tam arkasını dönecekti ki, biraz önce konuştuğu o neşeli kadını gördü. Kalbi güm güm atmaya başladı. İki sıska delikanlıyı duvarın dibinde ümitsiz bir şekilde duran kızlara doğru yöneltiyordu. Avizeden yansıyan yumuşak mum ışığı altın rengi kıvırcık saçlarını aydınlatıyordu.

Birkaç dakika içinde iki delikanlı bu duvar çiçeği kızlarla dans pistine doğru yürümeye başladı. Bu olayın mimari genç kadın, umutla arkalarından bakıyordu. Dolgun dudakları kıvrılarak tahrik edici bir şekilde gülümsedi. Büyülenmiş bir halde onu izleyen Tristan nefes bile almıyordu. Bir kadının yüzünde en son böyle bir ifadeyi, ateşli bir sevişmenin bitiminde görmüştü.

Ardından Lord Broughton ve yeni evlendiği karısı, genç kadının yanına geldi. Onlara döndüğünde o tahrik edici halinden eser kalmamıştı. “İşte şurada,” dedi Tristan.

Hawk yan gözle baktı. “Kim?”

“Biraz önce konuştuğum kadın, Broughton ve karısının yanında.”

“Tanrı yardımcımız olsun. O kadın, Bayan Mansfield.”

Bayan Mansfield? O iffetli ve bekar bir kadın mıydı? Ahmak. Az kalsın ona uygunsuz bir teklifte bulunacaktı.

Hawk güldü. “Yoksa onun hakkında hiçbir şey duymadın mı?”

“Belli ki söylemek için sabırsızlanıyorsun,” diye homurdandı Tristan.

“Londra’nın bütün ümitsiz vakalarına o koca buluyor,” dedi Hawk muzip bir hava takınarak.

Tristan alaycı bir havayla, “Benimle dalga geçiyorsun,” dedi.

“Şaka yapmıyorum. Ona boşu boşuna Bayan Erkek Avcısı demiyorlar,” diye cevap verdi Hawk. “Bu kadın bütün bekarlar için bir tehlike. En büyük örneği bizim Broughton.”

————

* Sosyete Sezonu (The Social Season): İngiltere’de 17. yüzyıldan başlayarak geleneksel hale gelen, özellikle ilkbahar ve yaz aylarında asiller sınıfının kendi aralarında balolar, yemekler ve eğlenceler düzenlediği mevsime verilen ad. Bu mevsim özellikle, Kraliçe II. Elizabeth’in 1958’de uygulanmasına son verdiği, evlilik yaşına gelmiş 17-18 yaşındaki genç kızların kraliyel ailesine ve sosyeteye takdim edildiği özel balolarla tanınırdı. Sadece kendisi daha önce kraliyet ailesine takdim edilmiş kadınlar tarafından tavsiye edilen kızlar kabul edilirdi. (Çev. N.)

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıCesaretin Var mı?
  • Sayfa Sayısı400
  • YazarVicky Dreiling
  • ÇevirmenLatife Baudet
  • ISBN9786054629275
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviKoridor Yayıncılık / 2013

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Haydut ~ Robert WalserHaydut

    Haydut

    Robert Walser

    Haydut, burjuva toplum düzenine uyum sağlamayı beceremeyen bir iflah olmazın hikâyesidir. Romanla aynı adı taşıyan kahramanı, kendini keşfetme yolculuğunda daldan dala konan bir bohemdir....

  2. Sirte Kıyısı ~ Julien GracqSirte Kıyısı

    Sirte Kıyısı

    Julien Gracq

    İki düş-ülke arasında yüzyıllardır süregelen alegorik bir savaş ve ülkeleri birbirinden ayıran, her an köpürmeye namzet bir deniz… İlan edilmiş ancak belirsizliklere gebe mütereddit...

  3. Meme ~ Philip RothMeme

    Meme

    Philip Roth

    “Çaresizlik içinde her aklıma gelene dört elle sarılıyorum. Kendi kendime dedim ki, Bu illete ‘edebiyat’ yüzünden tutuldum. Ders olarak okuttuğum kitaplar beni bu duruma...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur