Gökyüzü kızıla bulanmış, bir serinliktir çökmüş; uçsuz bucaksız arazide ağır ama zarif adımlarla bir fil sürüsü sakince ilerliyor. Derken fildişi avcılarının giderek yaklaştığını belli eden tüfek atışları… Sükûnet yerini paniğe bırakırken, yeri titreten devasa adımların altında şimdi telaşın gümbürtüsü hâkim. Kara Afrika bir kez daha kana bulanıyor.
Romain Gary’ye ilk Goncourt Ödülü’nü kazandıran Cennetin Kökleri, filleri, tarihöncesi çağlardan miras bu soylu yaratıkları, en büyük düşmanı haline gelmiş insanoğlunun ellerinden kurtarma mücadelesi veren bir özgürlük savaşçısının hikâyesini anlatır.
Nazilerin toplama kamplarında tutsak düşen Morel, Afrika’nın gerçek sahipleri olan filleri yeryüzündeki en özgür hayvanlar olarak kederine ve düşüncesine ortak eder. Kurtulmayı başardığında ise hayatını onların katlini durdurmaya adamaktan başka yolu yoktur artık. İnsanlığın filizlendiği bu topraklardan esaret altındaki zihnin engin okyanuslarına dalanlara, doğanın lisanını konuşanların tamtamlarından yükselen karşı konulmaz bir çağrıdır bu. Peki bu kadim savaşın ortasında yaşamı onurlandırmak, gözünü güya hep ileriye dikmiş “medeniyetin” tankı ve topuyla sürdürdüğü bu vahşi talanın önüne geçebilmek mümkün müdür?
İnsanlık onuru için canını hiçe sayanlardan, inancın kudreti ve direnişin yüceliğine inananlardan tabiata bir saygı duruşu.
BİRİNCİ BÖLÜM
I.
Şafak vaktinden beridir yol tepenin üzerinden bambu ve ot yığınları boyunca ilerliyor, at ve binicisi zaman zaman bunların arasında tamamen gözden yitiyor, sonra Cizvit’in beyaz kaskının altındaki kafası, erkeksi ve alaycı dudaklarının üstündeki iri ve kemikli burnuyla bir dua kitabının sayfalarından çok daha fazla sayıdaki sınırsız ufukları çağrıştıran delici bakışlı gözleri yeniden beliriveriyordu. Uzun boyu, üzerine bindiği midilli Kirdi’nin boyutlarına hiç uygun olmadığından, onun için fazlasıyla kısa olan üzengilerin içinde bacakları cübbesiyle dar açı oluşturuyor, bedeni de zaman zaman eyerin üstünde tehlikeli biçimde sallanıyordu. Bu arada da bir fatihi andıran profilinin ani hareketleriyle, içinde belli bir mutluluk havası sezmemenin pek de mümkün olmadığı Ule Dağları’na bakıyordu. Belçika ve Fransa’nın paleontoloji enstitüleri adına kazılar yönetmekte olduğu bölgeden ayrılalı üç gün olmuştu ve ciple kısa bir yolculuk yaptıktan sonra son kırk sekiz saattir çalıların arasından Saint-Denis’nin bulunması gereken yere doğru atıyla kılavuzu takip etmekteydi. Gerçi onu sabahtan beri hiç görmemişti ama yol hiçbir ayrıma uğramadan ilerliyordu ve kimi zaman da ön taraftan kulağına ot hışırtılarıyla toynak sesleri çalınıyordu. Arada bir uyukluyor olması ona yetmiş yaşında olduğunu hatırlattığından hiç de hoşuna gitmiyordu, ama yedi saat at sırtında yolculuk etmek yer yer düşüncelerini hayallere doğru saptırıyor, din adamı vicdanı ve bilimadamı zihni de bunların içindeki hoşluğu ve boşluğu ayıplıyordu. Kimi zaman durup, bir sandığın içinde son kazılarından elde ettiği birkaç ilginç parçayla birlikte, yanından hiç ayırmadığı elyazmalarını da taşımakta olan uşağının atıyla kendisine yetişmesini bekliyordu. Çok yüksekte değildiler; tepelerin yumuşak bayırları vardı ve bunlar zaman zaman canlanmış gibi kımıldamaya başlıyordu: filler. Gökyüzü her zamanki gibi aşılmaz, puslu ve aydınlıktı, Afrika toprağının bütün teriyle kuşatılmıştı. Kuşlar bile yolu kaybetmiş gibi görünüyordu. Patika yükselmeye devam etti ve bir köşeyi dönünce Cizvit tepelerin ötesinde, hiç sevmediği ve bu büyük Ekvator ormanı içinde saçların soyluluğuna karşı kılların bayağılığına benzettiği kıvırcık ve gür çalılığıyla birlikte Ogo Ovası’nı gördü. Hedefine on ikide ulaşacağını hesapladıysa da tepenin zirvesine ulaştığında saat ikiye geliyordu. Burada yerel yöneticinin çadırını ve bir ateşin kalıntıları önüne çömelmiş olan, karavanaları temizlemekle uğraşan siyah uşağı gördü. Cizvit kafasını çadırın içine doğru uzattığında Saint-Denis’yi kamp yatağında uyuklar halde buldu. Onu hiç rahatsız etmeden kendi çadırının kurulmasını bekledi, sonra elini yüzünü yıkadı ve çay içip, biraz uyudu. Uyandığında yorgunluğunu bütün bedeninde duyabiliyordu. Bir süre sırtüstü yattı. İyice yaşlanmış olduğundan ve önünde artık fazla zamanı kalmadığı için büyük olasılıkla şimdiye kadar öğrenmiş olduklarıyla yetinmesi gerekeceğinden biraz üzgün olduğunu geçirdi aklından. Çadırından çıktığında Saint-Denis’yi, güneşin hâlâ terk etmediği, ama şimdiden böyle bir seziye kapılmış gibi görünen tepelere karşı piposunu tüttürürken buldu. Kısa boylu sayılacak, kel, sıska yüzünün büyük kısmı karmakarışık bir sakal ve gözlerinin önündeki çelik gözlüklerle kaplanmış, elmacık kemikleri çıkık bir adamdı; düşük ve dar omuzlarıysa yerleşik bir işte çalıştığını düşündürüyordu, büyük Afrika sürülerinin son bekçisi olduğunu değil. Bir süre ortak arkadaşlarından, savaş ve barış söylentilerinden söz ettiler, sonra Saint-Denis, Peder Tassin’e çalışmalarını sordu ve özellikle Rodezya’daki son keşiflerden sonra Afrika’nın insanlığın asıl beşiği olduğunu kabul etmenin gerçekten doğru olup olmayacağına ilişkin bir soru yöneltti. Nihayet Cizvit de kendi sorusunu sorma fırsatını buldu. Saint Denis, Şanlı Cemiyet’in saygın bir üyesi olan, misyon rahipleri arasında insanın ruhundan çok bilimsel kökenleriyle ilgilendiği yönünde bir üne sahip yetmiş yaşındaki bu din adamının, zamanı milyonlarca yıl ve jeolojik çağlarla ölçmeye alışkın olan bir bilginin zihninde gençliği ve güzelliği çok da önemli olmaması gereken bir genç kız hakkında soru sormak üzere at sırtında iki gün yolculuk yapmakta hiç duraksamamış olmasına pek de şaşırmış görünmedi. Soruyu içtenlikle yanıtlayıp giderek artan bir kendini bırakış ve tuhaf bir rahatlama duygusu hissederek konuştu. O kadar ki, sonradan kendi kendine Peder Tassin onu görmek için buralara kadar üzerinde ağırlık yapmakta olan yalnızlığı ve içini sıkıştıran anıları bir kenara atmasına yardımcı olmak için gelmiş olabilir mi diye düşünmekten kendini alamadı. Oysa Cizvit onu neredeyse mesafeli bir kibarlıkla sessizce dinliyor, dininin haklı olarak pek meşhur olan o avuntularını hiçbir noktada dile getirmeye girişmiyordu. Gece onları bu şekilde konuşurlarken yakaladı, ama Saint-Denis konuşmayı sürdürdü ve yalnızca bir kez, uşağı N’Gola’ya ateş yakmasını emretmek üzere sözüne ara verdi. Ateşse yanar yanmaz gökyüzünden geri kalanı da gözden kaybetti, onlar da kendilerine eşlik eden tepelerle yıldızlara yeniden kavuşabilmek için ondan birazcık uzaklaşma gereği duydular.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCennetin Kökleri
- Sayfa Sayısı472
- YazarRomain Gary, Emile Ajar
- ISBN9786256462496
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kalbim Sende Kaldı ~ Judith McNaught
Kalbim Sende Kaldı
Judith McNaught
Judith McNaught’tan… Yüreğin Kraliçesinin Beklenen Romanı Gönlünüzü Fethedecek!Kaderi Olan Adamı Bulduğuna İnanan Bir Kadın…Saf Mutluluğun Acı Gerçekler Karşısında Boyun Eğdiğini Bilen Bir Adam…Tutku Uçurumunun...
- Suçsuzlar ~ Hermann Broch
Suçsuzlar
Hermann Broch
İlk romanı kırk beş yaşındayken yayımlanan Hermann Broch, Nazilerin Avusturya’yı ilhakının ardından sosyalist bir dergi bulundurduğu şüphesiyle kısa süreliğine hapis yattı ancak aralarında James...
- Flashforward ~ Robert J. Sawyer
Flashforward
Robert J. Sawyer
Amerikan ABC kanalında aynı adla yayınlanan ve dünya üzerinde milyonlarca tutkunu olan dizi filmin senaryosunun dayandığı metindir Flashforward. CERN olarak adlandırılan ve çok sayıda...