Bazen yalnızca arkadaş olmak yetmez, âşık da olursun.
Honoria Smythe-Smith:
A) Berbat keman çalıyor
B) Çocukken ona takılan Böcek isminden dolayı hâlâ kırgın
C) Ağabeyinin en iyi arkadaşına KESİNLİKLE âşık değil
D) Hepsi
Marcus Holroyd:
A) Chatteris Kontu
B) Üzücü şekilde ayağını burkmaya eğilimli
C) En iyi arkadaşının kız kardeşine KESİNLİKLE âşık değil
D) Hepsi
İkisi beraber:
A) Bolca çikolatalı pasta yiyorlar
B) Korkunç bir hastalığı ve dünyanın en kötü müzik gösterisini atlatıyorlar
C) Çaresizce birbirlerine âşık oluyorlar
D) Hepsi
Bu bir JULIA QUINN kitabı, bu yüzden cevapları biliyorsunuz değil mi?
***
Önsöz
Marcus Holroyd hep yalnızdı.
Dört yaşındayken annesi ölmüştü, ne var ki şaşırtıcı bir şekilde bunun hayatının üzerinde pek etkisi olmamıştı. Kontes Chatteris oğluna kendi annesinin çocuklarına annelik yaptığı gibi annelik etmişti: uzaktan. Sorumsuz değildi; kocasının yeni varisi için en iyi bebek bakıcısını bulmak istemiş ve bununla gurur duymuştu. Bayan Pimm ellili yaşların karanlık kısmındaydı ve daha önce iki dukalık varisine ve bir vikonta bakmıştı. Leydi Chatteris bebeğini Bayan Pimm’in kollarına vermiş, bakıcıya kontun çileğe tahammülü olmadığını, bu yüzden muhtemelen bebeğin de olmayabileceğini hatırlatmış ve ardından Londra sezonunun keyfini sürmek için oradan ayrılmıştı.
Annesi öldüğünde Marcus onu tam olarak yedi defa görmüştü.
Lord Chatteris kırsal yabama karısından daha fazla düşkündü ve nesillerdir Holroyd’ların evi olan kuzey Cambridgeshire’da, biçimsiz büyük Tudor malikânesi Fensmore’da daha sık bulunuyordu. Ama oğluna, babasının kendisine yaptığı şekilde babalık etmişti. Bunun, çocuğun üç yaşındayken ata bindirilmesini garantiye almanın dışında, oğlu düzgün bir biçimde sohbet edecek yaşa gelinceye kadar, onun için sıkıntıya girmeye bir sebep görmemesi anlamına geldiğini söylemek yerinde olur.
Kont varis olarak bir yedeğinin olması konusunda uyarıldığı halde, yeniden evlenmek istememişti. Marcus’a bakmış ve iyi bir zekâya sahip, atletik ve uygun göründüğüne karar vermişti. Daha da önemlisi, at kadar sağlıklıydı. Marcus’ın sorun çıkaracağını ve öleceğini düşünmek için bir sebep olmadığından, kont başka bir eş bulma turuna veya daha da kötüsü başka bir eşe katlanmak için bir neden görmemişti. Bunun yerine biricik oğluna yatırım yapmayı tercih etmişti.
Marcus’a en iyi özel öğretmenler tutuldu. Centilmenlik eğitimi için mümkün olan her anlamda eğitim gördü. Tüm yerel bitki ve hayvanların isimlerini söyleyebiliyordu. Eyerde doğmuş gibi ata binebiliyor, bir eskrim ve atıcılık yarışmasında kazanamayacak bile olsa, gene de ortalamanın üstünde oluyordu. Bir damla bile mürekkebi ziyan etmeden uzun çarpım ve toplama işlemleri yapabiliyordu. Latince ve Yunanca okuyabiliyordu.
On iki yaşma kadar böyle devam etti.
Oğlu on iki yaşma bastığında babası, muhtemelen tesadüfen, onun düzgünce sohbet edebileceğine karar verdi.
Bu aynı zamanda babasının, Marcus’m eğitimi için yeni bir adım atmasına, yani Marcus’un Fensmore’dan ayrılmasına. ve bütün Holroyd erkeklerinin resmi eğitimlerine başlamış oldukları Eton Koleji’ne devam etmesine karar verdiği yaş olmuştu. Bu küçük çocuğun hayatındaki en beklenmedik ve mutlu olay oldu. Çünkü Chatteris Kontluğunun varisi Marcus Holroyd’ın hiç arkadaşı yoktu. Bir tane bile.
Kuzey Cambridgeshire’da Marcus’tn oynayabileceği uygun çocuklar bulunmuyordu. En yakın soylu aile Crowland’lerdi ve sadece kız çocukları vardı. Bir sonraki en iyi aile bu koşullar altında kabul edilebilir toprak sahibi soylulardandı ama oğulları tamamen yanlış yaşlardaydılar. Lord Chatteris oğlunun köylülerle vakit geçirmesine razı olacak değildi, bu yüzden sadece daha fazla öğretmen tutmuştu. Meşgul bir çocuk yalnız bir çocuk olamazdı, hem ayrıca, onun oğlunun fırıncının gürültücü ve kaba çocuklarıyla tarlalarda taşkınlık yapmak istiyor olması mümkün değildi.
Eğer kont Marcus’un fikrini sormuş olsaydı, farklı bir cevap alabilirdi. Ama kont oğlunu akşam yemeğinden hemen önce, günde bir kere görüyordu. Görüşmeleri yaklaşık on dakika sürüyor, ardından Marcus yukarı çocuk odasına, kont ise akşam yemeğine gidiyordu.
Geriye dönüp bakıldığında, Marcus’ın Eton’da çok mutsuz olmaması dikkate değerdi. Yaşıtlarıyla nasıl iletişim kuracağı hakkında hiçbir fikri yoktu. İlk gün, tüm diğer çocuklar, (onu okula bırakmış olan babasının uşağının sözleriyle) bir dizi vahşi gibi etrafta konuşurlarken, Marcus sanki kenarda durması gerekiyormuş gibi davranarak, bakışlarını başka yöne çevirmişti.
Nasıl davranacağını bilmiyordu. Ne söyleyeceğini bilmiyordu.
Ama Daniel Smythe-Smith biliyordu.
Daniel Smythe-Smith’in, Winstead Kontluğu’nun varisi olmasının yanı sıra bej kardeşi ve otuz iki birinci dereceden kuzeni vardı. Eğer diğer çocuklarla nasıl geçineceğini bilen bir çocuk varsa, oda Daniel Smythe-Smith’ti. Saatler içinde, Eton’daki küçük çocukların tartışmasız kralı olmuştu. Kendine has bir yolu vardı – kolay bir tebessüm, mutlu bir özgüven, mutlak bir utangaçlık eksikliği. Doğuştan liderdi – şaka yaptığı kadar hızla karar alabiliyordu.
Ve Marcus’ın yanındaki yatakta yatacaktı.
Birbirlerinin en iyi arkadaşı olmuşlardı ve ilk tatilde Daniel onu evine davet edince Marcus gitmişti. Daniel’ın ailesinin yaşadığı Whipple Hill, okuldan pek uzakta değildi, bu yüzden sık sık eve yolculuk yapması kolay oluyordu. Öte yandan Marcus… Cambridgeshire’ın kuzey kısımlarından geri dönmek bir günden fazla sürüyordu. İlaveten, babası okuldayken kısa tatiller için hiçbir zaman eve gitmemişti ve oğlunun da bunu yapması için bir sebep göremiyordu.
Böylece ikinci tatil gelip çatmış, Daniel gene davet etmiş ve Marcus gitmişti.
Ve sonra gene.
Gene.
Ve gene, ta ki Marcus Smythe-Smith’lerle kendi ailesinden daha fazla zaman geçirinceye kadar. Kuşkusuz kendi ailesi tam olarak bir kişiden oluşuyordu ama Marcus bu konuda durup düşündüğünde (ki bunu oldukça sık yapıyordu) Smythe-Smith ailesinin her bir ferdiyle kendi babasıyla geçirdiğinden daha fazla zaman geçirdiğini fark ediyordu.
Hatta Honoria’yla bile.
Honoria, Daniel’ın en küçük kız kardeşiydi. Smythe-Smith’lerin geri kalanının aksine, onun yaşına yakın kardeşi yoktu. Muhtemelen Leydi Winstead’in muhteşem doğurganlık kariyerini sonlandıran mutlu bir kaza olarak, ailede sonuncu kardeşinden tam beş yıl sonra dünyaya gelmişti.
Ama beş yıl büyük bir uçurumdu. Üç ablası çoktan evlenmiş veya evlenmek üzere nişanlanmıştı ve on bir yaşındaki Charlotte onunla birlikte hiçbir şey yapmak istemiyordu. Daniel da istemezdi ama yokluğu Honoria’mn kalbini garip bir şekilde özlemle dolduruyordu ki okuldan eve geldiği zaman köpek yavrusu gibi onun peşinden ayrılmazdı.
“Onunla göz teması kurma,” demişti Daniel bir seferinde Marcus’a, göle yaptıkları yürüyüş sırasında kız kardeşinden kaçınmaya çalışıyorlardı. “Eğer onu fark ettiğini belli edersen, her şey biter.”
Başları yukarda, ileri doğru bakıp kararlı bir şekilde yürüdüler. Balık tutmaya gidiyorlardı ve Honoria son seferinde tüm solucanları serbest bırakmıştı.
“Daniel!” diye bağırdı Honoria.
“Onu duymazdan gel,” diye mırıldandı Daniel.
“Daniel!!!!!!!!!!!!” Honoria’nın sesi bir çığlığa dönüşmüştü.
Daniel irkildi. “Daha hızlı,” dedi. “Eğer ormana varırsak bizi bulamaz.”
“Gölün nerede olduğunu biliyor.” Marcus’a bunu belirtmek zorunlu gibi gelmişti.
“Evet ama- ”
“Daniel!!!!!!!!!!!!”
“-Ormana yalnız gidecek olursa annemin canına okuyacağını biliyor. Honoria bile annemin bunu hoş karşılamayacağını bilir.”
“Dan- ” Ama Honoria birden sustu, sonra o kadar acıklı bir sesle konuştu ki görmezden gelmek mümkün değildi. “Marcus?”
Marcus döndü.
“Hayıııııııır!” diye haykırdı Daniel.
“Marcus!” diye mutlulukla seslendi Honoria. Öne doğru atıldı ve önlerinde durdu. “Ne yapıyorsunuz?”
“Balık tutmaya gidiyoruz,” diye homurdandı Daniel, “ve sen gelmiyorsun.”
“Ama ben balık tutmayı seviyorum.”
“Ben de öyle. Sensiz.”
Honoria yüzünü buruşturdu.
“Ağlama ama,” dedi Marcus çabucak.
Daniel hiç etkilenmemişti. “Numara yapıyor.” “Numara yapmıyorum!”
“Sakın ağlama,” diye tekrarladı Marcus, çünkü gerçekten de en önemlisi buydu.
“Eğer sizinle gelmeme izin verirseniz ağlamam,” dedi Honoria kirpiklerini kırpıştırarak.
Altı yaşında biri kirpiklerini kırpıştırmayı nasıl bilebilirdi ki? Belki de bilmiyordu, çünkü şimdi kıpır kıpır kıpırdanıyor ve gözlerini ovuşturuyordu.
“Bu defa sorun ne?” diye sordu Daniel.
“Gözüme bir şey kaçtı.”
“Belki de bir sinektir,” dedi Daniel muzipçe.
Honoria çığlık attı.
“Bu pek de akıllıca bir yorum değil,” diye belirtti Marcus.
“Çıkar şunu! Çıkar şunu!” diye ciyakladı Honoria.
“Of! sakin ol,” dedi Daniel. “Gayet iyisin.”
Ama Honoria çığlık atmaya devam ediyor, elleriyle yüzüne vuruyordu. Sonunda Marcus ellerini yakaladı ve başını tamamen sabit tuttu. Honoria’nın elleri şakaklarında, Marcus’ın elleri onun ellerinin üzerinde duruyordu. “Honoria,” dedi ciddiyetle. “Honoria!”
Honoria gözlerini kırpıştırdı ve nihayet sakinleşti.
“Sinek falan yok,” dedi Honoria’ya.
“Ama-”
“Muhtemelen bir kirpikti.”
Honoria’nın ağzı küçük bir O şeklini aldı.
“Şimdi seni bırakabilir miyim?”
Honoria evet anlamında başını salladı.
“Çığlık atmaya başlamayacaksın, değil mi?”
Honoria başını iki yana salladı.
Marcus onu yavaş yavaş serbest bıraktı ve bir adım geriye çekildi.
“Sizinle gelebilir miyim?” diye sordu Honoria.
“Hayır!” diye neredeyse uludu Daniel.
Honoria’nın gelmesini aslında Marcus da istemiyordu. Daha altı yaşındaydı. Ve bir kızdı. “Biz çok meşgul olacağız,” dedi ama sesinde Daniel’ın gösterdiği öfkeli tepkiden eser yoktu.
“Lütfen?”
Marcus inledi. Gözyaşlarıyla ıslanmış yanaklarıyla orada dururken çok kimsesiz ve üzgün görünüyordu. Açık-kahverengi saçları yandan ayrılmış ve tokayla geriye doğru at kuyruğu toplanmış, gevşekçe sırtına doğru sarkıyordu. Ve gözleri… neredeyse Daniei’ınkilerle aynı tonda, dikkat çekici şekilde parlak, eflatunumsu bir mavi tondaydı; kocaman ve nemliydi ve-
“Sana göz teması kurmamanı söylemiştim,” dedi Daniel.
Marcus inledi. “Belki sadece bu defalık.”
“Ah, sen bir meleksin!” Honoria şaşkın bir kedi gibi yukarı doğru sıçrayıp Marcus’ı kucakladı. “Oh, teşekkürler Marcus! Teşekkür ederim! Sen en iyisin! En iyinin de en iyisi!” Honoria gözlerini kısarak Daniel’a sert bir yetişkin bakışı attı. “Senin aksine.”
Daniel’ın ifadesi de bir.o kadar sevimsizdi. “En kötü olmaktan gurur duyuyorum.”
“Umurumda değil,” diye açıkladı Honoria. Marcus’ın elini yakaladı. “Gidelim mi?”
Marcus, Honoria’nın kendi elindeki eline baktı. Tamamen yabancı ve tuhaf bir duyguydu ve göğsünde pır pır etmeye başlayan oldukça nahoş duygunun panik olduğunu geç de olsa fark etti. Elini en son kimin tuttuğunu hatırlayamıyordu. Acaba dadısı mıydı? Hayır, dadısı bileğinden kavramayı severdi. Bir seferinde kâhyaya bu şekilde daha iyi kavrayabildiğim söylerken duymuştu.
Babası mıydı? Ölmeden kısa bir süre önce annesi miydi?
Kalbi küt küt atıyor, Honoria’nın küçük eli giderek kayganlaşıyordu. Marcus terliyor olmalıydı ama kendisinin terlediğinden oldukça emin olmasına rağmen, belki de Honoria terliyordu.
Aşağıya doğru Honoria’ya baktı: kız gülümsüyordu. Marcus onun elini bıraktı. “Hava hâlâ aydınlıkken gidelim,” dedi beceriksizce.
Her iki Smythe-Smith de ona merakla baktılar. “Daha ancak öğlen oldu,” dedi Daniel. “Ne kadar süre balık tutacağız ki?”
“Bilmiyorum,” dedi Marcus kendini savunurcasına. “Biraz vakit alabilir.”
Daniel başını iki yana salladı. “Babam gölü daha yeni doldurttu. Muhtemelen uzun bir bot giyip suya girerek bir balık yakalayabilirsin.”
Honoria neşeyle nefesini tuttu.
Daniel hemen ona döndü. “Bunu aklına bile getirme.” “Ama- ”
“Eğer botlarımı suda kullanmayı düşünüyorsan unut. ” Honoria suratını astı ve yere bakarak mırıldandı. “Ben kendi botlarımla girmeyi düşünüyordum.”
Marcus belli belirsiz gülümsedi. Honoria hemen hain dercesine ona bakarak karşılık verdi.
‘Yakaladığın balık çok küçük olurdu,” dedi Marcus alelacele.
Bu Honoria’yı tatmin etmiş görünmüyordu.
“Çok küçük oldukları zaman yiyemezsin,” dedi Marcus, telafi etmek isteyerek. “Çoğu kısmı kılçık olur. ” “Hadi gidelim,” diye mırıldandı Daniel. Ormanda ağır adımlarla yürürken Honoria’nın küçücük bacakları onlara yetişmek için iki misli hızla hareket ediyordu,
“Aslında balığa pek de düşkün değilim,” dedi Honoria, coşkunca konuşmaya devam ederek. “Berbat kokuyorlar. Ve tadı…”
Dönüş yolunda da konuşmaya devam ediyordu. “…Ben gene de o pembe olanın yenecek kadar büyük olduğuna eminim. Tabii eğer balık seviyorsan ama ben sevmiyorum. Ama eğer balık seviyorsan…”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bestseller Dizisi Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCennet Gibi
- Sayfa Sayısı368
- YazarJulia Quinn
- ÇevirmenNil Bosna
- ISBN9789944828260
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2014-4
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Boleyn Kızı 1. Kitap ~ Philippa Gregory
Boleyn Kızı 1. Kitap
Philippa Gregory
Bir kralın aşkı için birbiriyle savaşan iki kız kardeşin hikâyesi.. Mary Boleyn, on dört yaşında, masum bir kız olarak kraliyet sarayına geldiğinde, VIII. Henry’nin...
- İçimdeki Fırtına ~ Rosemary Rogers
İçimdeki Fırtına
Rosemary Rogers
Hiçbir erkek ona sahip olamaz! Rowena Dangerfield… Pek çok erkeğin arzuladığı ama hiçbirinin sahip olamadığı cazibeli ve akıllı bir kadın… Kaderinin çizdiği yoldan ilerler...
- Bütün Günlerin Akşamı ~ Jenny Erpenbeck
Bütün Günlerin Akşamı
Jenny Erpenbeck
İnsan kaç kere ölebilir? Ölüm ânı gelip çattığında kimdir?Bütün Günlerin Akşamı bir yolculuk: Küçük tesadüflerle başka zamanlara, başka mekânlara sürüklenen, bir yanıyla hep aynı...