Cennet Dolmuşu, romanlarıyla 20. yüzyıla damga vuran E. M. Forster’ın bir o kadar başarılı olan öykülerini bir araya getiriyor.
Cennet Dolmuşu, Forster’ın Birinci Dünya Savaşı öncesi kaleme aldığı on iki öyküden oluşuyor. “Vaizin Arkadaşı”nda bir faunla sohbet ederken, “Cennet Dolmuşu”nda cennetten dönüş biletinin peşine düşecek, “Siren’in Öyküsü”nde Capri’deki gizemli Mavi Mağara’yı keşfederken, “Kolonos Yolu”nda bir çınarın kovuğundan fışkıran suyun kaynağını arayacaksınız. 1947’de tek ciltte topladığı bu fantastik öyküleri Hermes’e ithaf eden Forster mitolojiyle bilimkurguyu, masalla gerçeği harmanlarken romanlarından aşina olduğumuz ironiden de taviz vermiyor. Forster’ın yazarlığının farklı bir yönünü gözler önüne seren bu öyküler aynı zamanda ilerde romanlarında tekrar ele alacağı temaları bir araya getiriyor.
“E. M. Forster kusursuz ve saf bir sanatçının tüm içgüdüleri ve becerilerine sahip.”
VIRGINIA WOOLF
İÇİNDEKİLER
ÖYKÜLERE DAİR GÖRSELLER………………………………………………………………………………..7
KRONOLOJİ……………………………………………………………………………………………………………………… 13
ÖNSÖZ
İKİ İSİMSİZ YAZAR: E.M. FORSTER VE ANTON ÇEHOV /
JAMES MCCONKEY………………………………………………………………………………………………………… 21
Cennet Dolmuşu
Önsöz………………………………………………………………………………………………………………………………… 39
Bir Paniğin Öyküsü……………………………………………………………………………………….. 43
Çitin Öteki Tarafı……………………………………………………………………………………………. 71
Cennet Dolmuşu…………………………………………………………………………………………………. 79
Öteki Âlem…………………………………………………………………………………………………………………. 99
Vaizin Arkadaşı………………………………………………………………………………………………..129
Kolonos Yolu…………………………………………………………………………………………………………139
Makine Duruyor……………………………………………………………………………………………….155
Ne Anlamı Var?…………………………………………………………………………………………………195
Mrs. Andrews………………………………………………………………………………………………………..217
Eşgüdüm………………………………………………………………………………………………………………………223
Siren’in Öyküsü…………………………………………………………………………………………………233
Ebedi An………………………………………………………………………………………………………………………243
SONSÖZ
FORSTER VE ÖYKÜ / DOMINIC HEAD………………………………………………………….281
Bir Paniğin Öyküsü
I
Hiç kuşkusuz, Eustace’ın gidişatı –buna gidişat denilebilirse eğer– Ravello’nun tepesindeki kestane ormanında geçirdiğimiz öğle sonrasında belirlenmişti. Hemen itiraf edeyim: Ben basit, sade bir insanım, edebi üslup konusunda hiçbir iddiam yok. Bununla birlikte, bir olayı abartmadan anlatabilmek gibi bir meziyetim de vardır; işte bu yüzden, sekiz yıl önce yaşadığımız olağanüstü olayları tarafsız bir bakış açısıyla aktarmaya karar verdim. Son derece şirin bir belde olan Ravello’nun küçük, şirin otelinde çok hoş insanlarla tanıştık. Robinson kız kardeşler, o sıralar on dört yaşlarında olan yeğenleri Eustace’la birlikte altı haftadır oradaydılar.
Mr. Sandbach da bir süredir oradaydı. İngiltere’nin kuzeyinde rahipken sağlık sorunları yüzünden istifa etmek zorunda kalmıştı; toparlanmak üzere geldiği Ravello’da, Eustace’ın ne yazık ki pek yetersiz olan eğitimini ele almış, onu seçkin özel okullarımızdan birine hazırlamaya çalışmaktaydı. Ayrıca, sözde ressam Mr. Leyland ve son olarak da, otelin sevimli sahibesi Signora Scafetti’yle İngilizce bilen sevimli garson Emmanuele vardı; ne var ki sözünü ettiğim günlerde, Emmanuele, hasta babasını ziyarete gittiği için aramızda değildi. Karım, iki kızım ve ben de bu küçük topluluğa katıldık ve sanırım memnuniyetle karşılandık. Ne var ki, saydığım kişilerin çoğundan hoşlandığım halde, ikisine hiç kanım ısınmadı. Bunların biri ressam Leyland, diğeri de Robinson kız kardeşlerin yeğeni Eustace’tı. Leyland düpedüz kibirli ve sevimsiz bir adamdı; bu özellikleri, anlatımda çeşitli örneklerle açığa çıkacağı için şimdilik üzerinde durmayacağım.
Ama Eustace sevimsiz olmanın da ötesinde, kelimelerle anlatılamayacak kadar iticiydi. Genel olarak oğlan çocuklarını severim, dolayısıyla yakınlık kurmaya hazırdım. Kızlarımla birlikte onu gezmeye davet ettik: Gelemezmiş, yürümek pek zahmetliymiş. Sonra bizimle yüzmeye gelmesini önerdim: Gelemezmiş, yüzme bilmiyormuş. “Her İngiliz genci yüzmeyi öğrenmelidir,” dedim, “ben sana öğretirim.” “Eustace, hadi yavrum, bu fırsatı kaçırma,” dedi Miss Robinson. Ama Eustace sudan korktuğunu söyledi! –Sudan korkan bir delikanlı!– Ve ben de ısrar etmedim elbette. Çalışkan bir çocuk olsaydı, o kadar aldırmazdım, ama Eustace ne oyunda gayretliydi ne de derslerinde.
En sevdiği faaliyetler, terasta bir şezlongta uzanmak ve ayaklarını sürüye sürüye, omuzları çökük, tozlu anayolda aylak aylak dolaşmaktı. Doğal olarak rengi solgun, göğsü içine çökük ve kasları gelişmemişti. Halaları narin bir çocuk olduğu kanısındaydılar; asıl derdi disiplin eksikliğiydi. O unutulması imkânsız gün, hep birlikte tepedeki kestane ormanında piknik yapmaya karar vermiştik; bir tek Janet, suluboya katedral resmini bitirmek için bizimle gelmeyip otelde kalmıştı; maalesef pek başarılı bir girişim olmadı. Bu ilgisiz ayrıntıları o gün olanlardan ayıramadığım için konuyu dağıtıyorum; piknik boyunca aramızda geçen konuşmalar için de aynı şey söz konusu: Hepsi zihnime bir bütün olarak kazıldı. İki saatlik bir tırmanıştan sonra, Robinson kız kardeşleri ve karımı taşımış olan eşekleri bırakıp hep birlikte vadiye yürüdük; adının Vallone Fontana Caroso olduğunu daha sonra öğrendim.
O günden önce de, daha sonra da, pek çok güzel manzara gördüm, ama bu kadar güzelini az gördüm. Vadi fincan biçiminde, dev bir çukurla son buluyor, etraftaki sarp dağlardan akan dereler bu çukura dökülüyordu. Hem vadi, hem dere boyları hem de dere boylarını ayıran tepeler, yemyeşil kestane ağaçlarıyla kaplıydı; dolayısıyla manzara, sanki çok parmaklı, avucu havaya çevrilmiş yeşil bir el çırpınarak bizi yakalamaya çalışıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Vadinin derinliklerinde Ravello’yu ve denizi görebiliyorduk, ama başka bir dünyanın var olduğuna dair tek belirti de buydu. “Ah, ne kadar güzel bir yer,” dedi kızım Rose. “Resmi yapılsa, bir şaheser olurdu!”
“Doğru,” dedi Mr. Sandbach, “Avrupa’nın meşhur galerileri, duvarlarında böyle bir manzarayı sergilemekten gurur duyardı.” “Aksine,” dedi Leyland, “pek vasat bir resim olurdu. Hatta resmedilmesi imkânsız.” “Neden ama?” dedi Rose, ressama layık olduğundan çok daha fazla saygı göstererek. “Bir kere,” diye cevap verdi Leyland, “tepenin çizgisi gökyüzüne dayanılmaz bir diklikte, dümdüz uzanıyor. O çizgiyi bölüp çeşitlendirmek gerekir. Ayrıca çevremizdeki bütün renkler çiğ ve tekdüze.” “Ben resimden anlamam,” diye konuşmaya katıldım, “anladığımı da iddia etmem. Ama bir şeye baktığımda güzel olup olmadığını anlarım; bu manzaradan da son derece memnunum.” “Memnun olmamak mümkün mü!” dedi Robinson kız kardeşlerin büyüğü; Mr. Sandbach da onayladı. “Heyhat!” dedi Leyland. “Hepiniz ressamın doğaya bakışıyla fotoğrafçının bakışını birbirine karıştırıyorsunuz.” Zavallı Rose yanında fotoğraf makinesini getirmiş olduğundan, bu sözleri düpedüz kabalık olarak yorumladım.
Bir tatsızlık çıkmasını istemediğim için sırtımı dönmekle yetindim ve öğle yemeği hazırlığı yapan karımla Miss Mary Robinson’a yardım ettim pek ahım şahım bir yemek değildi. “Eustace, gel bize yardım et yavrum,” dedi halası. Eustace o sabah her zamankinden de huysuzdu. Her zamanki gibi gelmek istememiş, halaları da otelde kalıp Janet’ın başına bela kesilmesine neredeyse razı olmuşlardı. Ama ben, onların izniyle spor konusunda Eustace’a oldukça sert bir nutuk çekmiştim; sonuçta bizimle gelmeyi kabul etmişti, ama her zamankinden de suskun ve somurtkandı. Eustace itaat konusunda pek başarılı sayılmazdı. Her talimata mutlaka önce itiraz eder, sonra homurdana homurdana yerine getirirdi. Benim bir oğlum olsa, mutlaka tartışmadan ve hevesle itaat etmesi konusunda ısrarlı olurdum. Sonunda,
“Geliyorum… Mary… Hala,” diye cevap verdi ve bir ağaç dalını yontarak düdük yapıp oyalandıktan sonra, bizim bütün hazırlıkları tamamladığımızdan emin olunca, yanımıza geldi. “Lütfettiniz, beyefendi!” dedim. “Her iş bittikten sonra nihayet gelip hazıra konuyorsunuz bakıyorum.” Şaka yollu paylamalara hiç katlanamayan Eustace iç geçirdi. Miss Mary, benim bütün itirazlarıma rağmen, ısrarla Eustace’a tavuğun kanadını vermek gibi bir hata yaptı.
Gayet iyi hatırlıyorum, güneşin, temiz havanın, ormanın tadını çıkaracağımıza, şımarık bir çocuğun ne yemesi gerektiği konusunda münakaşa ettiğimizi düşünüp bir anlık öfkeye kapıldım. Ama yemekten sonra Eustace o kadar göze batmadı. Bir ağacın dibine oturarak düdüğünü yonttu. Bir kez olsun bir işle meşgul olmasına şükrettim. Bizler de yere uzanıp dolce far niente1 yaptık. Güneyin tatlı kestaneleri, bizim irikıyım Kuzeylilerle kıyaslandığında, çelimsiz yeniyetmeler gibidirler. Ama dağları ve vadileri alımlı bir tül gibi baştanbaşa sarmalamışlardı; sadece iki düzlük vardı, biri bizim oturduğumuz yerdi. Kesilmiş olan bu birkaç ağaç yüzünden Leyland mal sahibine verip veriştirmeye başladı. “Doğa bütün şiirselliğini kaybediyor,” diye haykırıyordu, “Gölleri, bataklıkları kurutuluyor, denizleri dolduruluyor, ormanları kesiliyor. Nereye baksak, bayağılığın, perişanlığın yayıldığını görüyoruz.”
Mülkler konusunda tecrübe sahibi olduğumdan, ağaç kesiminin büyük ağaçların sağlığı bakımından gerekli olduğunu söyledim. Ayrıca, mülk sahibinin topraklarından hiçbir gelir elde etmemesini beklemek makul değildi. “Manzaraya ticari açıdan bakarsanız, mal sahibinin yaptıkları sizi memnun edebilir. Ama benim için bir ağacın paraya dönüştürülebileceğini düşünmek bile iğrenç bir şey.” “Doğanın armağanlarını değer taşıdıkları için itici bulmanın mantığını anlayamıyorum,” diye kibarca cevap verdim. Cevabım Leyland’ı susturmadı. “Ne olursa olsun,” diye devam etti, “hepimiz umarsızca bayağılığa gömülmüş durumdayız. Kendimi bunun dışında tutmuyorum. Nereisler’in denizleri, Oreaslar’ın dağları terk etmesi, Pan’ın artık ormanlarda barınmaması hep bizim yüzümüzden, utanç duymalıyız.”
“Pan!” diye haykırdı Mr. Sandbach; yumuşak sesi, kocaman, yeşil bir kiliseyi andıran vadide yankılandı. “Pan öldü. Bu yüzden artık ormanlarda barınmıyor.” Sonra, İsa’nın doğumu sırasında kıyıya yakın seyrederken, gür bir sesin üç kez, “Yüce Tanrı Pan öldü,” dediğini işiten denizcilerin çarpıcı öyküsünü anlattı. “Evet. Yüce Tanrı Pan öldü,” dedi Leyland. Sanatkârların pek sevdiği o sahte ıstırap havasına büründü. Bu arada purosu sönünce benden kibrit istemek zorunda kaldı. “Ne kadar ilginç,” dedi Rose. “Keşke biraz antik çağ tarihi bilseydim.” “Öğrenmeye değmez,” dedi Mr. Sandbach. “Değil mi Eustace?” Eustace düdüğünü bitirmekteydi. Halalarının sergilemesine izin verdiği çatık kaşlı öfkeyle başını kaldırıp baktı ve cevap vermedi. Konuşma çeşitli konulara dağılarak devam etti, sonra susuldu.
Mayıs ayının bulutsuz bir öğle sonrasıydı, körpe kestane yapraklarının açık yeşil tonu göğün koyu maviliğiyle gözü okşayan bir karşıtlık oluşturuyordu. Manzarayı daha iyi görebilmek için hepimiz küçük düzlüğün kenarına oturmuştuk, arkamızdaki kestane fidanlarının gölgesi yetersizdi. Bütün sesler kesildi; en azından benim hatırladığım bu; Miss Robinson’ın fark ettiği ilk huzursuzluk işareti, kuşların yaygarasıymış. Bütün sesler kesildiğinde bile, uzaktaki ulu bir kestane ağacının iki dalının, ağaç sallandıkça birbirine sürtünüşünü işitebiliyordum. Sürtünme sesi giderek seyreldi ve sonunda o ses de kesildi. Vadinin yeşil parmaklarını seyrediyordum, her şey mutlak bir kıpırtısızlığa gömülmüştü; doğa sakinken sık sık yaşadığımız gerilim duygusu, yavaşça beni pençesine alıyordu. Ansızın hepimiz, Eustace’ın düdüğünden çıkan irkiltici sesle, elektrik çarpmış gibi sarsıldık. Hayatımda duyduğum en kulak tırmalayıcı, en şiddetli sesti.
“Eustace,” dedi Miss Mary Robinson, “zavallı Julia Hala’nın başını ağrıtacaksın yavrum.” Görünüşe bakılırsa uyumakta olan Leyland yerinde doğruldu. “Oğlan çocuklarının yüceliğe, güzelliğe karşı tamamen duyarsız olması anlaşılır gibi değil,” dedi. “Böyle bir yerde huzurumuzu bozmanın yolunu bulabileceğini düşünemezdim.” Sonra o korkunç sessizlik tekrar üzerimize çöktü. Ben ayağa kalkmış, karşıdaki yamaçta açık yeşilleri koyu yeşile dönüştürerek esen hafif rüzgârı seyretmekteydim. Dayanağı olmayan uğursuz bir önseziye kapılarak arkama döndüğümde, hayretler içinde ötekilerin de ayağa kalkmış aynı şeyi seyretmekte olduğunu gördüm.
Daha sonra olanları mantıklı bir biçimde anlatmam mümkün değil; ama utanmadan itiraf edebilirim ki, tepemde pürüzsüz, masmavi gökyüzü, altımda baharla yeşermiş orman, çevremde iyi yürekli dostlar olduğu halde, müthiş bir korkuya kapıldım; böyle bir korkuyu ne daha önce ne daha sonra yaşadım, bir daha da yaşamak istemem. Diğerlerinin gözlerinde de çıplak, anlaşılmaz bir korku okunuyor, ağızları nafile konuşmaya, elleri nafile hareket etmeye çalışıyordu. Oysa çepeçevre bollukla, güzellikle, huzurla sarmalanmıştık, her şey kıpırtısızdı, sadece o hafif esinti, şimdi bizim bulunduğumuz yamaçtan yukarı yol almaktaydı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri
- Kitap AdıCennet Dolmuşu
- Sayfa Sayısı298
- YazarE. M. Forster
- ISBN9789750529689
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İtiraflarım ~ Lev N. Tolstoy
İtiraflarım
Lev N. Tolstoy
Hristiyanlığın, Ortodoks mezhebine* göre vaftiz** edildim ve bu yönde eğitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımda bu inanç çerçevesinde eğitim gördüm ama on sekiz yaşında, ikinci...
- Yer Altından Notlar ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Yer Altından Notlar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Elinizdeki notlar ve yazarı elbette ki uydurmadır. Yine de bu notların uydurucusunu ve toplumumuzun bugünkü durumunu ele alırsak; buna benzer insanların varlığını olağan karşılamaz,...
- Hindistan’a Bir Geçit ~ E. M. Forster
Hindistan’a Bir Geçit
E. M. Forster
Forster’ın son romanı Hindistan’a Bir Geçit, özelde yazarın, geneldeyse İngilizlerin Hindistan ile olan çok katmanlı ilişkisini anlatan modern bir başyapıt. Sözlüsünü ziyaret etmek için...