Leonides ailesi, büyükbabaları Aristide bir ensülin iğnesiyle cinayete kurban gidinceye dek, Üç Kuleli Malikâne’de mutlu bir yaşam sürmektedir. Bütün ipuçları cinayeti aileden birinin işlediğini gösterir. Bu yüzden cinayeti çözme görevini Sophia’nın nişanlısı Charles Hayward üstlenir.
Çarpık bir adam vardı, çarpık bir yolda yürürdü.
Çarpık bir çitin yanında, çarpık bir altı peni buldu.
Çarpık bir kedisi vardı, çarpık fareler tutardı.
Ve hepsi küçük, çarpık bir evde otururlardı…
“Çarpık Evdeki Cesetler adlı yapıtımı büyük bir zevkle kaleme aldım. En iyi romanlarımdan biri olduğuna inanıyorum.”
Agatha Christie
“Usta bir kalemin yarattığı mükemmel bir roman.”
New Statesman
1.BÖLÜM
Sophia Leonides’le savaşın sonlarına doğru Mısır’da tanıştım. Dışişleri Bakanlığı’nın yurtdışı teşkilatlarından birinde oldukça önemli, idari bir pozisyondaydı. Başlangıçta onunla yalnızca iş ge”reği bağlantım oldu. Çok geçmeden henüz çok genç olmasına rağ”men bu düzeye yükselmesine neden olan yetenek ve çalışkanlığıyla da dikkatimi çekti. Sophia Leonides o sıralar yalnızca yirmi iki yaşındaydı.
Olağanüstü güzel bir kız olmasının ötesinde parlak zekâsı ve espri anlayışıyla da çok hoşuma gidiyordu. Onunla kısa bir süre içinde arkadaş olduk. Sophia iletişim kurulması kolay bir insandı; sık sık yemeğe, arada sırada da dansa gidip birlikte güzel günler geçirdik.
Onunla olmaktan hoşlanıyordum ve Avrupa’daki savaş sona erip de Doğu hizmetine atandığımda bir şeyin farkına vardım: Sophia’yı seviyor, onunla evlenmek istiyordum…
Bunu keşfettiğimde Shepheard’s’ta yemek yiyorduk. Bu benim için sürpriz olmadı, aksine bu çoktandır bildiğim bir gerçeği algi”lamak gibi bir şeydi. Ona yeni, bambaşka bir gözle baktım, ama karşımdaki bildiğim, tanıdığım insandan farklı biri değildi. Onun her şeyini seviyordum: alnını gururla çevreleyen gür siyah saçları”ni, koyu mavi, parlak gözlerini, iradeli bir insan olduğunu belirten köşeli hafif çıkık çenesini ve biçimli burnunu. Sophia’nın üzerinde ilk bakışta çok hoşuma giden usta bir terzinin elinden çıktığı hemen anlaşılan açık gri bir tayyör ve dökümlü beyaz bir bluz vardı.
Tipik bir İngiliz görünümündeydi. Benim gibi üç yıldır va”tanından uzak kalmış biri için bu inanılmayacak kadar cazip bir görüntüydü. Hiç kimse onun kadar İngiliz olamaz diye düşündüm. Ancak bir yandan da kendime, acaba gerçekten göründüğü kadar İngiliz mi, bu olabilir mi, diye sordum. Bir şeyin gerçeği ancak ti”yatro sahnesinde rastlanılacak kadar kusursuz olabilir miydi?
Sonra birden onunla uzun uzun konuşmamıza, birçok konuyu tartışmamıza, hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız şeyler konu”sunda fikir alışverişinde bulunmamıza, gelecekten, arkadaşları”mızdan, tanıdıklarımızdan söz etmemize rağmen Sophia’nın bana evinden ya da ailesinden hiç bahsetmediğini fark ettim. Benim hakkımda neredeyse her şeyi biliyordu. (Hep dediğim gibi Sophia karşısındakini dinlemeyi çok iyi bilen biriydi.) Bense onun hakkın”da neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım sıradan, olağan bir geçmişi vardı ve o bundan -bahsedecek bir şey olmadığı için hiç söz etmemişti. Öyle ki o ana dek ben de bunun farkına bile varma”mıştım.
Sophia bana ne düşündüğümü sordu.
Doğruyu söyledim. “Seni.”
“Anlıyorum,” dedi. Gerçekten de anlıyor görünüyordu.
“Önümüzdeki birkaç yıl birbirimizi göremeyebiliriz.” dedim. “İngiltere’ye ne zaman döneceğimi bilmiyorum ama döner dönmez yapacağım ilk şey gelip seni görmek ve benimle evlenip evlenmeye”ceğini sormak olacak.”
Hiç etkilenmedi, kılı bile kıpırdamadı. Karşımda oturmuş, si”garasını içiyordu. Yüzüme bakmadı bile.
Bir an ne demek istediğimi anlamamış olabileceğini düşünüp sinirlendim.
“Bak dinle,” dedim. “Senden benimle hemen evlenmeni iste”mek gibi bir niyetim olmadığını bilmelisin. Bu konuda kesin karar”lıyım, çünkü bu doğru olmaz. Birincisi beni reddedebilirsin ve ben de bu durumda çok incinirim. Sonra da yalnızca onurumu ve özgü”venimi kurtarmış olmak için büyük olasılıkla karşıma çıkan, bana hiç çekici gelmeyen herhangi bir kadınla evlenebilirim. Reddetmez”sen, o durumda ne olacağını kim bilebilir ki! Evlenip, uzun ayrılığa dayanamayıp ayrılır mıyız, yoksa nişanlanıp uzun bir süre bekler miyiz? Açıkçası senden bunu isteyemem. Belki bu arada başka bi”riyle tanışırsın. Yalnızca bana ‘sadık’ kalmak zorunda olduğunu dü”şündüğün için yanlış bir karar vermeni istemem. Herkesin yalnızca günü yaşamak istediği, hiçbir şeyin anlam taşımadığı, bir kargaşa ve kaos döneminin içindeyiz. Etrafımızdakiler kolayca evleniyor. boşanıyor, âşık oluyor ve ayrılıyor. Evine döndüğünde kendini öz”gür ve bağımsız hissetmeni, etrafına bakıp savaş sonrasının dünya”sını anlamanı, yorumlamanı ve yapmak istediğine özgürce karar vermeni istiyorum. Seninle benim aramda sonsuza dek sürecek, ka”lici bir bağ olmalı Sophia. Başka tür bir evlilik asla istemem.” Sophia onayladı. “Ben de öyle.”
“Diğer yandan,” diye devam ettim. “Bu arada sanırım sana duygularımı… şey… yani… neler hissettiğimi… açıklamaya da hak”kım var.”
“Ancak romantik sözcükler etmek niyetinde de değilsin, öyle değil mi?” diye mırıldandı.
“Sevgilim, anlamıyor musun? Sana, seni sevdiğimi söyleme”meye çalıştığımı…”
Sözümü yarıda kesti.
“Anlıyorum Charles. Bazı şeyleri ifade etmek için o kadar il”ginç bir yöntemin var ki… ama sendeki bu farklılık hoşuma gidiyor. İngiltere’ye döndüğünde elbette gelip beni görebilirsin, tabii eğer o zaman hâlâ istiyorsan…”
Bu kez de söz kesme sırası bendeydi.
“Bundan hiç kuşkun olmasın!”
“Yanılıyorsun, her konuda bir açık kapı, ufak da olsa bir kuşku payı bırakmak gerekir Charles. Bazen hiç beklenmeyen bir şey tüm planları altüst edebilir. Ayrıca benim hakkımda çok az şey biliyor”sun, öyle değil mi?”
“Haklısın. İngiltere’nin neresinde yaşadığını bile bilmiyorum.” “Swinly Dean’de oturuyorum.”
Londra’nın dışındaki bu çok bilindik yerin adını duyunca ba”şımı salladım. Orada zengin maliyecilerin golf oynamaları için üç muhteşem golf sahası olduğunu duymuştum.
Sophia dalgın dalgın melodik bir ses tonuyla ekledi. “Küçük, çarpık bir evde…”
Şaşkınlığım yüzümden anlaşılıyor olmalıydı ki Sophia hafifçe güldü. Sonra devamını söyleyerek ünlü bir çocuk şiirinden alıntı yaptığını belirtti.
“Hepsi birlikte küçük, çarpık bir evde otururlardı… Bu aslın”da bizim yaşantımızı özetliyor. Oturduğumuz ev kesinlikle küçük sayılmaz ama gerçekten çarpık; yarısı ahşap, üçgen çatılı, kuleli tuhaf bir bina.”
“Ailen geniş mi? Ağabeylerin, kız kardeşlerin var mı?”
“Evde bir erkek ve bir kız kardeşim, annem, babam, amcam, yengem, büyükbabam, büyük teyzem ve üvey büyükannem var.” Şaşırmıştım.
“Tanrım!” diye haykırdım.
Güldü.
“Tabii ki normalde hep birlikte yaşamıyorduk. Ancak savaş koşulları, yoğun hava bombardımanları bir araya gelmemize neden oldu… ama bilmem ki belki de…” Susup kaşlarını çattı. “Belki de aile olarak ruhsal anlamda hep bir arada yaşıyorduk “büyükbaba-
min gözetimi ve yönetimi altında. Büyükbabam çok farklı, ilginç biridir… Artık seksenini geçti. Kısa boylu, ufak tefek biri ama o kadar güçlü ve canlı ki herkes onun yanında sönük kalır.”
“Gerçekten ilginç biri olmalı,” dedim.
“Öyledir. -Kendisi Aristide Leonides”İzmirli Rum bir aile”den.” Gözlerinde şakacı bir pırıltıyla ekledi. “Büyükbabam çok zen”gindir.”
“Sence savaş bittiğinde hâlâ zengin kalacak mı?”
Sophia kendinden emin bir tavırla, “Büyükbabam kalacak,” dedi. “Zenginlerden yolalım” taktikleri büyükbabama işlemez. Asıl büyükbabam kendisini sömürmeye çalışanları sömürecektir.” Bir an susup düşündükten sonra ekledi. “Acaba onu sevebilecek misin?” “Ya sen… sen seviyor musun?” diye sordum. Sophia kararlılıkla başını salladı.
“Emin ol yeryüzündeki herkesten daha fazla.”
2.BÖLÜM
İngiltere’ye ancak iki yıldan biraz daha uzun bir süre sonra dönebildim. Kolay yıllar değildi bunlar. Sophia’ya sık sık mektup yazıyor, ondan da oldukça sık haber alıyordum. Onun mektupları da benimkiler gibi aşk mektupları değildi. Daha çok yakın iki arka”daşın birbirine yazabileceği türde mektuplardı bunlar; birbirimize fikirlerimizden bahsediyor, günlük yaşantımızı anlatmaya çalışı”yorduk. Ancak Sophia’yla karşılıklı olarak duygularımızın daha da derinleştiğini, daha da güçlendiğini hissediyordum, hatta bundan emindim.
İngiltere’ye gri bulutlarla kaplı, serin bir eylül gününde dön”düm. Günbatımında ağaçlar altın gibi parıldıyorlardı. Rüzgârın şa”kacı soluğu insanın yüzünü okşuyordu. Sophia’ya havaalanından telgraf çektim:
Biraz önce döndüm. Londra’dayım. Benimle bu akşam saat dokuzda Mario’da yemek yemeye ne dersin?… Charles. Birkaç saat sonra oturmuş, Times gazetesinin ilan bölümüne göz gezdirirken birden gözüm Leonides ismine takıldı:
Brenda Leonides’in pek sevgili eşi Aristide Leonides, 19 Eylül’de Swinly Dean’de, Üç Kuleli Malikâne’de seksen
sekiz yaşında yaşama gözlerini yummuştur. Kendisine Tanrı’dan rahmet dileriz.
Hemen altında bir ilan daha vardı:
LEONIDES-Swinly Dean’deki Üç Kuleli Malikane’de birdenbire yaşama gözlerini yuman Aristide Leonides’in ölümü çocuklarını ve torunlarını sonsuz acılara boğmuştur. Çiçeklerin cenazenin düzenleneceği St. Eldred’s Kilisesi’ne gönderilmesi rica olunur.
Bu iki ilanın ardı ardına ama ayrı olması tuhafıma gitmişti. Bu gazetede çalışanlarından birinin dikkatsizliğinden kaynaklanmış olmalıydı. Benim açımdan o an için önemli olan yalnızca Sophia’ydı. Hemen ona bir telgraf daha çektim:
Büyükbabanın ölümünü gazetede okudum. Başın sağ olsun, çok üzüldüm. Seni ne zaman göreceğimi bildirirsen sevinirim. Charles. Sophia’nın telgrafını akşamüzeri saat altıda babamın evindeyken aldım.
Kısaca şöyle yazmıştı:
Saat dokuzda Mario’da olacağım. Sophia.
Onu yeniden göreceğimi düşündükçe hem heyecanlanıyor, hem de endişeleniyordum. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Mario’ya randevu saatinden yirmi dakika erken gittim. Sophia ise beş dakika geç geldi.
Uzun süreden beri görmediğiniz, ama aklınızdan bir an bile çı”karamadığınız bir insanla ilk karşılaşmanızın büyük bir şok olması kadar doğal bir şey olabilir mi? Sophia restoranın camlı döner kapı”sından içeri girdiği anda kendimi gerçeküstü bir dünyadaymış gibi hissettim. Siyahlar içindeydi. Bu her nedense beni şaşırttı. Resto”randaki kadınların çoğu da siyah giymişti ama Sophia’nın üzerindekilerin yas giysisi olduğu o kadar belirgindi ki… belki de bana öyle gelmişti. Her neyse bu beni şaşırttı, çünkü Sophia çok yakını olsa bile yasını siyahlar giyerek ilan etmek isteyecek tipte bir kız değildi. Önce barda kokteyl içtik. Sonra salona geçerek, ayırttığım masaya oturduk. Heyecanla çabuk çabuk konuşuyor, birbirimize Kahire’de edindiğimiz eski dostlarımız hakkında sorular yönelti”yorduk. Yapay, gelişigüzel bir konuşmaydı bu ama en azından ilk karşılaşmanın çekingenliğini atmamıza yardımcı oldu. Sophia’ya, büyükbabasının ölümünden dolayı başsağlığı diledim, o bunun “çok ani” olduğunu söyledi. Sonra yine eski günleri konuşmaya döndük. İşte o zaman bir tuhaflık olduğunu hissettim ve anlam veremediğim bir şekilde tedirgin oldum. Bu yeniden karşılaşmış olmanın çekin”genliğinin çok ötesinde bir şeydi. Bir terslik vardı; bariz bir terslikti bu ve Sophia’dan kaynaklanıyordu. Sophia bir tuhaftı. Yoksa bana başka biriyle tanıştığını, onu benden çok sevdiğini söylemekten mi çekiyordu? Bana olan duygularında yanıldığını itiraf etmekte mi zorlanıyordu?
Yine de ben sorunun bu olduğunu düşünmüyordum ama ne olduğunu da anlayamıyordum. Bu arada aynı ruhsuz, boş konuşma”yı sürdürüyorduk.
Ve sonra birden garson kahve fincanlarımızı masaya bırakıp nazik bir reveransla geri çekilirken her şey yerli yerine oturdu. Sophia’yla yine eskiden olduğu gibi bir lokantada, küçük bir masa”da karşı karşıya oturuyorduk. Ve sanki birbirimizden ayrı kaldığımız o yıllar hiç yaşanmamıştı. “Sophia,” dedim.
Hemen karşılık verdi. “Charles!”
Rahat bir soluk aldım.
“Neyse, bitti artık, geçti, zor günler geride kaldı,” dedim. “Biz ne yaptık böyle?”
Derin derin iç geçirdi.
“Herhalde benim hatamdı. Aptalca davrandım.” “Ama artık her şey yolunda, değil mi?” “Evet, yolunda.”
Birbirimize gülümsedik.
“Sevgilim!” dedim ve ekledim. “Ne zaman evleniyoruz?” Yüzündeki gülümseme kayboldu. Yine o eski ifadeye büründü. Yavaşça, “Bilmiyorum…” dedi. “Aslında seninle evlenebilece”ğimden de emin değilim Charles.”
“Ama Sophia! Neden? Yoksa sana bir yabancı gibi mi görünü”yorum? Yeniden bana alışmak için zamana mı gereksinim duyuyor”sun? Yoksa başka biri mi var? Hayır…” Birden sustum. “Aptallık bu. Sorun bunların hiçbiri değil…”
Başını salladı. “Hayır, değil.” Bekledim.
Neden sonra kısık bir sesle açıkladı. “Sorun… büyükbabamın ölümü.”
“Büyükbabanın ölümü mü? Neden? Bu bizi neden etkilesin ki? Ne fark eder? Yoksa… Böyle bir şey düşünmüş olabileceğine inanmak istemiyorum. Yoksa sorun para mı? Yani… büyükbaban sana bir şey bırakmadı mı? İyi de sevgilim, bunun benim için bir önemi olduğunu mu sanıyorsun?…”
“Sorun para değil.” Dudaklarında acı bir gülümseme belirip kayboldu. “Eskilerin deyişiyle benimle ‘her şekilde gözün kapalı’ evlenmeye hazır olduğundan eminim. Ayrıca büyükbabamın yaşa”mi boyunca parayla ilgili bir sıkıntısı olmadı Charles.” “Peki, o zaman sorun ne?”
“Yalnızca onun ölümü… yani Charles… ben onun… eceliyle öl”mediğini düşünüyorum. Doğal bir ölüm değil bu. Yani, sanırım… o öldürüldü.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇarpık Evdeki Cesetler
- Sayfa Sayısı248
- YazarAgatha Christie
- ISBN9789754052213
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Diriliş ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Diriliş
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoyun en önemli üç romanından biri olan Diriliş, bir insanın geçirdiği sarsıcı değişimin romanıdır. Zengin Prens Nehlüdov, hizmetçi Maslovayı baştan çıkarıp terk ederek hırs...
- İsimsiz Kafe ~ Robert Seethaler
İsimsiz Kafe
Robert Seethaler
1966, Viyana. İkinci Dünya Savaşı’ndan yirmi yıl sonra şehir küllerinden doğarken sezonluk işçi Robert Simon da bu heyecana kapılır ve bir dükkân kiralayıp kendi...
- Camdan Kalp ~ Robyn Dehart
Camdan Kalp
Robyn Dehart
Camdan Kalp Etrafındaki güzelliklere karşı -henüz kendi güzelliğinden habersiz- keskin bir sanatçı gözüne sahip Claudia, kendini babasına adamış bir evlat olarak onun seçtiği erkekle...