Faulkner’ın son romanı “Çapulcular”, yazarın hayali coğrafyası Yoknapatawpha’ya otomobillerin girdiği ve böylece modernleşmenin yeni bir ivme kazandığı 1905 yılında geçer. Bölgenin önde gelen ailelerinden Priest’lerin ilk otomobilini kaçıran üç beklenmedik kahraman vardır romanın merkezinde: On bir yaşındaki Lucius Priest; ailenin himayesindeki çocuksu, fevri, otomobil sevdalısı Boon Hogganbeck ve bu yeni icada şüpheyle bakan kurnaz arabacı Ned. Üç kafadar, otomobillerin hayata girişiyle hızla değişmekte olan manzara boyunca bölgenin en büyük şehri Memphis’e doğru yol alırken beklenmedik olay ve mekânların içinde bulacaklardır kendilerini: Çalınan bir at, bir genelev, nezaret ve sonunda bütün kaderlerinin bağlı olduğu bir at yarışı. Bir büyüme hikâyesine dönüşen bu macerayı, aradan yıllar geçtikten sonra torununa anlatan Lucius’tan dinleriz.
“Çapulcular”, atlara ve otomobillere, doğanın modern çağ tarafından geri dönmemecesine değiştirilmesine ve zamanın acımasızca geçişine dair, çılgınca bir enerjiyle dolup taşan bir roman.
Faulkner’la daha önce tanışmamış okurlar, “Çapulcular”dan bir yudumla başladıktan sonra kendini tutamayıp daha fazla içmek isteyebilir.
The Washington Times
Faulkner’dan başka hiç kimse yazıya yüreğinden ve ruhundan bu kadar çok şey katmamıştır.
Eudora Welty
*
Bir
Şöyle dedi dedem:
Sana Boon Hogganbeck’in nasıl bir adam olduğunu tarif eden bir olay anlatayım. Duvara asılsa, bir Bertillon şeması veya polis afişi gibi onun mezar kitabesi olabilirdi; Mississippi’nin kuzeyindeki her polis tarihi okur okumaz her türlü kalabalığın arasında onu bulup tutuklardı.
Cumartesi sabahı saat on sularıydı. Biz –büyük dedenle ben– ofisteydik, babam masasına oturmuş branda çuvaldaki parayı sayarak az önce meydandan toplayıp getirdiğim faturaların listesiyle karşılaştırıyordu; ben de duvar kenarındaki bir sandalyeye oturmuş cumartesileri aldığım on sentlik (haftalık) ücretimi bekliyordum. Bu iş bitince eve gidip yemek yiyecektik ve sonunda kahvaltı saatinden beri bensiz devam eden beyzbol maçına (aylardan mayıstı) katılabilecektim. İşin mantığı (benim değil, büyük dedenin mantığı) şuydu; bir erkek on bir yaşında en az bir yıldır para kazanıyor olmalı ve dünya ekonomisinde (en azından Mississippi, Jefferson ekonomisinde) kapladığı alanın, işgal ettiği yerin sorumluluğunu almalıydı. Her cumartesi sabahı, diğer çocuklar sokakta beyzbol toplarını, sopalarını ve eldivenlerini kuşanırken ben kahvaltı biter bitmez babamla birlikte evden çıkardım – benden daha küçük ve dolayısıyla daha ufak tefek olan üç erkek kardeşim şanslıydı, çünkü babamın mantığı veya ön kabulü şu şekilde işliyor görünüyordu: Her işinin ehli yetişkin erkek dört çocuğun ekonomik yükünü karşılayabileceği veya üstlenebileceği için, çocukların herhangi birinin, ama muhakkak en büyüğünün, şahsına ait zaruri ekonomik yükü sırtlanması yeterli olurdu; bizim düzenimizde benim görevim siyah arabacılarımızın hafta boyu depodan alıp bakkaliye, hırdavat ve çiftçi ikmal dükkânlarının arka kapılarına teslim ettiği nakliye sandıklarıyla kasalarının faturalarını alıp her cumartesi sabahı bu dükkânları dolaşmak ve ödenen parayı doldurduğum branda çuvalı babam içindekileri sayıp faturalarla karşılaştırsın diye kiralık at arabası ahırına geri getirmekti. Arkasından sabahın geri kalanı boyunca görünürde telefona cevap vermek için ofiste oturup beklerdim – bunların hepsini haftada on sent karşılığında yapıyordum ve bu miktarın tüm masraflarımı karşıladığı düşünülüyordu.
Boon kapıdan içeri zıpladığında bu şekilde meşguldük. Doğru, evet. Zıplayarak girdi içeri. Koridorla oda arasındaki basamak on bir yaşındaki bir çocuk için bile fazla yüksek sayılmazdı (gerçi baş seyis John Powell en genç arabacı Son Thomas’a basamak olarak kullanayım diye bir yerlerden bir ahşap blok buldurmuş, ödünç aldırmış, istetmiş veya aşırtmıştı) ve bir doksan boyundaki Boon her zamanki gibi buna basarak içeri gelebilirdi. Fakat bu kez öyle yapmamış, odanın içine zıplamıştı. Normalde de hiçbir zaman özellikle nazik veya sakin görünmeyen Boon, o anda heyecandan, aceleden veya artık ne hissediyorsa onun yüküyle omuzlarının üstünde patlayacakmış gibi görünen yüzüyle ofisin diğer ucuna, masaya doğru zıplarken “Dikkat, Mr. Maury, çekilin yolumdan” diye seslendiği babamın üstüne doğru atılıp kiralık araba ahırımızdaki tek tabancanın durduğu alt çekmeceye hamle yaptı; sandalyenin (tekerlekli küçük bir sandalyeydi) arkaya devrilmesine çekmeceye hamle yapan Boon mu yoksa Boon’un uzanan elini tekmelemek için kendine alan açmak amacıyla sandalyeyi geriye doğru iten babam mı neden oldu bilmiyorum ama özenle üst üste dizilmiş bozuk paralar masanın dört bir yanına dağıldı ve hâlâ çekmeceyi, Boon’un elini veya ikisini birden tekmeleyen babam haykırmaya başladı:
“Hay belanı, kes şunu!”
“Ludus’u vuracağım!” diye haykırdı Boon.
“Meydanın öbür tarafına ulaşmıştır şimdiden! Dikkat, Mr. Maury!”
“Olmaz!” dedi babam.
“Çekil!”
“Tabancayı bana vermeyecek misiniz?” dedi Boon.
“Hayır, kahrolası” dedi babam.
“Peki o halde” diyen Boon yeniden zıplayarak kapıya doğru atıldı ve dışarı çıktı. Fakat babam orada öylece oturuyordu. Otuzlu ve kırklı yaşlarını geçmiş insanların bu saftirik hallerini sen de sık sık fark etmişsindir eminim. Unutkanlıktan söz etmiyorum. Öylesi yanıltıcı ve kolay olur; ah babamız (veya dedemiz) ya da ah anneciğimiz (veya ninemiz), artık çok yaşlandılar, unutkanlaştılar demek kolaya kaçmak olur. Çünkü bazı şeyler, hayatın bazı katı gerçekleri kaç yaşına gelirsen gel unutulmaz. Bir hendek, derin bir yarık vardır mesela; çocukken üstüne atılmış bir tahtaya basıp geçmişsindir.
Otuz beş kırk yıl sonra ayak sürüyerek, titrek adımlarla geri geldiğinde tahta yerinde yoktur; varlığını bile hatırlamayabilirsin ama bir zamanlar üzerinde tahta uzanan o boşluğun yerçekimine adım atmazsın. Babamın durumu buydu o sırada. Boon aniden zıplayarak ofise dalmış, babamı sandalyesiyle birlikte neredeyse yere devirmiş, tabancanın durduğu çekmeceyi çekiştirmiş, babam da tekmeleyerek veya tepinerek ya da bir şekilde onun elini uzaklaştırmayı başarmış, ardından Boon dönüp ofisten dışarı fırlamış ve göründüğü kadarıyla babam da besbelli olayın bundan ibaret olduğunu ve sonlandığını sanmıştı. Sayıp sövmeyi bile ilkeleri gereği bırakmış, acil bir durum söz konusu değilmiş gibi sandalyeyi yeniden masaya yaklaştırmış, dört bir yana saçılan paraları en baştan sayması gerektiğini görünce Boon’a tabanca yüzünden değil sırf Boon Hogganbeck olduğu için yeniden küfretmeye başlamıştı ki durumu ona açıkladım.
“John Powell’ınkini almaya gitti” dedim.
“Ne?” dedi babam. Sonra o da yerinden zıpladı ve birlikte ofisten dışarı fırladık, koridor boyunca koşup ahırın arkasındaki avluya, nalbant Gabe’in üç katırı ve koşu atlarından birini nallamasına yardım eden John Powell’la Luster’ın yanına koştuk. Babam artık sövüp saymaya vakit bile ayırmıyor, yalnızca üç adımda bir “John! Boon! John! Boon!” diye haykırıyordu.
Ama yine geç kalmıştı. Çünkü Boon onu –bizi– kandırmıştı. Çünkü John Powell’ın tabancası ahırda yalnızca ahlaki bir sorun teşkil etmekle kalmıyordu, bunun yanında duygusal bir meseleydi. Kısa namlulu 41 kalibre revolver epey eskiydi ama kusursuz durumdaydı çünkü John yirmi bir yaşında babasından satın aldığı günden beri öyle kalmasına özen göstermişti. Yalnız, aslında yanında olmaması gerekirdi. Demek istediğim, resmi olarak yoktu o tabanca. Ahır kadar eski, sözsüz bir hükme göre, işyeriyle bağlantılı tek silah ofisteki masanın sağ alt çekmecesinde duran tabancaydı ve ortak centilmenlik anlaşması uyarınca işyeri çalışanlarından hiçbiri işbaşı yaptığı saatten eve dönüş saatine dek yanında getirmek şöyle dursun, ateşli bir silaha dokunmazdı bile. Fakat –durumu hepimize açıklayan ve müşterek sempatimizle anlayışımızı kazanan John’un yanında, o hayal edilemeyecek kriz gerçekten çıkacak olursa dünyaya, hatta babama bile karşı koyacak birleşik ve bölünmez bir müttefikler cephesi vardı, zaten Boon Hogganbeck olmasa kriz çıkacağı da yoktu– (John) bize tabancanın parasını çiftlikte babasına yardım etmekle meşgul olmadığı, istediği gibi yiyip içmeye ya da uyumaya ayırabileceği kendine ait saatlerde çalışarak nasıl kazandığını, sonunda yirmi birinci doğum gününde son madeni parayı da babasının avucuna koyup tabancayı ondan nasıl satın aldığını anlatmıştı; tabancanın erkekliğinin somut kanıtı, artık yirmi bir yaşında bir erkek oluşunun silinmez simgesi olduğunu söylemiş, tetiğini bir insana karşı çekmeye asla niyeti olmadığını, hatta bunu gerektirebilecek koşulları hayal etmeyi dahi reddettiğini, fakat tabancayı üstünde taşımak zorunda olduğunu anlatmıştı; işe gelirken onu evde bırakması erkekliğini uzak bir köşedeki dolapta veya çekmecede bırakmasıyla aynı şeydi; tabancayı evde bırakmakla işe gelmemek arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağı an gelecek olursa yapabileceği tek tercih olduğunu da eklemişti (ve biz de ona inanmıştık).
Böylece karısı başta iş tulumuna, önlüğünün iç kısmına tam tabancanın sığacağı ölçülerde sağlam ve düzgün bir cep dikmişti. Fakat bunun uygun düşmeyeceğini John bizzat hemen anlamıştı. Tabanca telafisi olmayan bir anda düşebileceğinden değil, biçimi kumaşın arkasından apaçık belli olduğu, tabancadan başka bir şey olamayacağı hemen anlaşıldığı için. Bize göre belli olmuyordu çünkü hepimiz orada olduğunun farkındaydık; ahırın beyaz ustabaşısı Mr. Ballott’tan (gece vardiyasında çalıştığı için aslında şu anda evde, yatağında olması gereken) yardımcısı Boon’a, siyah arabacılar ve seyislerden ahır bölmelerini temizleyen en alt seviyeli çalışanlara kadar herkes, yalnızca cumartesileri nakliye faturalarını toplayıp telefonlara bakan ben dahil hepimiz tabancanın yerini biliyorduk. Tütünden sararmış sakalıyla pis bir adam olan İhtiyar Dan Grinnup bile biliyordu tabancanın yerini; asla sarhoşluktan yıkılacak hale gelmeden sürekli sarhoş gezmeyi başarabilen bu adamın ahırda resmi bir görevi yoktu ve nedeni belki bir ölçüde viski olsa da bilhassa aslında Grinnup değil Grenier olan aile adıydı; çaptan düşene dek bölgenin en eski adlarından biriydi bu –Bağımsızlık’tan sonra Virginia ve Carolina dağlarını aşarak bin yedi yüz doksanlarda Mississippi’ye gelen ihtiyar Doktor Habersham, hizmetkârı Alexander Holston ve Huguenot Louis Grenier, Jefferson’ı kurup adını koyan kişilerdi– ve (ihtiyar Dan) belli bir yerde yaşamıyordu (bir zamanlar Grenier plantasyonunun parçası olan Fransız’ın Dönemeci’nin ötesindeki nehir cengelinde bir çadırda yaşayan ahmak bir yeğeni mi kuzeni mi, işte öyle bir akrabasından başka kimsesi yoktu) ve (ihtiyar Dan) asla araba süremeyecek kadar sarhoş olmadan tam zamanında ahırda belirip kiralık at arabasını depoya götürür, akşam 21:30 ve sabah 04:12 trenlerini karşılar, seyyar satıcıları otele taşır ya da opera salonunda balo, minstrel gösterisi* veya tiyatro oyunları düzenlenen akşamlarda gece boyu çalışırdı (kimi zaman içkinin etkisiyle soğuk ve küçümser bir hal alıp bir zamanlar Yoknapatawpha cemiyetini yöneten Grenier’lerin şimdi aynı cemiyetin arabacısı olduğunu söylerdi) ve bazıları ona hâlâ iş verilmesinin kızının Mr. Ballott’ın ilk eşi olmasından kaynaklandığını iddia ederdi ama biz ahırdakiler bunun sebebinin babamın küçükken ihtiyar Dan’in babasıyla Fransız’ın Dönemeci’nde tilki avına çıkması olduğunu düşünüyorduk.
Yalnız bizler değil babam da biliyordu (tabancanın) yerini. O da haberdardı varlığından. Haberdar olmak zorundaydı çünkü işyerimiz fazla küçük, fazla içli dışlı, fazla dip dibeydi. Yani babamın ahlaki ikilemi de John Powell’ınkinin aynısıydı ve ikisi de durumu biliyor, konuyu iki centilmenin karşılıklı yapmak zorunda olduğu ve yapması gerektiği gibi ele alıyordu: Babam tabancanın varlığından haberdar olduğunu kabul etmek zorunda kalacak olursa John’a yarın onu evde bırakmasını veya gelmemesini söylemek zorunda kalacaktı. John da bunu bildiğinden ve bir centilmen olduğundan, asla babamı tabancanın yerini bildiğini kabul etmek zorunda bırakan kişi olmayacaktı. Böylece, John’un karısı tabanca cebini kocasının iş tulumunun önlüğü yerine kazağının sol kolunun altına, kazağı giydiği zaman veya (şimdiki gibi) sıcak havalarda koşum takımı odasındaki kişisel çivisine astığında görünmeyecek (en azından dikkat çekmeyecek) bir yere dikmişti. Bu saatlerde koşarak ahıra dönmesine neden olan şeylere karşı savunmasız olacağı kasaba meydanında takılmak yerine evde yatağında olması için para alan, bir anlamda bunu vaat etmiş sayılan Boon bir dakika önce zıplayarak ofis kapısından içeri girip hem babamı hem John Powell’ı yalancı çıkardığında tabancanın durumu buydu.
Babam yine geç kalmıştı. Boon onu –bizi– kandırmıştı. Çünkü koşum odasındaki çividen Boon da haberdardı. Zekiydi de, ofisten geçmek zorunda kalacağı koridordan dönmeyecek kadar zekiydi; avluya ulaştığımızda John, Luster ve Gabe (üç katır ve bir atla birlikte) hâlâ Boon’un saniyeler önce elinde tabancayla fırlayıp gözden kaybolduğu yan kapının sallanan kanatlarına bakıyorlardı. Aralarındaki müşterek imtiyaz anlaşması yerle bir olurken babamla John on saniye kadar bakıştılar. Gerçi imtiyazın sorumluluğu hâlâ yerli yerindeydi.
“Benimdi” dedi John.
“Evet” dedi babam.
“Meydanda Ludus’u görmüş.”
“Ben onu yakalarım” dedi John. “Alırım elinden. Git deyin yeter.”
“Birisi Ludus’u bulsun” dedi Gabe. Kısa boylu olmasına rağmen müthiş cüsseli bir adamdı, Boon’dan daha iriyarıydı ve bacaklarından biri mesleği nedeniyle aldığı eski bir hasar yüzünden korkunç bir şekilde eğrilmişti; bir atın veya katırın arka bacağını kaldırıp hayvanın bükülen dizini kilitler ve (tutunacak bir şey –bir direk veya ne olursa– bulursa) at veya katır ne kadar çırpınsa da bir şey yapamazdı; ne ayağını çekip kurtarabilir ne de diğer ayağıyla Gabe’i tepecek dengeyi bulabilirdi. “Baksana Luster, sen fırla da yakala–”
“Ludus’u bulmaya gerek yok” dedi John. “Ludus meydandakiler arasında en güvende olan kişi. Boon Hoggenback’in” –Mister dememişti ve babamın onu duyduğunu biliyordu; bunu eşiti kabul ettiği hiçbir beyazın duyabileceği yerde söylemezlik etmezdi, çünkü John bir centilmendi. Fakat babam da imtiyazı hak ediyordu; affedilmez olan o tabancaydı ve babam bunu biliyordu– “nasıl ateş ettiğini gördüm. Emredin yeter, Mr. Maury.”
“Hayır” dedi babam. “Sen ofise koşup Mr. Hampton’ı ara.” (Evet, doğru. O zamanlar da şerif bir Hampton’dı; şimdikinin dedesi.) “Mr. Boon’u elinden geldiğince hızlı yakalasın dedi dersin.” Babam avlu kapısına ilerledi.
“Onunla git” dedi Gabe, Luster’a. “Koşacak birine ihtiyacı olabilir. Kapıyı da sürgüle.”
Böylece üçümüz ara sokaktan meydana doğru koşturduk, onlara yetişmek için adımlarımı koşarcasına atıyordum, aslında Boon’u yakalamaya değil, daha ziyade Boon ve tabancayla John Powell’ın arasında kalmaya çalışıyorduk. Çünkü John’un da söylediği üzere kimsenin Ludus’u bulmasına gerek yoktu. Boon’un nasıl bir nişancı olduğunu hepimiz biliyorduk, Boon nişan alıp tam üzerine ateş ederse Ludus güvende demekti. O (Ludus) geçen salı sabahına dek arabacılarımızdan biriydi ve Boon’un, Mr. Ballott’ın, John Powell’ın ve biraz da bizzat Ludus’un anlattıklarından çıkarabildiğimiz kadarıyla durumun bu hale gelmesine neden olan olaylar şöyle gelişmişti: Bir iki hafta kadar önce Ludus, kasabadan yaklaşık on kilometre uzaktaki bir çiftlikte yaşayan kiracı rençberin kızıyla (veya karısıydı; hangisi olduğunu bilmiyorduk) görüşmeye başlamıştı. Boon pazartesi akşamı Mr. Ballott’tan akşam vardiyasını devralmaya geldiğinde tüm atlar, arabalar ve arabacılar Ludus hariç yerindeydi. Mr. Ballott, Boon’a Ludus geldiğinde telefonla haber vermesini söyleyip evine gitmişti. Mr. Ballott’ın beyanı bu kadardı. Boon’un bazı bölümleri John Powell tarafından teyit edilen (babam herkesten bir süre önce eve dönmüştü) ifadesi ise şöyleydi: Mr. Ballott kapıdan çıkar çıkmaz Ludus yürüyerek arka kapıdan içeri girmişti. Boon’a araba tekerleklerinden birinin lastiğinin gevşediğini, bizim eve uğrayıp babamı gördüğünü, babamın ona arabayı çayırdaki su birikintisine sürmesini, böylece tekerleğin ahşabının şişip lastiğe oturacağını, katırları da bizim ahırlara koyup beslemesini ve sabah gelip almasını söylediğini anlatmıştı. Boon’un bunlara inanmasını bekleyebilirdiniz fakat John Powell söylenenlerin doğru olmadığını saniyesinde anlamıştı çünkü söz konusu iki kişiyi tanıyan herkes, araba hakkında o gecelik hangi tasarrufta bulunmuş olursa olsun babamın Ludus’tan katırları gereği gibi temizlenip beslenmek üzere kiralık araba ahırındaki bölmelerine götürmesini isteyeceğini bilirdi. Ama Boon ona bunların söylendiğini iddia etmiş, Mr. Ballott’a haber verip akşam yemeği sırasında onu rahatsız etmemesinin nedenini babamın katırlarla arabanın nerede olduğunu bilmesi ve onların sahibinin Mr. Ballott değil babam olmasıyla açıklamıştı.
Şimdi John Powell’ın anlattıklarına gelelim; gerçi gönülsüzce konuşmuştu zira Boon onun (John’un) hakikat hakkındaki sessizliğini ırkına duyduğu bağlılıktan daha büyük bir ahlaki mesele haline getirmese muhtemelen ağzını hiç açmayacaktı. Mr. Ballott ahırı Boon’un sorumluluğuna bırakıp ön kapıdan çıkar çıkmaz Ludus’un boş ellerle arka kapıdan içeri girdiğini görünce John Powell onun anlatacağı hikâyeyi dinlemeye zahmet etmemişti bile. Koridordan avluya geçip arka sokağa çıkmış, sokağın sonuna gitmişti ve Ludus oraya döndüğünde arabanın yanında bekliyordu. Arabaya bir çuval un, şişe içinde bir galon gazyağı ve (John’un dediğine göre) beş sentlik naneli şeker torbası yüklenmişti. Olanlar aşağı yukarı şöyle gelişmiş olmalıydı çünkü ahırın içindeyken John’un bir katır veya at …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇapulcular
- Sayfa Sayısı256
- YazarWilliam Faulkner
- ISBN9789750863509
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Gençlik ~ Patrick Modiano
Bir Gençlik
Patrick Modiano
Evet, yarın değil öbür gün yola çıkmaları gerekiyordu. Bunu düşününce Louis’nin içini bir çaresizlik duygusu kaplıyordu. Paris’te ne yapacaklardı? Bu iki İngiliz’e açılma, hatta...
- Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi ~ Juniçiro Tanizaki
Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi
Juniçiro Tanizaki
Geçen gün hastanede tomografi çektirdiğim zaman kanser olabilir dediklerinde bizim hanım ve hemşirenin yüzü sapsarı olmuş gibiydi, ama ben hiç oralı olmadım. Bu kadar...
- Demiryolu Çocukları ~ Edith Nesbit
Demiryolu Çocukları
Edith Nesbit
Demiryolu Çocukları kara trenlerin ardından heyecan, sevinç ve şaşkınlıkla el sallayan çocukların maceralarını anlatmasına rağmen, teknolojik çağımızda hâlâ güncelliğini koruyan bir roman. Roberta, Peter...