Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz birinci kitabı Canavar Alayı, savaş meydanlarında yitip giden nice isimsiz ruhun anısına adanmış, savaş külliyatını hallaç pamuğu gibi atan destansı bir eser.
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan kırk bir kitaplık serinin, emsalsiz bir cengâverin portresini çizen bu nefes kesici macerası, “Sanayi Devrimi” romanlarının da üçüncü halkası.
İyi adamlarla kötü adamları karşı karşıya getiren nice savaşların ardında yatan sırları ve yalanları birer birer açığa çıkaran roman, hayatları boyunca her yerde örselenmiş yiğit kadınların namını yürütmekten de geri kalmıyor.
“Her zaman bir savaş vardı.”
İnsanlık var oldukça önlenemez savaş. Diskdünya da maalesef bu hakikatten azade değil; o yüzden iki küçük devletin, Borogravia ile Zlobenia’nın arasındaki anlamsız mücadele de ne yazık ki kılıç yoluyla sonlanacak gibi. Fakat bu kez, çamurlu toprakların ve amansız dövüşlerin ortasında bambaşka, oraya hiç ”ait olmayan” biri var.
“Askerlik zor değildir. Zor olsa, askerler yapamazdı.”
Ağabeyini bulmak için erkek kılığına giren Polly de bu düşüncede ki, gözünü karartıp orduya yazılıyor. Söylediği yalanın mumunu söndürmemek ve omuzladığı büyük sırların altında ezilememek için de düşmanın tam kalbine dalıyor. Savaşı durdurmak, başlatmaktan çok daha zor olsa da bir şeyler yapılmalı. Kimbilir, belki de dünya, zannettiğimiz kadar büyük değildir. Hele ki “Canavar Alayı” mangasının gözü pek neferleri ortalığın tozunu attırmaya bu kadar hevesliyken…
Kaybettikleri kesin olan savaşı bile kazandıklarını düşündüren bir egoya sahip “adam gibi adam”larla dolu er meydanında cenk etmeye soyunan, bedeni narin ama ruhu cesur askerlerin izinden gidip askerliğin kitabını yeni baştan yazan Terry Pratchett, barışta olduğu kadar savaşta da eşitlikçi bir dünya düzeninden bahis açıyor.
“Erkek aslan aslında ödleğin tekidir. Başına bela açmak istiyorsan, asıl dişi aslana bulaşman lazım. Katildir onlar, birlikte avlanırlar. Her yerde aynı. Büyük sorun istiyorsan, kadınlara bulaşacaksın.”
Polly aynanın önünde saçlarını kesiyordu. Saçlarını kestiği için fazla vicdan azabı çekmiyordu ve bu yüzden biraz vicdan azabı çekiyordu. Güya saçları en dikkat çekici özelliğiydi, herkes çok güzel olduklarını belirtirdi ama Polly çalışırken onları genellikle topluyordu. Kendi kendine de hep, bu kadar güzel saçların onda heder olduğunu söylerdi. Şimdi, altın rengi uzun buklelerin, bu amaç için serdiği küçük örtüye düşmesine dikkat ediyordu. İçinde güçlü hisler uyandığını itiraf edecek olsa, genç bir erkeğe benzemek için saçlarını kesmesinin yetiyor olmasına ne kadar bozulduğunu söylerdi. Göğüslerini sıkıca sarması falan bile gerekmemişti; normalde öyle yapıldığını işitmişti zira.
Evet, doğası gereği bu alanda herhangi bir sorun yaşamayacaktı. Makas darbelerinin etkisi düzensizdi ama ortaya çıkan sonuç, bu yöredeki olağan erkek saç modellerinden daha beter değildi. İşe yarardı. Ensesi biraz üşüdü fakat bunun tek sebebi yeni saçları değildi. Ensesine dikilmiş Bakışlar vardı. Düşes, yatağın üzerinden onu izlemekteydi. Kalitesiz bir ahşap baskıydı ve daha ziyade kırmızı-mavi renkler kullanılarak elle boyanmıştı. Pek de çekici olmayan orta yaşlı bir kadının resmiydi bu. Kadının sarkık gıdısı ve hafifçe pörtlek gözleri, elbise giydirilmiş büyük bir balık izlenimi uyandırıyordu ama sanatçı o tuhaf, boş ifadede fazladan bir şeyler daha yakalamayı başarmıştı. Bazı portrelerin gözleri sizi odada takip eder ya; işte bu portre kafanızın içini görüyordu. Her evde bulabileceğiniz bir simaydı. Borogravia’da herkes, Düşes’in bakışları altında büyürdü.
Polly, anne babasının odasında da bu resimlerden bir tane olduğunu ve annesinin, yaşarken, her gece onun önünde reverans yaptığını hatırlıyordu. Uzandı ve tablonun yüzünü duvara çevirdi. Kafasının içinde bir ses hayır dediyse de Polly onu duymazdan geldi. Kararını vermişti. Sonra ağabeyinin giysilerini giydi, örtüde biriken saçları küçük bir torbaya koydu, torbayı yedek giysileriyle birlikte çantasının dibine yerleştirdi, yatağına bir not bıraktı, çantayı aldı ve pencereden çıktı. En azından, Polly pencereden çıktı. Hafifçe yere konan, Oliver’ın ayaklarıydı. Şafak dünyanın karanlığını soldururken Polly avluda süzüldü. Düşes, hanın tabelasından da izliyordu onu. Babası sıkı bir Düşesçiydi, en azından Polly’nin annesinin ölümüne kadar. Tabelanın boyası bu sene yenilenmemişti ve gelişigüzel bir kuş dışkısı Düşes’i şaşılaştırmıştı. Polly, asker alımı için gelen arabanın hâlâ meyhanenin önünde olup olmadığına baktı. Arabanın parlak renkli afişleri dün geceki yağmurda ıslanmış, ağırlaşmıştı. İri yarı şişman çavuş daha saatlerce yola çıkmazdı, Polly’nin bol bol zamanı vardı. Adam kahvaltıyı aceleye getirecek birine benzemiyordu. Arka kapıdan çıkıp tepeye tırmandı, zirveye varınca arkasını döndü ve uyanmaya başlayan kasabaya baktı. Birkaç bacadan dumanlar yükseliyordu ama handa ilk uyanan ve hizmetçileri yataktan kaldırmak için bağırıp çağırması gereken her zaman Polly olduğundan, han hâlâ uyuyordu. Dul Bayan Clambers’ın dün gece de handa kaldığını biliyordu (Polly’nin babasına göre “yağmur o kadar şiddetliydi ki kadıncağız evine gidememişti”) ve Polly şahsen, babasının hatırına, Dul Bayan Clambers’ın her gece kalmasını diliyordu. Kasabada dul çoktu ve Eva Clambers harika hamur işleri yapan iyi yürekli bir kadındı. Polly’nin annesinin uzun süren hastalığı ve Paul’ün uzun süren yokluğu babasını çok tüketmişti. O boşluğu azıcık dolduracak bir şey bulduğu için memnundu Polly.
Bütün gün pencerelerinin önünde oturup etrafı gözetleyen aksi, yaşlı kadınlar huysuzlanıp söyleniyor olabilirdi fakat onlar bunu zaten sürekli yapıyordu, o yüzden de artık kimse onlara kulak asmıyordu. Bakışlarını kaldırdı. Kız Meslek Okulunun çamaşırhanesinden dumanlar ve buharlar yükselmeye başlamıştı bile. Uzun, dar pencereleri ve kocaman gri duvarlarıyla bina, kasabaya tepeden, tehditkârca bakıyordu. Okul her zaman sessizdi. Polly küçükken, oraya Kötü Kızların gittiğini söylüyorlardı ona. Bunun ne tür bir “kötülük” olduğunu açıklamıyorlardı elbette ve beş yaşındaki Polly bu kötülüğün, “gidip zamanında yatmamayı” içerdiği gibi muğlak bir izlenim edinmişti. Sekiz yaşındayken de, ağabeyine bir kutu boya almasının cezası olarak oraya gönderilmediği için şanslı olduğunu öğrenmişti. Polly döndü ve kuş şakımaları eşliğinde, ağaçların arasında yürümeye başladı. Polly olduğunu unut; genç bir erkek olduğunu düşün. İşin sırrı buydu. Yüksek sesle osur ve osururken, bu işi başarıyla tamamladığın için duyduğun memnuniyeti yansıt. İpleri kesilmiş bir kukla gibi hareket et, kimseye asla sarılma ve bir arkadaşınla karşılaşırsan ona yumruk at. Hanın meyhane kısmında çalıştığı birkaç senede bol bol gözlem yapmıştı. Ve neyse ki kıvırtarak yürüme gibi bir sorunu asla olmayacaktı: Doğa ona kalçasal açıdan da cimri davranmıştı. İyice öğrenmesi gereken şu “genç erkek yürüyüşü” vardı bir de. Kadınlar en azından yalnızca kalçalarını kıvırıyordu; genç erkekler ise omuzdan aşağıda kalan her yerlerini. Çok yer kaplamaya çalışmak lazım, diye düşündü Polly. Bu, tıpkı kuyruğunu kabartan erkek kedi gibi daha büyük görünmeni sağlıyor. Handa bunu da sık sık görmüştü:
Oğlanlar, oradaki tüm diğer koca oğlanlara karşı savunma olarak, yürürken iri yarı görünmeye çalışıyorlardı. Ben kötüyüm, sertim, havalıyım, kocaman bir bardak sulu bira istiyorum ve annem saat dokuzda evde olmamı söyledi! Bakalım, şimdi… Kollarını, koltukaltında birer çuval un taşıyormuşsun gibi aç… Tamamdır. Kalabalığı omuzlayarak geçiyormuşsun gibi omuzlarını salla… Tamamdır. Yumruklarını hafifçe sık ve beline bağlı, birbirinden bağımsız iki kolu çeviriyormuşsun gibi ritmik halkalar çiz… Tamamdır. Gevşekçe, maymunsu adımlar at… O da tamamdır… Birkaç metre boyunca bu şekilde yürümeyi başardı ama sonra bir şeyi yanlış yaptı ve kasları şaşalayarak onu bir çobanpüskülü çalısına tepetaklak fırlattı. Polly pes etti. Patikada hızla yürürken gök gürültülü fırtına geri geldi. Fırtınalar bazen dağlarda günlerce dolanırdı. Neyse ki bu patika henüz çamur nehrine dönüşmemişti ve ağaçlarda onu biraz koruyabilecek kadar yaprak hâlâ vardı. Havanın düzelmesini bekleyecek zamanı da yoktu zaten; yolu uzundu. Asker alımı yapan ekip mavnalarla geçecekti karşıya ama tüm mavnacılar Polly’yi tanıyordu ve nöbetçi, seyahat iznini görmek isteyecekti.
Elbette Oliver Perks’ün seyahat izni falan yoktu. Bu yüzden uzun yoldan gidip, Tübz’deki trol köprüsünden geçmesi gerekiyordu. Trollere göre bütün insanlar birbirlerine benziyordu ve okuma yazma da bilmediklerinden, herhangi bir kâğıt parçasını izin kâğıdı olarak kabul edebilirlerdi. Sonra çam ormanından ilerleyerek Plün’e varacaktı. Plün, sırf haritada çok fazla boş yer olmasının doğuracağı mahcubiyetten kaçınmak için kuş uçmaz kervan geçmez yerlere kurulan köylerden biriydi. Plün’de kimse Polly’yi tanımıyordu. Oraya kimse gitmezdi. Tam bir çöplüktü. Yani tam da ihtiyacı olan yerdi. Asker alımı yapanlar orada mola verecekti ve Polly orada askere yazılacaktı. İri yarı şişman çavuşla ufak tefek yağlı onbaşının, dün gece onlara servis yapan kızı tanımayacaklarına emindi. Bizzat onlar demişti zaten, değil mi? “Geleneksel bir güzelliğe sahip değil”di Polly.
Gerçi onbaşı yine de poposunu çimdiklemeye çalışmıştı ama tıpkı sinek kovalar gibi, sırf alışkanlık eseri. Çimdikleyebileceği pek bir şey yoktu zaten. Polly mavnaya bakan tepeye oturdu ve soğuk patates ve sosisle kahvaltı ederek, yavaşça karşıya geçen arabayı izledi. Arabanın arkasında yürüyen kimse yoktu. Munz’da bu sefer kimse askere yazılmamıştı. İnsanlar uzak durmuştu. Son birkaç sene içinde çok fazla genç onlarla birlikte gitmiş, çok azı geri gelmişti. Geri dönebilenlerden bazıları da eksik gelmişti. Onbaşı, koca davulunu dilediği kadar çalabilirdi; Munz’un erkekleri ne kadar hızlı azalırsa dulları da o kadar hızlı çoğalıyordu. İkindi havası ağır ve rutubetliydi. Sarı bir çam ötleğeni çalıdan çalıya uçarak onu takip ediyordu. Polly trol köprüsüne vardığında, dün geceden kalma çamurlardan buhar yükseliyordu. Köprü dar bir boğaza kurulmuştu. İnce, zarif bir köprüydü ve hiç sıva kullanılmadan inşa edildiği söyleniyordu. Köprünün ağırlığı yapının iki ayağını kayaların derinlerine bastırıyordu, öyle deniyordu.
“Dünyanın harikalarından biri bu,” deniyordu. Gerçi bu yörelerde pek az insan bu tür şeyleri merak ederdi ve onlar da zaten dünyadan bihaber kişilerdi. Köprünün geçiş ücreti bir peniydi; fakat yanınızda bir de teke taşıyorsanız, yüz altındı.* Köprüyü yarıladığında Polly korkuluktan aşağı baktı ve çok, çok altında köpüre köpüre akan suların kıyısındaki dar yolda ilerleyen arabayı gördü. İkindi boyunca, boğazın bu yakasındaki karanlık çamlıkta yokuş aşağı yürüdü. Acelesi yoktu. Akşam çökerken hanı gördü. Araba çoktan gelmişti ama görünüşe göre asker alımından sorumlu çavuş herhangi bir çaba gösterme zahmetine girmemişti. Dün gecekinin aksine davul çalmıyorlar, “Toplanın bakalım, tüyü yeni bitmiş delikanlılar! Girdi-Çıktılar’da sizi harika bir hayat bekliyor!” diye bağırmıyorlardı. Her zaman bir savaş vardı.
Genelde, sınır anlaşmazlığından ibaret olurdu; yani çalıları kendi bahçesine giren bir komşudan yakınmanın ulusal dengi. Bazen de biraz büyürdü tabii. Ne de olsa Borogravia hilekâr, sinsi, saldırgan düşmanların ortasında barışçıl bir ülkeydi ve onların da hilekâr, sinsi ve saldırgan olmaları şarttı. Yoksa durduk yere neden savaşsınlardı? Her zaman bir savaş vardı. Polly’nin babası, Düşes Hanı’nı Polly’nin dedesinden devralmadan önce yapmıştı askerliğini. Bundan pek bahsetmezdi. Kılıcını da yanında getirmişti ama şöminenin üzerine asmak yerine onu ocak süngüsü olarak kullanıyordu. Bazen eski arkadaşları gelirdi ve meyhane o gecelik kapandıktan sonra ateşin etrafında toplanır, içki içer, şarkı söylerlerdi.
Polly o zamanlar, küçükken, yatmaya gitmemek için bahaneler bulur ve adamların söyledikleri şarkıları dinlerdi fakat bir seferinde, şarkılarda geçen ilginç kelimelerden birini annesinin yanında kullandıktan sonra başı belaya girmişti ve buna bir son verilmişti. Oysa sonra büyümüş, bira servisi yapmaya başlamıştı ve o zaman da bu kelimelerin anlamını bildiği, bilmese de yakında öğreneceği varsayılır olmuştu. Dahası, annesi edepsiz kelimelerin artık kimseyi rahatsız etmeyeceği ve teorik olarak asla söylenemeyeceği bir yere gitmişti… Şarkılar çocukluğunun bir parçasıydı. Dünya Tepetaklak Olmuş, Şeytan Çavuşum Olsun, Johnny Askere Gitti ve Geride Bıraktım Yârimi şarkılarının hepsinin sözlerini biliyordu. İçkiler su gibi aktıktan sonra söylenen Albay Bokyerski ve Hiç Öpmeseydim Keşke Kızı şarkılarını da ezberlemişti. Sonra bir de Tatlı Polly Oliver vardı elbette. Babası bunu Polly küçükken, huysuz veya üzgün olduğunda söylerdi ve Polly, sırf adı geçtiği için, şarkıyı dinlediğinde gülerdi. Henüz anlamını kestiremese bile onun da sözlerini kusursuzca ezberlemişti.
Oysa şimdi… Hah… Polly kapıyı itip açtı; masada oturan çavuş ve onbaşısı bira kupalarını ağızlarına götürürken başlarını kaldırıp baktı. Polly derin bir nefes aldı, yanlarına gitti ve asker selamı vermeye çalıştı. “Ne istiyorsun çocuk?” diye homurdandı onbaşı. “Askere yazılmak istiyorum efendim!” Çavuş, Polly’ye dönüp sırıttı. Adamın yara izleri tuhaf tuhaf oynayarak, çift çenesini sallayan bir titreme yarattı. Adama “şişman” demek doğru olmazdı; “fecaat” kelimesi dikkatinizi çekmek için üzerinize yürürken, değil. Beli olmayan insanlardandı. Bel yerine ekvatoru vardı. Hatta kütleçekimi vardı. Herhangi bir yöne doğru devrilse salınıp tekrar ayağa kalkardı. Güneş ve içki, yüzünü pancar gibi kızartmıştı. Kırmızılığın ortasındaki küçük karagözleri bir bıçağın kenarı gibi ışıldıyordu. Yanında, masada, eski moda iki pala vardı. Kılıçtan ziyade satıra benzeyen silahlardı.
Öylece mi?” dedi.
“Evet efendim!”
“Gerçekten mi?”
“Evet efendim!”
“Seni ilk önce küfelik olana kadar sarhoş etmemizi istemiyor
musun? Gelenektir, bilirsin?”
“Hayır efendim!”
“Sana o müthiş terfi ve servet edinme fırsatlarını da anlatmadım, değil mi?”
“Hayır efendim!”
“Çakı gibi kırmızı üniforman yüzünden kızlardan bıkacağından bahsettim mi?”
“Sanmıyorum efendim!”
“Ya yemekler? Bizimle yürürken her öğün bir ziyafettir!” Çavuş göbeğine bir şaplak atarak etrafındaki bölgelerde depreme yol açtı. “Ben bunun canlı kanıtıyım!” “Evet efendim. Hayır efendim. Ben yalnızca vatanım ve Düşes’in şerefi için savaşmak istiyorum efendim!” “Öyle mi?” dedi onbaşı inanmazlıkla. Fakat çavuş bunu duymamış göründü. Polly’yi tepeden tırnağa süzdü ve Polly, adamın göründüğü kadar sarhoş veya aptal olmadığı izlenimini edindi. “Vay canına be Onbaşı Strappi! Karşımızda koskoca, eski moda bir vatansever var,” dedi çavuş sonunda, Polly’nin yüzünü inceleyerek. “Eh, doğru yere geldin delikanlı.” Gösterişli bir hareketle bir demet evrakı kendine çekti. “Kim olduğumuzu biliyor musun?” “Onuncu Piyade efendim. Hafif Piyadeler’den efendim. ‘Girdi Çıktılar’ olarak bilinirler efendim,” dedi Polly, içine rahatlama yayılarak. Bir tür sınavı başarıyla geçtiği açıktı. “Evet delikanlı. Ünlü ‘Şen Peynirciler.’ Görülmüş görülecek en kaliteli alay. Dünyadaki en iyi ordu. Demek katılmak istiyorsun ha?” “Can atıyorum efendim!” dedi Polly, onbaşının kuşkulu bakışlarını üzerinde hissederek. “Aferin sana!” Çavuş bir mürekkep şişesinin kapağını açtı ve tüykalemini içine batırdı. Eli evrakın üzerinde durdu. “Adın ne?” “Oliver, efendim. Oliver Perks,” dedi Polly. “Yaş?” “Pazar günü on yedimi dolduracağım efendim.” “Ya, tabii,” dedi çavuş. “Sen on yedi yaşındaysan ben de Grandüşes Annagovia’yım.
Neyden kaçıyorsun bakalım? Genç bir hanımın başını belaya mı soktun?” “Hahah! Birinden yardım alması gerekmiştir,” dedi onbaşı sırıtarak. “Bu daha çocuk be.” Polly kızarmaya başladığını hissetti. Ama genç Oliver da kızarırdı, değil mi? Bir oğlan çocuğunun kızarmasını sağlamak çok kolaydı. Polly bile, sırf bakarak yapabiliyordu bunu. “Neyse, fark etmez,” dedi çavuş. “Bu evrakın şurasına çarpını atıp Düşes’i öpünce, benim küçük çocuğum olacaksın. Anladın mı? Benim adım, Çavuş Jackrum. Annen de ben olacağım, baban da. Onbaşı Strappi’yi de ağabeyin say. Hayatın biftek ve pastırma yiyerek geçecek ve seni sürükleyip götürmek isteyen biri beni de sürüklemek zorunda kalacak, çünkü iki elim yakanda olacak. Kimsenin bu kadar büyük bir cüsseyi sürükleyemeyeceğini düşünüyorsundur herhâlde Bay Perks.” Kalın başparmağıyla kâğıdı gösterdi. “Tam burası. Hadi bakalım.” Polly kalemi eline aldı ve imza attı.
“O ne?” dedi onbaşı. “İmzam,” dedi Polly. Arkasında kapının açıldığını işitti ve hızla döndü. Pek çok genç adam… Pardon, pek çok başka genç adam paldır küldür meyhaneye girmiş, ihtiyatla etraflarına bakınıyorlardı. “Okuma yazma da mı biliyorsun sen?” dedi çavuş, gençlere bir göz atıp tekrar Polly’ye dönerek. “Evet, görüyorum… Güzel, yuvarlak bir el yazın varmış hem de. Tam subay olacak adamsın. Ona şilini ver onbaşı. Resmi de elbette.” “Başüstüne çavuş,” dedi Onbaşı Strappi, ayna gibi kulp takılmış bir resim çerçevesini kaldırarak. “Uzat bakalım dudaklarını Er Pert.” “Adım Perks, efendim,” dedi Polly. “Evet, tamam. Şimdi Düşes’i öp.” Ünlü resmin çok da iyi olmayan bir kopyasıydı. Camın ardındaki resim solmuştu, hatta çatlak camın iç tarafında yosuna benzer bir şey bitmişti.
Polly nefesini tutarak dudaklarını cama dokundurdu. “Hah,” dedi Strappi ve Polly’nin eline bir şey tutuşturdu. “Bu ne?” dedi Polly, kare şeklindeki küçük kâğıda bakarak. “Senet. Şu anda şilinden yana biraz dardayız da,” dedi çavuş, Strappi alayla gülerken. “Ama Düşes Hazretleri adına hancı sana bir bardak bira ikram edecektir.” Döndü ve yeni gelen gruba baktı. “Kurban olduğum Tanrım, verdikçe veriyor… Siz de mi askere yazılmaya geldiniz? Vay be, davul çalmamız bile gerekmedi. Onbaşı Strappi’nin muhteşem karizması sayesinde olmalı. Gelin gelin, çekinmeyin. Sıradaki asker adayı kimmiş bakalım?” Polly bir sonraki asker adayına, saklayabildiğini umduğu bir dehşetle baktı. Loş meyhanede daha önce fark etmemişti onu,çünkü siyahlara bürünmüştü. Havalı, şık siyahlar da değildi; tozlu siyahlardı. Üstünde, insanlara gömülürken giydirilen siyah bir takım elbise vardı. Zaten belli ki gömülen de oydu. Üstü başı örümcek ağlarıyla kaplıydı. Delikanlının alnında dikişler vardı. “Adın, delikanlı?” dedi Jackrum. “Igor ependim.” Jackrum dikişleri saydı. “Biliyor musun, ben de öyle tahmin etmiştim…” dedi. “Görüyorum ki on sekiz yaşındasın?”
“Uyaaan!”
“Aman tanrılar…” Kumandan Samuel Vimes eliyle gözlerini
örttü.
“Şey… Dük Hazretleri?” dedi Zlobenia’daki Ankh-Morpork
konsolosu. “Hasta mısınız efendim?”
“Adın neydi senin genç adam?” dedi Vimes. “Üzgünüm ama
iki haftadır yoldayım, yeterince uyumuyorum ve bütün günümü,
zor isimleri olan insanlarla tanıştırılarak geçirdim. Beyin için hiç
iyi değil.”
“Adım Clarence, Dük Hazretleri. Clarence Çene.”
“Çene mi?” dedi Vimes ve Clarence onun yüz ifadesinde her
şeyi okudu.
“Maalesef öyle efendim,” dedi.
“Okulda iyi bir dövüşçü müydün?”
“Hayır efendim ama yüz metre koşusunda beni kimse geçemezdi.”
Vimes kahkaha attı. “Eh, Clarence… ‘Uyaaan!’ diye başlayan
herhangi bir milli marş, sorun demektir. Ataerk’in ofisinde bunu
sana öğretmediler mi?”
“Şey… hayır Dük Hazretleri,” dedi Çene.
“Eh, öğreneceksin. Peki, söyle madem.” “Tamam efendim.” Çene boğazını temizledi. “Borogravia Milli Marşı,” diye ilan etti ikinci defa.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCanavar Alayı
- Sayfa Sayısı424
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786257314725
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Don Kişot ~ Miguel De Cervantes Saavedra
Don Kişot
Miguel De Cervantes Saavedra
Yeni Çağın gerçek anlamda ilk best-sellerı, ince, parıltılı bir espri anlayışının en büyük jonglörü Don Kişotun okurlarla buluşmasının üzerinden tam dört yüz yıl geçti....
- Bütün Günlerin Akşamı ~ Jenny Erpenbeck
Bütün Günlerin Akşamı
Jenny Erpenbeck
İnsan kaç kere ölebilir? Ölüm ânı gelip çattığında kimdir?Bütün Günlerin Akşamı bir yolculuk: Küçük tesadüflerle başka zamanlara, başka mekânlara sürüklenen, bir yanıyla hep aynı...
- Tatlı Tuzak ~ Rita Hunter
Tatlı Tuzak
Rita Hunter
Şiddetli yağmur yüzünden kabaran dere, Sedgwick’lerin evini kasabaya bağlayan köprüyü seline kattığında, kimse olacakları tahmin bile edemezdi. Grandoor Dükü Connor Tracey prensipli bir adamdı....