Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Canavar
Canavar

Canavar

Stephen Crane

Crane ırkçılık, tecrit, kitle öfkesi gibi temalar içeren Canavar’ı binlerce siyahın öldürüldüğü linç olaylarının yaşandığı 19. yüzyılın sonunda kaleme alır. Crane’in hayalî Whilomville kasabasında…

Crane ırkçılık, tecrit, kitle öfkesi gibi temalar içeren Canavar’ı binlerce siyahın öldürüldüğü linç olaylarının yaşandığı 19. yüzyılın sonunda kaleme alır. Crane’in hayalî Whilomville kasabasında yaşayan siyah genç Henry, çalıştığı evde yangın çıkınca işvereni Dr. Trescott’un oğlunu alevlerin arasından kurtarmak için gözünü kırpmadan içeri dalar. Ancak küçük Jimmie’nin yüzüne gülen şans, Henry’yi kasabanın ucubesine çevirir. Yangında aldığı yaralarla tanınmaz hale gelen Henry kimselerin görmek istemediği çirkin, huzursuzluk veren bir varlıktır artık. Onun tedavisini üstlenen Dr. Trescott ise kasabalının gözünde bu ucubeyi yaşatmaya çalışan bir sapkına dönüşür. “Lanetli hikâye aklımdan çıkmıyor…”Joseph Conrad

I

Küçük Jim o sırada 36 numaralı lokomotif olarak Syracuse-Rochester seferini yapıyordu. Tarifeli zamanın on dört dakika gerisindeydi ve son sürat gidiyordu. Bu nedenle çiçek tarhının etrafındaki kavisi dönerken arabasının tekerleklerinden biri, bir şakayıkı biçti. 36 numara derhal yavaşladı ve suçlulukla, çimeni biçmekte olan babasına baktı. Doktorun sırtı kaza yerine dönüktü ve yavaş hareketlerle, ileri geri çim biçmeyi sürdürdü. Jim arabanın koşum okunu yere bıraktı. Bir babasına baktı, bir de kırılmış çiçeğe. Sonunda çiçeği bir destek çubuğuna tutturmaya ve canlandırmaya çalıştı, ama çiçeğin omurgası zedelenmişti ve boynu bükük olarak Jim’in elinden sarktı. Jim kırık çiçeği düzeltememişti. Tekrar babasına doğru baktı. Jim çimlerin üzerinde, sersefil bir halde ayağıyla çiçek tarhına vura vura yavaşça ilerledi. O sırada babası da taze kesilmiş çimlerin bıçaklarından iplik gibi sarktığı hırıldayan makinesiyle ona doğru geldi. Jim alçak bir sesle, “Baba!” dedi. Doktor çimi sanki bir rahibin çenesini tıraşlar gibi kesiyordu. Mevsim boyunca her gün yemekten sonra akşamın serinliği ve huzurunda çimleriyle uğraşmıştı. Kiraz ağaçlarının gölgesinde kalan çim bile gür ve sağlıklıydı. Jim sesini biraz yükseltti. “Baba!” Doktor durdu; artık makinenin kulakları sağır eden uğultusu kesildiği için kızılgerdanların aşk çağrıları duyulabiliyordu. Jim’in elleri arkasındaydı ve parmaklarını kâh kenetliyor kâh açıyordu. Tekrar, “Baba!” dedi. Çocuğun genç ve gül pembesi dudakları aşağı sarkmıştı. Doktor kaşlarını çatarak merakla başını uzattı. “Ne var Jimmie?” “Baba!” diye tekrarladı çocuk. Sonunda parmağını uzatıp çiçek tarhını gösterdi. “İşte!” “Ne o?” dedi doktor, kaşlarını daha da çatarak. “O ne, Jim?” Çocuk, muhtemelen şiddetli zihinsel bir fırtına geçirdiği sessizlikten sonra parmağını kaldırıp söylediğini tekrarladı – “İşte!” Baba bu sessizliğe büyük bir nezaketle tam bir saygı gösterdi. Ardından bakışları dikkatle çocuğun parmağının işaret ettiği yere yöneldi ama açıklayıcı hiçbir şey göremedi. “Ne demek istediğini anlamıyorum, Jimmie,” dedi. Durumun vahameti çocuğun kelime dağarcığını yok etmiş gibiydi, sadece tekrarlayabildi: “İşte!” Doktor derin derin düşündü, ama duruma bir anlam veremedi. Sonunda, “Gel de göster bana,” dedi. Birlikte çimleri geçip çiçek tarhına doğru ilerlediler. Kırık şakayıka birkaç metre kala Jim geride kalmaya başladı. “Orada!” dedi. Kelime ağzından neredeyse nefes nefese çıkmıştı. “Nerede?” dedi doktor. Jimmy ayağıyla çimlere vurdu. “Orada!” diye yanıtladı.

Doktor mecburen tek başına ilerledi. Biraz uğraştıktan sonra olayın konusu olan kırık çiçeği buldu. Dönüp baktığında çocuğun arkada gizlenip dikkatle onun yüzünü incelediğini gördü. Baba düşündü. Bir süre sonra, “Jimmie, buraya gel,” dedi. Çocuk son derece utanmış bir tavırla ilerledi. “Jimmie, nasıl oldu bu?” “Trencilik oynuyordum ve çarpıp ezdim onu.” “Ne yapıyordun, ne?” “Trencilik oynuyordum.” Baba tekrar düşündü. “Pekâlâ, Jimmie,” dedi usulca. “Sanırım bugün artık trencilik oynamasan iyi olur. Sence de öyle değil mi?” “Evet efendim,” dedi Jimmie. Karar kendisine bildirilirken çocuk babasının yüzüne bakmamıştı ve sonra başı önde, ayaklarını sürte sürte uzaklaştı.

II

Jimmie’nin tavırlarından, gözlerden uzak olmak istediği ortadaydı. Ahıra gitti. Doktorun atlarına bakan zenci Henry Johnson süngerle iki tekerlekli arabayı siliyordu. Jimmie’nin geldiğini görünce dostça gülümsedi. Sıkı fıkı arkadaştılar. Hayattaki hemen her şey hakkında neredeyse tam olarak aynı şeyi düşünürlerdi. Bazı noktalarda belirgin ayrılıkları vardı, tabii. Örneğin Henry’nin konuşmasından gani gönüllü bir zenci olduğu apaçık belli olurdu ve kasabanın, çok sayıda zencinin yaşadığı banliyösünde etrafına ışık saçan, belli bir ağırlığı olan, itibarlı birisi olarak tanınırdı, ama onun bu şöhreti Jimmie’nin pek umurunda değildi; ancak sırf Henry kendisini takdir edip saygı duyduğu için, Jimmie de belli belirsiz Henry’yi takdir eder ve saygı duyardı. Bununla birlikte “ay” dedikleri doktorla ilgili tüm konularda, açıkça dillendirmedikleri ortak bir anlayış içindeydiler. Jimmie ne zaman bir ay tutulmasının kurbanı olsa, Henry’nin suçlarıyla teselli bulmak için ahıra giderdi. Henry kendi ırkına özgü esneklikle, kendisini Jimmie’nin rezaletinin bir basamak üstüne konumlandıracak bir günahını bulabilirdi. Belki kısa zaman önce arabanın arkasına koşum kayışlarını koymayı unuttuğunu ve doktor tarafından azarlandığını anımsardı. Son ra bu ikisi tek kelime sarf etmeden“ay”ları hakkında konuşur ve birbirlerine anlayış gösterip kendilerini benzer suçlar işlemiş kişiler olarak görürlerdi. Öte yandan, Henry bazen bu fikri tamamen reddetmeyi tercih eder ve Jimmie günahıyla ortaya çıktığında, en erdemli haliyle onunla alay eder, büyük bir özgüvenle doktorun öğretilerinin kuralları hakkında vaaz verir ve Jimmie’nin bütün iğrençliklerini gözüne sokardı. Jimmie yoldaşının bu yaptığının ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamazdı. Alçakgönüllülükle bunu kabullenir, sürekli kendi yaptığının kaygısını hisseder ve bir aziz kılığına bürünmüş olan Henry’ye derin bir saygı göstererek onun dostluğunu kazanmaya çalışırdı. Jimmie tarifsiz kötülükteki eylemlerinin kanını hâlâ ellerinde taşırken bile, onun alçakgönüllü tavrından etkilenen Henry, bazen ona araba tekerleğinin üzerine sünger sıkma mutluluğunu bahşederdi. Henry çuval bezinden giysilerinin içindeyken bile Jimmie ona patronluk taslamazdı. Bu onun yaşı ve durumuna göre çok adil bir davranıştı. Jimmie bunun farkında bile değildi. Ayrıca Henry ata binebilirdi ve Jimmie bunun tamamen farkındaydı. Henry koyunlar, inekler ve her cinsten bol miktarda harikaların bulunduğu çiftliklerin dört bir yana yayıldığı kır yollarındaki o muhteşem yolculuklarda “ay”ın arabasını bizzat sürerdi. “Merhaba Jim!” dedi Henry elinde süngerini tartarak. Arabadan sular damlıyordu. Atlar ara sıra ahırdaki bölmelerinde çam tahtasından zemine toynaklarını büyük bir gürültüyle vuruyorlardı. Ortalıkta bir saman ve koşum havası vardı. Jimmie bir an için hiçbir şeye ilgi göstermedi. Çok mahzundu. Araba yıkamanın o harika duygusunu bile hissetmiyordu. İşiyle uğraşan Henry, ona ancak gözucuyla baktı. “Baban seni bir güzel patakladı, değil mi?” dedi sonunda Henry. “Hayır,” dedi Jimmy, savunmaya geçerek, “pataklamadı.” Henry bu sıradan yanıtın ardından ciddi bir suratla işine devam etti. Sonra, “Sana kaç kere şu çiçeklerle oynama, şunları elleme demiştim. Baban bundan hiç hoşlanmaz,” dedi. Aslında Henry daha önce çocuğa hiç çiçeklerden söz etmemişti. Jimmy hüzünlü sessizliğini sürdürdüğü için Henry araba yıkama işinde onun aklını çelebilecek numaralar yapmaya başladı. Ta ki Henry ağacın üstünde bir su çarkı çevirip her yere su fışkırtana kadar çocuk yerinden kımıldamadı. Jimmy garaj kapısının pervazında oturmuştu, fakat bu seremoninin başında yerinden kalkıp, başına gelen en son utancın anısını yavaş yavaş azaltan bir ilgiyle arabanın yanına dolandı. İşte o zaman Johnson, görevi Jimmie’yi su sıçramasından korumak olan bir adamın bütün vakarını sergiledi. “Dikkat et çocuk! Dikkat et! Pantolonunu ıslatacaksın. Annen bu tür aptallıklardan hoşlanmaz, hemen anlar. Senin burada pantolonunu ıslatmana izin vereyim de Mrs.Trescott kafama bir tane patlatsın. Hayır, dünyada olmaz.” Çok huzursuz bir havada konuştu, ama kesinlikle kızgın değildi. Sesinin tonu, sadece kendi önemliliğinin bir parçasıydı. Aslında çocuğun orada bulunup ahır işlerini izlemesinden her zaman hoşlanırdı. Çünkü Jimmie koşumların ne güzel parlatıldığı veya atların ne güzel tımar edildiği söylendiğinde büyük bir saygı duyardı. Henry bu tür işleri en ince ayrıntısına kadar ballandıra ballandıra anlatır ve çocuğun hayranlığından büyük mutluluk duyardı.

III

Johnson mutfakta yemeğini yedikten sonra, garajın üstündeki odasına gitti ve büyük bir özenle giyindi. Bir saray gözdesi bile Johnson kadar süslenip püslenmeye meraklı olamazdı. Öte yandan, aslında daha çok kilisenin geçit törenine hazırlanan bir rahip gibiydi. Odasından çıkıp araba yolundan aşağı salına salına yürüdüğünde kimse onun hayatında bir kere bile araba yıkamış olduğundan kuşkulanmazdı. Bu, sadece mor pantolonu ya da parlak ipek şeritli hasır şapkası nedeniyle değildi. Değişiklik, Henry’nin içinde, ta derinlerde bir yerdeydi. Ama bunda öyle pasta dansı1 gibi bir abartı yoktu. O yalnızca akşam yürüyüşüne çıkmış sakin, iyi yetiştirilmiş, varlıklı, mevki makam sahibi ve gerekli diğer başarılara erişmiş bir beyefendiydi ve hayatında araba yıkamamıştı.

Sabah, iş elbiseleri üzerindeyken bir arkadaşına rastlamıştı – “Merhaba Pete!” “Merhaba Henry!” Şimdi olanca fiyakasıyla aynı arkadaşıyla karşılaştı. Başını eğip selam verişinde hiç kibir yoktu. Olsa olsa tam bir asalet ifadesi vardı – “İyi akşamlar Mister Washington.” Patates tarlasında çalıştığı için kir pas içindeki Pete aşağılama ve takdir karışımı bir ifadeyle karşılık verdi, “İyi akşamlar Mister Johnsing.” Kasabanın anacaddesinde, ark lambalarının parıldayan, güçlü mavi ışıkları hâkimdi. Bu mavi ışık birçok noktada dükkân vitrinlerindeki birçok gaz lambasının turuncu parıltısında boğuluyordu. Bu ışıldayan yoldan ilerleyen kalabalık, postanenin önünde toplanmış, akşam postasının dağıtılmasını bekliyordu. Zaman zaman

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıCanavar
  • Sayfa Sayısı88
  • YazarStephen Crane
  • ISBN9789750758010
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kırmızı Pelerin ~ Gülseren BudayıcıoğluKırmızı Pelerin

    Kırmızı Pelerin

    Gülseren Budayıcıoğlu

    Zamanında zihnimize yazılanlar, sonradan kaderimizi yazar… Açık kapıdan kırmızı pelerinli bir kız giriyor içeri. Bir filmden, bir masaldan kopup gelivermiş gibi hali var. Sabah...

  2. Beşinci Kol – Ve İspanya İç Savaşı’nın Dört Öyküsü ~ Ernest HemingwayBeşinci Kol – Ve İspanya İç Savaşı’nın Dört Öyküsü

    Beşinci Kol – Ve İspanya İç Savaşı’nın Dört Öyküsü

    Ernest Hemingway

    The New York Times Book Review’den Philip Young: “Bu, dolaysız, apaçık Hemingway.” Hemingway’in tek tiyatro oyunu Beşinci Kol ile birlikte dört öykünün yer aldığı...

  3. Sümük Meselesi ~ Louis SacharSümük Meselesi

    Sümük Meselesi

    Louis Sachar

    Bir küçük sümük meselesi… Dünya çocuklarının yere göğe sığdıramadığı “Yamuk Okul” efsanesinin yaratıcısı Louis Sachar’ın küçük okurları maceradan maceraya koşturduğu ünlü serisi “Marvin Redpost” mizah dozunu artırarak...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur