İnsanın sadece kentte değil kendi içinde de kaybolduğu, sonu gelmez bir dolambaca benzeyen New York sokaklarında takma adının maskesinden dışarı çIkmayan bir polisiye romanlar yazarı. Gece gelen gizemli telefonlar. Sonunda telefonda, “Beni öldürecekler. Beni korumanızı istiyorum,” diyen bir ses. Korunmak isteyen de takma ad kullanan biri. Dahası insanın tıpatıp aynısı olan ikinci kişiler. Ve bütün bunların yazıldığı kırmızı bir defter. Paul Auster’ın ve eşinin de karakterler arasında yer aldığı çarpıcı, aklı karıştırıcı bir roman. Ve havada asılı kalan şu soru: “Kırmızı defterde boş sayfa kalmayınca ne olacak?”
1
Her şeyi başlatan, yanlış bir numaraydı, telefon gecenin ilerlemiş bir saatinde üç kez çalmış, karşı taraftaki ses birini istemişti, ama o biri kendisi değildi. Çok sonra, başına gelenleri düşünebilecek duruma geldiğinde, rastlantı dışında hiçbir şeyin gerçek olmadığı sonucuna varacaktı. Ama bu, çok sonra oldu. Başlangıçta ortada yalnızca olay ve doğurduğu sonuçlar vardı. Mesele, olayın başka türlü sonuçlanmış olabileceği ya da yabancının ağzından çıkan ilk sözcükle birlikte her şeyin önceden belirlenmiş olması değil. Mesele, hikâyenin kendisi; bir anlamı olup olmadığını söylemek de hikâyeye düşmez.
Quinn’e gelince; akılda tutmamız gereken fazla bir şey yok. Kim olduğu, nereden geldiği ve ne yaptığı fazla bir önem taşımıyor. Örneğin otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir kez evlendiğini, bir kez baba olduğunu, hem karısının hem de oğlunun artık hayatta olmadığını biliyoruz. Kitap yazmış olduğunu da biliyoruz. Daha kesin konuşmak gerekirse, polisiye romanlar yazdığını biliyoruz. Bu romanları William Wilson adıyla yazıyor ve yılda bir kitap bitiriyordu, bu da onun New York’ta küçük bir apartman dairesinde mütevazı bir yaşam sürmesini sağlayacak parayı kazanmasına yetiyordu. Bir kitabı yazması beş-altı ayı geçmediğinden, yılın geri kalan kısmında canının istediğini yapmakta özgür oluyordu. Pek çok kitap okuyor, tablolara bakıyor, sinemaya gidiyordu. Yazın, televizyonda beyzbol maçlarını izliyordu; kışın da operaya gidiyordu. Bununla birlikte yapmaktan en çok hoşlandığı şey yürümekti. Neredeyse her gün, yağmur, güneş demeden, sıcak, soğuk demeden kentte dolaşmak için evden çıkıyordu, belli bir hedefi yoktu, ayakları onu nereye götürürse oraya giderdi.
New York gezmekle bitecek bir kent değildi, sonu gelmez bir dolambaçtı; ne kadar uzaklara giderse gitsin, kentin semtlerini ve sokaklarını ne kadar iyi tanırsa tanısın, kaybolmuş olma duygusundan kurtulamıyordu. Yalnızca kentte değil, kendi içinde de kayboluyordu. Ne zaman yürüyüşe çıksa kendisini geride bırakıyormuş gibi hissediyordu, kendini sokaklardaki harekete teslim etmekle, gören bir göze indirgemekle, düşünmekten kurtuluyordu ve bu da ona öncelikle bir nebze huzur veriyor, içinde sağlıklı bir boşluk yaratıyordu. Dünya onun dışındaydı, çevresindeydi, önündeydi ve dünyanın değişme hızı, herhangi bir şey üzerinde uzun boylu oyalanmasına engel oluyordu. Önemli olan hareket etmekti, bir ayağını ötekinin önüne koymak ve kendini bedeninin gidişine teslim etmekti. Amaçsızca dolaşınca her yer birbirinden farksız oluyor, nerede bulunduğunun önemi kalmıyordu. Hiçbir yerde olmadığını hissettiği yürüyüşleri, en iyi yürüyüşleriydi. Ve bu da onun çevresinden istediği tek şeydi aslında: hiçbir yerde olmamak. New York, onun kendi çevresinde ördüğü hiçbir yerdi; ve burayı bir daha terk etmek gibi bir niyeti olmadığını anlamıştı.
Quinn eskiden daha hırslıydı. Gençken birkaç şiir kitabı yayımlanmıştı, oyunlar, eleştiriler yazmış, birkaç tane de uzun çeviri üzerinde çalışmıştı. Ama durup dururken bunların hepsinden vazgeçmişti. Bir yanının öldüğünü söylemişti arkadaşlarına, o yanının geri dönüp kendisini rahatsız etmesini istemiyordu. İşte William Wilson adını o zaman almıştı. Quinn, artık onun kitap yazabilen yanı değildi ve Quinn pek çok bakımdan yaşamaya devam etse de artık kendinden başkası için mevcut değildi.
Yazmaya devam etmişti, çünkü bundan başka bir şey yapamayacağını hissediyordu. Polisiye roman, mantıklı bir çözüm gibi görünmüştü gözüne. Bu tür romanların gerektirdiği karmaşık kurguları uydurmakta pek zorlanmıyordu, çok iyi şeyler yazıyordu, çoğu kez kendiliğinden, sanki çaba harcamasına gerek yokmuşçasına. Kendini yazdıklarının yazarı olarak görmediği için yazdıklarından sorumlu hissetmiyordu, bu yüzden de onları savunmak diye bir duygu beslemiyordu. Ne de olsa William Wilson uydurma bir addı, Quinn’in içinden doğmuş olmasına rağmen şimdi bağımsız bir yaşam sürüyordu. Quinn ona saygıyla, hatta zaman zaman hayranlıkla yaklaşıyordu, ama işi asla kendisiyle William Wilson’ın aynı kişi olduğuna inanacak kadar ileri götürmedi. İşte salt bu nedenle takma adının maskesinin arkasından ortaya çıkmadı. Bir menajeri vardı, ama hiç karşılaşmamışlardı. Yalnızca mektuplaşarak bağlantı kuruyorlardı. Quinn bu amaç için postanede bir posta kutusu kiralamıştı. Aynı şey yayıncısı için de geçerliydi, yayıncı Quinn’e ödeyeceği bütün ücretleri, paraları ve telif haklarını menajeri aracılığıyla ödüyordu. William Wilson’ın hiçbir kitabında yazarın fotoğrafı ya da biyografik bilgileri yer almıyordu. William Wilson hiçbir yazar sözlüğünde kayıtlı değildi, röportaj vermiyordu, aldığı bütün mektuplara menajerinin sekreteri yanıt yazıyordu. Quinn’in bildiği kadarıyla sırrını öğrenen yoktu. Başlangıçta, yazmayı bıraktığını öğrenen arkadaşları, nasıl geçineceğini sormuşlardı ona. Hepsine aynı yanıtı vermiş, karısından kendisine bir vakıf parası kaldığını söylemişti. Oysa karısının hiçbir zaman parası olmamıştı. Aslında Quinn’in artık arkadaşı da kalmamıştı.
Aradan beş yıldan fazla zaman geçmişti. Artık oğlunu pek fazla düşünmüyordu, karısının fotoğrafını da kısa bir süre önce duvardan indirmişti. Zaman zaman, üç yaşındaki oğlunu kucağına almanın nasıl bir şey olduğunu hissederdi ansızın; ama bu tam olarak düşünmek sayılmazdı, hatta anımsamak bile sayılmazdı. Fiziki bir duyumsamaydı, bedeninde kalan geçmişin bir iziydi ve Quinn bunu kontrol edemiyordu. Bu tür anları sık yaşamaz olmuştu artık ve aslında Quinn için her şey değişmeye başlamış gibiydi. Artık ölmek istemiyordu ama yaşamaktan pek keyif aldığı da söylenemezdi. Ancak hiç değilse yaşadığı için mutsuz değildi. Hayattaydı; ve bu değişmeyen gerçek yavaş yavaş onu büyülemeye başlamıştı; sanki kendisinden daha uzun yaşamayı başarmış gibiydi, sanki ölümünden sonra yaşamayı sürdürüyordu. Artık uyurken lambayı yanık bırakmıyordu, ve kaç aydır, gördüğü düşlerden hiçbirini anımsamıyordu.
Geceydi. Quinn yatağına uzanmış sigara içiyor, cama vuran yağmurun sesini dinliyordu. Yağmurun ne zaman dineceğini merak etti, “Sabah uzun bir yürüyüş mü çekecek canım yoksa kısa bir yürüyüş mü,” diye düşündü. Yanındaki yastığın üzerinde ters dönmüş olarak Marco Polo’nun Geziler Kitabı duruyordu. Yazmakta olduğu son William Wilson romanını iki hafta önce bitirdiğinden beri havası boşalmış balon gibi olmuştu.
Romanın kahramanı özel dedektif Max Work bir dizi karmaşık cinayeti çözmüş, pek çok dayak yemiş, ölümden kurtulmuştu, Work’ün çabaları Quinn’i yormuştu nedense. Yıllar geçtikçe Work’le iyice yakınlaşmıştı Quinn. William Wilson onun gözünde soyut bir figür olarak kalırken Work gitgide ete kemiğe bürünmüştü. Quinn’in dönüştüğü üçlü kimlikte Wilson bir tür vantrilok görevi üstlenmişti. Quinn’in kendisi kuklaydı, Work de bu oyunun sesiydi. Wilson bir yanılsama olsa bile hiç değilse öteki iki kişinin hayatlarını geçerli kılıyordu. Wilson var olmasa bile hiç değilse Quinn’in kendi olmaktan çıkıp Work’e geçmesini sağlayan köprüydü. Ve yavaş yavaş Work, Quinn’in hayatında kendine bir yer edinmiş, onun içindeki kardeşi, yalnızlığının yoldaşı olmuştu. Quinn, Marco Polo’yu eline alıp birinci sayfayı baştan okumaya başladı. “Gördüklerimizi gördüğümüz gibi, duyduklarımızı duyduğumuz gibi yazacağız, böylece kitabımız gerçeğe uygun bir kayıt olacak, içinde hiçbir uydurma şey bulunmayacak. Bu kitabı okuyanların ya da dinleyenlerin içleri rahat olabilir, çünkü bu kitapta gerçeğin dışında bir şey yok.” Quinn bu cümlelerin ne anlama geldiğini, kesin bir dille vaat edilenleri kafasının içinde evirip çevirirken telefon çaldı. Çok sonra, o gece olanları yeniden kafasının içinde kurabilecek duruma geldiğinde, saate baktığını anımsayacaktı, saatin on iki olduğunu ve o saatte neden arandığını merak ettiğini de. “Mutlaka kötü haberdir,” diye düşündü. Yataktan kalktı, çırılçıplak telefona gitti, ikinci çalışında ahizeyi kaldırdı.
“Evet?”
Telefonun öteki ucunda uzun bir sessizlik oldu, Quinn bir an arayanın telefonu kapatmış olabileceğini düşündü. Sonra, çok uzaktan gelircesine, Quinn’in duymuş olduğu hiçbir sese benzemeyen bir ses duyuldu. Hem mekanik hem duygu doluydu, fısıltıdan farksızdı, yine de tam olarak anlaşılabiliyordu ve öylesine tekdüzeydi ki Quinn sesin bir kadına mı yoksa bir erkeğe mi ait olduğunu çıkaramadı.
“Alo?” dedi ses.
“Kimsiniz?” diye sordu Quinn.
“Alo?” dedi ses, yeniden.
“Sizi dinliyorum,” dedi Quinn. “Kimsiniz?”
“Paul Auster mısınız?” diye sordu ses. “Bay Paul Auster’la görüşmek istiyorum.”
“Burada bu adda kimse yok.”
“Paul Auster. Auster Dedektiflik Bürosu’ndan.”
“Üzgünüm,” dedi Quinn. “Yanlış numara çevirmiş olmalısınız.”
“Çok acil bir konuda arıyorum,” dedi ses.
“Size yardımcı olamam,” dedi Quinn. “Burada Paul Auster diye biri yok.”
“Anlamıyorsunuz,” dedi ses. “Zaman daralıyor.”
“Öyleyse yeniden çevirin numaranızı. Burası dedektiflik bürosu değil.”
Quinn telefonu kapattı. Soğuk döşemeye basarak durdu orada, ayaklarına, dizlerine, sarkık penisine baktı. Bir an, arayan kişiyi terslediği için pişmanlık duydu. İlginç olabilirdi, diye düşündü, biraz sürdürseydim keşke oyunu. Belki konuyla ilgili bir şeyler öğrenebilirdi, belki yardımcı bile olabilirdi. “Ayaktayken daha hızlı düşünmeyi öğrenmeliyim,” dedi içinden.
Pek çok kişi gibi Quinn de suç konusunda fazla bir şey bilmiyordu. Ne birini öldürmüştü ne de hırsızlık yapmıştı, yapan birini de tanımıyordu. Karakoldan içeri adım atmamıştı, tanıdığı bir özel dedektif de yoktu, bir caniyle konuştuğu da olmamıştı. Bu konularda ne biliyorsa kitaplardan öğrenmişti, bir de filmlerden ve gazetelerden. Bununla birlikte bunu bir eksiklik olarak görmüyordu. Yazdığı hikâyelerde onun için önemli olan, onların dünyayla değil başka hikâyelerle olan bağlantılarıydı. William Wilson olmadan çok önce Quinn sadık bir polisiye roman okuruydu. Bu romanların çoğunun kötü kaleme alınmış olduğunu, pek çoğunun en üstünkörü bir incelemeye bile gelmeyeceğini biliyordu, ama yine de bu türden hoşlanıyordu; en berbat polisiyeler dışında hepsini okurdu. Başka türdeki kitaplar konusunda çok katı olsa da, dar kafalılık derecesinde titizlik gösterse de polisiyelere neredeyse önyargısız yaklaşırdı. Eğer keyfi yerindeyse peş peşe on-on iki tanesini kolayca okuyabilirdi. Sanki açlıktan gözü dönerdi, özel bir yemek için yanıp tutuşur, karnı doyuncaya kadar da durmak bilmezdi.
Bu kitaplarda hoşuna giden, onlardaki bolluk ve ölçülülük duygusuydu. İyi bir polisiyede gereksiz hiçbir şey olmaz; önemsiz ne bir cümle ne de bir sözcük vardır. Önemli olmasa bile önemli olma olasılığı vardır ki bu da aynı kapıya çıkar. Kitabın dünyası canlanır, olasılıklar, sırlar ve çelişkiler kaynaşır bu dünyanın içinde. Görülen ya da söylenen her şey, hatta en ufak, en sıradan şey bile hikâyenin sonucuyla bağlantılı olabileceği için hiçbir şey göz ardı edilmemelidir. Her şey öze dönüşür; kitabın merkezi, kendisini ileriye iten her olayla birlikte yer değiştirir. Demek ki merkez her yerdedir ve kitabın sonuna gelmeden o merkeze dayanarak hiçbir daire çizilemez.
Dedektif, nesneleri ve olayları bir araya getirip bir anlam çıkaracak düşünceyi ararken onların oluşturduğu engelin içinden geçen, kulak veren, bakan kişidir. Aslında yazar ve dedektif birbirinin yerini alabilir. Okur, dünyayı dedektifin gözlerinden görürken dünyadaki ayrıntıların ne kadar çok olduğunun sanki ilk kez farkına varır. Çevresindeki şeyler dikkatini çeker, sanki onlar kendisiyle konuşabileceklerdir, şimdi onlara büyük bir dikkatle baktığı için, sanki varoluşlarının basit gerçeğinden farklı bir anlam taşımaya başlayabileceklerdir. Özel Göz, yani özel dedektif. Bu sözcüğün Quinn için üçlü anlamı vardı. Yalnızca “Göz” değildi, yani araştırmacı anlamına gelen sözcük değildi; aynı zamanda “Ben”di, dünyaya açılan pencereydi, yaşayan bir insanın bedeninde gizli minicik hayat goncasıydı. Bir yandan da yazarın fiziksel gözüydü, kendi içinden dışarıya, dünyaya bakan ve dünyanın önüne apaçık serilivermesini bekleyen adamın gözü. Tam beş yıldır Quinn bu sözcük oyununun tutsağı olmuştu.
Kuşkusuz çoktandır kendisinin gerçek olduğunu düşünmekten vazgeçmişti. Şimdi dünyada yaşıyorsa bile bir dereceye kadar, Max Work’ün hayalî kişiliği aracılığıyla yaşıyordu. Dedektifinin gerçek olması gerekiyordu. Kitapların doğası gerektiriyordu bunu. Quinn kendisini ortadan kaldırmış olsa bile, tuhaf ve münzevi bir hayatın sınırlarının içine çekilmiş olsa bile, Work başka insanların dünyasında yaşamayı sürdürdü. Quinn ortadan kaybolur göründükçe Work’ün o dünyadaki varlığı da o derece kalıcı oldu. Quinn, kendi bedeni içinde yabancılık çekerken Work saldırgandı, hazırcevaptı, nerede bulunursa bulunsun oraya kolayca alışıyordu. Quinn için sorun yaratan şeyler Work için doğaldı, serüvenlerinin karmaşasından öyle bir rahatlıkla ve kolaylıkla geçiyordu ki yaratıcısı bile etkileniyordu. Aslında Quinn’in Work olmak, hatta ona benzemek istediği filan yoktu, ama kitaplarını yazarken Work’müş gibi davranmak, canı isterse –yalnızca zihnen bile olsa– Work olabileceğini bilmek içini rahatlatıyordu.
O gece, en sonunda uykuya dalarken, Work olsaydı telefondaki yabancıya neler söylerdi, onu hayal etmeye çalıştı. Rüyasında –ki sonradan unuttu– kendini bir odada tek başına gördü, çıplak, beyaz bir duvara tabancayla ateş ediyordu.
Ertesi gece Quinn hazırlıksız yakalandı. Olayın kapandığını, o yabancının bir daha aramayacağını düşünmüştü. Tuvalete oturmuş kakasını yapıyordu ki telefon çaldı. Bir gece öncekinden daha geç bir saatti, bire on ya da on iki dakika vardı. Kitapta Marco Polo’nun Pekin’den Amoy’a yaptığı yolculuğun anlatıldığı bölüme gelmişti, daracık tuvalette işini görürken kitap kucağında açık duruyordu. Telefonun çalması onu tam anlamıyla rahatsız etti. Telefonu açmak üzere ayağa kalksa temizlenmeye fırsat bulamayacaktı, o durumda evin içinde yürümek iğrenç geliyordu ona. Öte yandan yapmakta olduğu şeyi normal hızında yapacak olsa telefona zamanında yetişemezdi. Buna rağmen Quinn’in içinden ayağa kalkmak gelmedi. Telefondan pek hoşlandığı söylenemezdi, hatta birkaç kez ondan kurtulmayı düşündüğü olmuştu. En hoşlanmadığı şey, telefonun zorbalığıydı. Kendisi istemese de işinin arasına girmekle kalmıyor, Quinn ister istemez onun emrine uyuyordu. Bu kez karşı koymaya karar verdi. Telefon üçüncü kez çalarken Quinn’in bağırsakları boşalmıştı. Dördüncü kez çalarken temizlenmeyi başarmıştı. Beşinci çalışta pantolonunu çekmiş, banyodan çıkmış ve telaşsızca evin öteki ucuna yürüyordu. Altıncı çalışında açtı telefonu ama hattın öteki ucunda kimse yoktu. Arayan kişi, kapatmıştı.
Ertesi gece hazırdı. Yatağının üzerine uzanmış, The Sporting News’un sayfalarını karıştırıyor, yabancının üçüncü telefonunu bekliyordu. Ara sıra, siniri bozuluyor, ayağa kalkıp evin içinde dolaşıyordu. Pikaba bir plak koydu –Haydn’ın Il Mondo della luna’sını– ve baştan sona dinledi. Bekledi de bekledi. Saat iki otuzda pes etti ve gidip yattı.
Ertesi gece de bekledi, bir sonraki gece de. Tahminlerinde yanıldığını düşünerek planından vazgeçmek üzereydi ki telefon yine çaldı. Mayıs ayının on dokuzuydu. Bu tarihi hatırlıyordu, çünkü annesiyle babasının evlilik yıldönümüydü –ya da onlar yaşasaydı yıldönümleri olacaktı–. Bir keresinde annesi ona, kendisine evlendiği gece gebe kaldığını söylemişti. Bu haberden gerçekten hoşlanmıştı Quinn, varlığının ilk ânını tam olarak bilmekten; ve yıllar yılı doğum gününü gizliden gizliye o gün kutlamıştı. Bu kez yabancı, önceki iki geceden daha erken bir saatte aramıştı, saat on bir bile olmamıştı, Quinn elini telefona uzatırken başkasının aradığını düşündü.
“Alo?” dedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCam Kent / New York Üçlemesi 1
- Sayfa Sayısı160
- YazarPaul Auster
- ISBN9789750734658
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uçurum İnsanları ~ Jack London
Uçurum İnsanları
Jack London
Uçurum İnsanları üzerinde güneş batmayan ülke olarak bilinen İngiliz İmparatorluğu’nun karanlık yüzüne dair birinci elden bir tanıklık… Jack London 1902 yılında, birkaç aylığına şehrin...
- Ordesa ~ Manuel Vilas
Ordesa
Manuel Vilas
“Babam bana beni sevdiğini hiç söylemedi, annem de. Ve ben bunda bir güzellik görüyorum. Annemle babamın beni sevdiğini icat etmek zorunda kaldığım sürece de...
- Wardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice
Joseph Delaney
Şiirsel anlatımıyla korku edebiyatında bir başyapıta dönüşen Hayalet serisi, başrollerini Julianne Moore ve Jeff Bridges gibi Hollywood yıldızlarının paylaştığı bir filme uyarlanarak çocuk-genç-yetişkin, herkesi...