Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Cam Irmağı Taş Gemi
Cam Irmağı Taş Gemi

Cam Irmağı Taş Gemi

Nazan Bekiroğlu

Taşın boyanmasıydı âdet olan, sıra boyamalara geldi. Yontucunun, kullandığı boyalara güveni sonsuzdu. Asırlarca dayanacaklarını, solmayacaklarını, bambaşka renklere dönüşmeyeceklerini biliyordu. Kimi bir deniz kabuğunun, kimi…

Taşın boyanmasıydı âdet olan, sıra boyamalara geldi. Yontucunun, kullandığı boyalara güveni sonsuzdu. Asırlarca dayanacaklarını, solmayacaklarını, bambaşka renklere dönüşmeyeceklerini biliyordu. Kimi bir deniz kabuğunun, kimi bir çömlek parçasının içinde karıştırdı renkleri. İstese, sonsuz sayıda renk elde edebilirdi. İstemedi. Kimi iç açıcı, kimi kasvet verici, ama hepsi de canlı ve kalıcı renklerle yetindi. Gözlerini karla hiç ovmamış kadınların ülkesinde buz mavisi, yağmur grisi gibi, kar beyazının da adı olmazdı elbet ama renklerin en zor olanı, kendisinden başka bütün renkleri yutanı, renksizlik kılanı, göz yakıcı çiğ beyaz bile onun duvar resimlerinde yumuşadı, uysallaştı. Hacmini buldu, boyun eğdi, renklerden bir renk oldu. En çok da bir yıldız ırmağının üzerinde akan lâcivert gökyüzünün altında güzel durdu. Çünkü kraliçe her defasında yıldızlı gök altında beyaz bir elbise giyiyor oluyordu. Yontucu her şeyi üstün bir gerçekçilik duygusuyla tamamladı. Tasvirleri arasında bu gerçekçilikle bağdaşmayan tek sahne, lâcivert ırmağın burgaçlı dalgaları arasına saldığı, batacağı ya da yol alacağı zamanın tek anlık aynasından belli olmayan taş geminin üzerine kaldı. Onun da tek yolcusu vardı.

***

İçindekiler

Be/ 9
Kül Rengi Küçük Kuş İle Beyaz Mermer Şehir/ 27
Mavi Gül Dalı/ 57
Cam Irmağı Taş Gemi/ 117
Zeyl: Nihade’nin Beşinci Defteri/ 201
Gülibrişim Tazarrusu/ 239

BE

Elif karanlıkta oturuyordu.

Bir Be bulsa, açılacaktı yolu.

Ama sırdı Be.

Elif sırrın varlığını bile bilmiyordu.

Oysa gelmesi gerekiyordu Be’nin geleneksel metinlere göre. Gelmesi ve ayağına düşmesi Elifin.

Elif soracaktı, neye geldin?

Seni açıklamak için, diyecekti Be.

Her şey böyle olacaktı, yol bulacaktı, akacaktı ama Elif, Be’yi bilmiyordu.

Karanlıkta Elife yol verecek bir Be olmuyordu.

Simgenin manasında, kayalıkların üzerine kurulu, her dem karanlık bir kentti Elifin yaşadığı. Dışında kalan dünyadan muhkem surlarla ayrılmıştı. Bambaşka bir âlemdi. Büyük kapıları vardı. Kapılar yaradılışın zihninde, açılmak ve kapanmak için tasarlanmıştı ya, bu kentte o kapılar hiç açılmazdı, hep kapanırdı. Gelişi olurdu da bu kapıların gidişi olmazdı. Sonra “onlar” vardı, bu kentin sakinleri. Onlar, karanlıkta otururdular ve çok bilmiş-liklerinin bütün sıkıcılığıyla sadece akıldılar, serâpâ mantıktılar. Bir örnek siyah cübbelerinin içinde hep şimdiki zamandılar. Hep bir andılar. Hep aynıydılar.

Elif bütün dünyayı karanlıktan, bütün insanları da onlardan ibaret zannediyordu.

Karanlığı bu kadarla kalsa o da karanlığa katılacak, bir su çiçeği gibi havuzun bir kıyısından öbür kıyısına vurup duracaktı. Oyunun içinde ya da dışında ama mutlaka oyunculardan biri olacaktı. Öyle ya da böyle oyalanacaktı.

Ama yaratışın yazgısı gibi farklıydı onlardan Elif, başkaydı. Lâkin bir kez olsun bilmeyenlerin bilgisizliğiyle, bilmiyordu kendi farkını çünkü şuuru yoktu.

Korkmakla sabretmenin farkını bilmeden, sabrını korku, korkusunu sabır bile zannetmiyordu.

Ancak bir rüya Elife haber getirebilirdi.

Ama görülmesi gereken rüya henüz görülmemişti.

Vakit vardı, henüz erkendi.

Vakti zamanı geldi. Rüya manadan evvel, bir gün Be’nin rüyası geldi. Filiz veren kurumuş bir sabır sarmaşığı. Sonra haberi geldi. İçi pervaz vurmuş, çoktan uçmaya durmuş, kalbi hazır olduğunda Elif, Be’yi hissetti.

Bir his.

Bir köprü üzerinden ağır ağır yürüyerek karşı tarafa geçmiş gibi.

Ya da bir köprünün altından çok sular akmış gibi.

Bir kanat dokunmuş, bir rüzgâr esmiş de gecenin bir vaktinde uyanıp pencereden karşılara bakmış gibi. Hiç kimsenin duymadığı bir şeyi duymuş gibi.

Sanki büyük bir katta ol, denmiş de kader gerçekleşmiş gibi.

Onu henüz görmemişti ama dönülebilir olandan geriye dönmenin mümkün olmadığını gördüğünde Elif, histen manaya geçti, Be’yi önce mana olarak tanıdı, sonra da onun Be olduğunu anladı. Ve bir an geldi ki ellerinin tam üzerindeki Be’yi fark etti. İki damarının bileğinde yaptığı Be’yi. Avucunun tam içindeki çizgilerin çizdiği Be’yi. Dağılan saçlarını kaldırmak için elini alnına götürdüğünde, kendi elinin kendi alnına yazdığı Be’yi.

Her yan Be’ydi şimdi, her şey Be.

Be’ye bağlanınca Elif, Elifliğini bildi.

Her şeyi Be ile tefsir etti.

Dünya dediğin bir tefsir hikâyesi, yol verdi, geçsindi.

Be’ye yol verince.

Sır, sır olmaktan çıktı, aşikâr oldu. Eski halinde kalmanın imkânı yok, Elifin yolu açıldı.

Onlar aynıydı gerçi, dört bir yan karanlıktı hâlâ ama hava, toprak, ateş, su ağır gelirken üzerine, Elife artık karanlığın tehdidi azdı. Simsiyah cübbesini çıkarıp geçti şehrin kapılarından. Ne ahidler bozdu da yüzünü dışarıya döndü, ilk adımını attı. Manasını bildiği ile karşılaşmanın zamanıydı.

Gözleri kamaştı önce, hiçbir şey göremedi. Dışarısı önce bahardı; derin, mavi ve güzel ırmaktı. Suydu, ışıktı. Kokuydu, sarmaşıktı. Sonra yavaş yavaş gözleri alışınca, hiçbir şey yabancı değil, her şey aniden tanıdıktı.

Bir kürsü ve bir nokta. Elif, Be’yi tanıdı. Bir ağaca yaslanmıştı. O yaslandığı için ağaç gölgesini salmıştı mecalsizlikle, sarsılmıştı.

Ağacın gölgesinde bir fidan gibiydi Be. Narin ve ince. Şen ve masum. Derin ve düşünceli.

Be’nin perçemleri üzerine düşen toprak rengi bir gölge. Sensin, dedi Elif, tanıdım seni. Sen misin, dedi Elif, tanıdım seni.

Benim, dedi Be, sesi yumuşak ve munisti.

Be, çok güzeldi.

Ama güzelliğinin farkında değildi. Masumdu bu yüzden. Lekesiz ve temizdi.

Karanlıktan aydınlığa çıktığı ilk anda. İki tarafı ağaçlıklı toprak yolun başında. Kapının, eşiğin, aşılması gereken ne ise, onun ardında.

Omuzlarına mavi bir hırka attı Be, Elifin. Sonra tutup sağ yeninden öptü usulca.

Canın tene değmesi gibi tanıdıkça tanıdı Elif, Be’yi. Hiçbir hayal kırıklığı, yürek hacminde hiçbir sekme yoktu. Kim, hırkasının sağ yeninden öpmeyi akıl edebilirdi?

Elif, bir Be’nin adını biliyordu şimdi. İlk kelime olarak aşk yazdı, Be’nin harfleri yetti, arttı.

Adını koyunca bir kere, gerisi kendiliğinden tamamlandı.

Bir gökyüzü, bir Be onun altında.

Bir ırmak, üzerinde Be.

Bir Elif bir de Be.

Sonrasında, Be’nin öğretmesiyle suya ve ışığa boğulmuş bu dünyanın bütün kelimelerini öğrendi. Her şeyin cismini ve ismini. İyi bir öğreniciydi. Öyle bir zaman geldi ki Elifin kelimelerinin sayısı Be’nin bildiklerine erişti.

Gün ışığı yettiği kadar. Gün ışığı yetmediğinde yolun iki tarafında camdan kandiller yakarak. Alınlarının üzerine portakal çiçeklerinden taçlar, sol ayak bileklerine yasemenden bilezikler taktılar. Saçları arkadan tek örgü, yumuşak kıvrımlı giysilerin içinde bedenlerini rüzgâra bıraktılar. Dayanamadılar, beyaz köpüklerin arasına atıldılar. Su yıldızları, ayaklarının altında çakıl taşı yaraları. İpeksi kum. Ondurucu yağmur ve bulutlar. Yağmur yağarken bile burada her şey ırmaktı. Son-ucunda her şey saftı, şeffaftı, suydu, ışıktı ve ikisi de çocuktu.

O kadar çok sevdi ki Elif, Be’yi. Kıyamete değin hiçbir kadının hiçbir erkeği böyle sevemeyeceğinden emindi.

Elif kimi böyle sevebilirdi?

Nasıl sevdiyse öyle de sevildiğini zannetti.

Ama kim bilebilir ki?

Nereden bilsindi?

Hoş kokulu çamların iğneleriyle kayganlaşmış yoldan geçerek bir gün ırmak kıyısına indiğinde Elif bütün hikâyelerin içerdiği cümleyle aniden burun buruna geliverdi.

Nedeni nasılı yok bunun, kimse merak etmesin. Değil mi ki, her şeyle her şey arasında incecik bir çizgi.

Sadece bir yol kıvrımı. Sapak noktası.

Bir an. İnanç bir an. Dönüş bir an. Fark ediş bir an.

Neden sonra görebildi.

Onları gördü uzaktan.

Be’yi ve adını bilmediği diğerini. Sırtında güneş rengi, alev ateş bir giysi, saçlarının arasında su damlalarından bir taç. Ateş ve su aynı anda.

Aynı ağaca, o ağaca sırtlarını yaslamışlardı. Başlarını birbirlerinin omuzuna bırakmışlardı.

Ağaç sarmıştı onları dalları ve yapraklarıyla. Yaklaşmıştı iyice. Meyvelerini onlara uzatmıştı.

O kadar güzellerdi ki Elifin bile içi titredi.

Ama kendi güzelliğinin farkındaydı şimdi Be.

Yasak meyve: Şuur hali.

Farkındalık: Güzelliğin suç hikâyesi.

Bu bilmekle bir suça dönüşmüştü Be’nin güzelliği.

Sanki her şey susmuş da onları dinliyordu. Kulak kesilmişti kuşlar, ırmak ve bulut. Bir onlar konuşuyorlardı derin suyun dibinden gelen musikinin, tanrısal bir lir’in eşliğinde. Soluğunu tuttu Elif, Be’nin sesini duydu.

Be, ona aşkı anlatıyordu.

Dikkat etti Elif.

Be’nin kendi sözcükleri yoktu. Ona, aşkı, Elifin sözcükleriyle anlatıyordu.

Bir şey olmuştu ama kendisine ne olduğunu anlayamadı Elif önce.

Bu olanla da hoşça bir uyum içinde geçinilir zannetti.

Can evinden vurulmuştu oysa. Henüz sıcaktı yara, duymuyordu.

Bir sırça binbir parçaya bölünmüş de yerlere saçılmış gibi.

Bir avuç altın tozu rüzgârda savrulmuş gibi.

Bir daha asla eskisi gibi olmayacakmış gibi.

Halinin kelimesini bulamadı, ancak benzetmelerle yetindi. Onlarla devam etti.

Bir büyük boşlukta bir çığlık kopmuş gibi. Çığlığı atan görünürde yokmuş da, ses hâlâ çınlayarak devam ediyormuş gibi.

Bir uçurumdan düşerken kolundan yakalayan el uçurumun kendisine dönüşmüş gibi.

Bir uçurumdan düşüp öylece hareketsiz kalmış gibi.

Dünya aniden bitmiş, bundan sonrası ölüm gibi.

Ölmedi. Bundan sonrasını da yaşadı.

Bundan sonrası?

Taşıdı. Taşıdıkça ağırlaştı.

Olan olmuştu bir bunu anladı da olanı içine nasıl sığdıracak, nasıl hazmedip sindirecek, Elif bunu anlayamadı. Bir daha toplanması mümkün olmayan bir kırılışla kırıldı içinin kayığı.

Mutsuzdu.

Üstelik korkuyordu.

Yürüyüp geçse üzerinden? Gitse? Gidebileceği bir yer yoktu.

Durmakla olmadı, yine de gitti. Bir başka suyun, koca okyanusun tam kenarında bir kumsal evine yerleşti. Deniz bir ilerledi bir geri çekildi. Evi bir kıyıdaydı Elifin, bir suyun içindeydi.

Dalgaların birbiri ardınca kumsalı dövüşünü, bu uğultuyu, yağmurun denizin üzerine yağışını hiç bu kadar yakından görmemişti.

Yıldızlar, uzansa tutabileceği kadar yakındı.

Ama ne yıldızları tutmaya takati vardı ne de denizin sonunu getirmeye Elifin. Hiçbirisine kalkışmadı.

Üzerinden tekinsiz bir rüzgâr geçmişlere mahsus ürpertiyle kaçtı arka odalara günlerce.

Kimselere görünmek istemedi, kimseleri göremedi.

Ateş istilâ etti bedenini. Kasvet, koyu kurşuni bir sis dalgası gibi bütün ruhuna sirayet etti.

Yüzlerce düşüncede battı. Kendi içine çevirdi gözlerini. Bütün gidişler eninde sonunda aynı kapıya çıktı.

Aşkın belâsı, aşkla hesaplaşmaya kalkması, bir aşkta aşkın yorumunu yapması. Olanın bitenin ne olduğunu anlamak isteği, Elifin büyük girdabı oldu.

Keşke bitenin neye bittiğini anlasaydı. Ölü bir balık gibi böyle, kıyıya vurup durmasaydı.

Tanrım, dedi.

Kalp bilgimi arttır. Ki olup biteni daha iyi anlayayım. Anlarsam dayanırım.

Ne kalp bilgisi arttı, ne olup biteni anladı. Çözdükçe düğümlendi. Anlamaya çalıştıkça boğuldu.

Aşkıyla yüzleşip de içinden sağ salim çıkamayınca bu kez aşkın kavram olarak kusurlu olduğuna karar verdi. Yaradılışından mücrimdi aşk duygusu. Neticede aşkı yalanlamaktan başka varlık hükmü kalmıyordu.

Ama aşk yalanlanınca da geriye bir tek karanlık kalıyordu. Oysa karanlığa tahammülü yoktu Elifin.

Karanlık bir oturursa yüreğinin orta yerine, ona yaşamak kalmazdı.

Acıydı karanlığın taşınması, taşınamayan yine de aşkın acısı olsundu.

Acıyla savrulduğunda iki değirmen taşı arasındaki buğday tanesine benzedi en fazla. Savunmasız. İki büklüm savrulurken bile isyansız.

Kimi coşkun azgın atıp duran bir ana damar kesiği, kimi bir taşın kanaması gibi ağır ve sessiz, kanadı durdu.

Bir karar tutturamadı, kalbi sormuyor ki! Bir o duyguya gitti bir bu duyguya geldi. Kimi nefret etti kimi yeni baştan sevdi.

Halden hale geçti.

Şekilden şekile girdi.

Aşk onu da kendisine benzetti.

Koca bir yağmur mevsimi geçti üzerinden Elifin. Sayılı soğukları sayısız sıcak günler izledi.

Böyle geçti mevsimler. Böyle hiçbir şey değişmedi. Böyle, bu da geçmedi.

Ama dayanmak mümkün değildi.

Peki, zaman her acının ilâcı değil miydi?

Gözden ırak olan gönülden de ırak olmuyor muydu?

Aşk bile olsa her şey, eninde sonunda bitmiyor muydu?

Bitmiyordu.

Bir adım sonrası ölüm.

Ölünmüyordu. Sürüp gidiyordu.

Bir eşik ki Elif, önünde çakılıp kalmış.

Ne ileri geçebiliyor, ne geri dönebiliyor.

Ne yükselebiliyor ne de düşebiliyor.

Başka çıkış yok muydu?

Bütün yollar Be’ye çıkıyordu.

Be olmayınca, gerisi gelmiyordu.

Bir daha Be katılsa öfkesine sular gibi durulacaktı biliyordu.

Her şey eskisi gibi olabilir belki. Küçük bir kapıyı açık bıraktı.

Olmadı. O da kendiliğinden kapandı.

Değmezmiş, diyebilseydi (değmezmiş, diyebildi).

Tanrım, diyebilseydi (Tanrım, dedi), Tanrım değmeyende oyalama beni.

Öyle bir oyalandı ki değip değmediğini bile bilmediğinde, dönerim zannetti de, bir adım geri dönemedi.

Bu defa, Be’nin değil de Be’de kendisine gösterilenin ne olduğunu merak etti Elif. Belli ki uçurum vardı iki Be arasında. Özle resim, mana ile kelime arasında.

Be’nin aslı neydi?

Neydi ki kendisinden vazgeçmek kabil olmuyordu?

Tanrım, dedi, bir kişi daha varsa onun gibi, gönder onu bana.

Kimse gelmiyordu.

Neye Be, başlangıçta, ezelde yazılmış hikâyeyi doğrular gibi geliyordu da, hikâyenin sonu gerektiği gibi çıkmıyordu, veriliyor da sonra geri alınıyordu?

Bütün bu kararsızlık kıyametinin ortasında. Aslında, dışarıdan biri gibi bakabilse görecekti başına gelenin herkesin başına gelenle bir olduğunu.

Aşkın abes yüzünün onu aniden vurduğunu.

Ne kadar abesti aşkın yüzü.

Dahası, ne kadar çok yüzü vardı. Aşkın bir yüzü, iki yüzü. Aşkın yüzsüzlüğü.

Vefa, ihanet, ahd. Hepsi birbirine karışıyordu.

Uğrunda ahidler bozulan, ahde vefasızlık ediyordu.

Tanrım, dedi.

Ne olurdu yanılma olmasaydı.

Ama yanılmıştı.

Bildi aşkın acılığını.

Acı kendi içindeydi, aşkın tarafsızlığını.

Ne büyüktü vaad ve toprak ne kadar küçükmüştü.

Gördü. Görmek an meselesi değil ama. Zaman meselesi şimdi.

Gördüğünün aslında kendi görme kabiliyetinden daha fazlası olmadığını, okyanusun kıyısında, gelgitler arasında, neden sonra fark etti. Yani bu Be ne kadar olsa da ancak Elifin gördüğü kadardı.

Be idi ama.

Noktası eksikti.

Sadece bir kürsüden ibaretti.

Be’nin sırrı noktasında saklı.

Kusurluydu bu yönüyle. Kusurlu Be’ydi.

Bir Elif’i tefsir edemeyen Be idi.

Bir Elifi çekemeyen Be.

Öyle ağırdı ki üzerine yıkılan mana, artık hallerini bilindik kelimelerle ifade edemedi Elif. Bir acı ki kelâmda bu halin karşılığı yok acıdan başka.

Bundan sonrası derin denizlerin yalnızlığı olsundu.

Hesapları artık bu dünyaya sığmadı, çözümünü bir başka dünyaya bıraktı.

Üzüntüsünün artık Be’ye dair bile olmadığını fark etti.

Kederi yön değiştirdi.

Hiçbir şey yapmadı Elif. Eylemsiz.

Sadece her gün, yumuşak kıvrımlarla uzanan toprak yolun sonuna kadar gitti, bir camcı ile taşçının nasılsa yan yana kurulmuş dükkânlarının önünden geçti, zeytin ağaçlarının altında oturdu. Zeytin bahçesi.

Bir tarafı sararmış otların acı kokusu, bir tarafı köpük köpük dalgalanmış, koyu yeşil, büyük denizin uçurumu.

Üzerinden dalgalar geçen kayaya baktı en fazla.

Dalgalar bir nazenin geliyorlardı bir öfkeli. Belli ki büyük denizin sağı solu yoktu.

Düşünüp durdu Elif, yine eylemsiz.

O kadar çok yitikti ki, o, zeytin ağaçlarının altında otururken, az ötede, bütün yazı bir gülibrişim ağacının altında oturarak geçiren ufak tefek bir kadını bile, ancak hayal meyal fark etti.

Sadece seyretmekle geçen bir dairenin içine kapandığını da o zaman anladı Elif. Karanlık kentte ne yapıyor idiyse yine onu yapıyor. Sadece seyrediyor. Yaşamıyor.

Tortulanmış, durgun bir su.

Bir bilgi yığını.

Yorucu.

Gel zamanı çıktı, neredeyse denizin ortasında kalmış kumsal evinden. Ayak bilekleri ıslandı.

Karanlık kentin kapısına dayandı, geçtiği, uzun ve meşakkatli bir yoldu. Gecenin otobüsleri güçlü yolcularıyla uzaklaşırken tehlikeli mesafelere, onun kara, kapkara giysileri bıraktığı yerde duruyordu. Önce portakal çiçeklerinden yapılma tacını çıkardı başından, son birkaç deniz kabuğunun üzerine çözdü saçlarının örgülerini. Sonra büzgülü ve beyaz giysilerini sıyırdı, döküverdi ayaklarının dibine. Sol ayak bileğinden yasemen bileziğini çözdü, en son da bağcıklı sandaletlerini.

Cübbesini usulca geçirdi sırtına, sonra başlığını çekti, ta gözlerinin üzerine indirdi. Demir kapıdan geçip içeri girdi. Kimse yadırgamadı varlığını. Sanki herkes onun bir gün döneceğini biliyordu. Sanki hiç gitmemişti. Kente doğru ilk adımını atarken, hiç olmazsa karanlık samimi, diye mırıldandı, hiç olmazsa tek rengi var onun.

Bütün bunlar yaşanırken orada, o büyük denizin kıyısında. Öykücü sessiz sedasız tanık tutuldu. Tanıklığı yazıydı.

O da her gün zeytin ağaçlarının altına, sırtını dayadığı gülibrişim ağacına, üzerinden dalgalar geçen kayaya kadar gitti, dönüşte, yan yana kurulmuş camcı ile taşçının dükkânlarının önünden geçti. Elifle karşılaştı her gün, sessiz sedasız bir selâm ile yetindi.

Gözünün önünden koyu yeşile dönmüş büyük denizin dalgası, başının üzerinden bir göçmen kuş sürüsü geçti.

Dört hikâye düştü içine.

Bir: Kül rengi küçük kuş ile beyaz mermer şehrin hikâyesi.

İki: Mavi gül dalının,

Üç: Camcı ile taşçının hikâyesi.

Dördüncü? Bir Be bulsa yolu açılacak olan Elifin, bir sarmal olup da kendi üzerine kıvrılan hikâyesi. Yani aşkın kapkaranlık hikâyesi. İlk üçünü kırık dökük yazdı da, aşkın kapkaranlık hikâyesinin içinden çıkamadı, Be’nin noktasında takıldı kaldı. Özünü, özetini yazmakla yetindi, üzerinden kısaca geçti. Bu yüzden başlangıç harfi Elif değil Be’ydi.

Öykücü bir de, çoktan yazılmış olsa da Nihade’nin beşinci defterinin kapağını, onu sonsuza değin kapamak için, kaldırdı, içine baktı.

Hepsi bu!

İkibinaltı haziranının yirmidokuzu.

KÜL RENGİ KÜÇÜK KUŞ İLE BEYAZ MERMER ŞEHİR

Kül rengi küçük bir kuştu, albenisiz. Sadece boynunun etrafında turuncu parlak bir leke, o kadar.

Küçük de bir şehirde yaşardı. Gri gökte serili bulutların altında kör kahverengi dağlar ve gamlı ev yığınları uzanırdı orada ve ardı arkası kesilmeyen kasvetli yağmurlar yağardı günlerce. Şehir duman rengine, is rengine boyanırdı. Çamur birikintileri çekilmedikçe insanlar evlerinden, yağmurlar kesilmedikçe kuşlar yuvalarından çıkmaz, soğuk ve rutubetten daha sinsi bir isteksizlik, yaşama boydan boya karşı çıkan bir ölümle yarışırdı. Hasılı sıkıntılı bir yerdi burası.

Her yıl, kısa süren bir yaz mevsiminin sonuna doğru, ağustos ayının içinde saklı sonbahar, geliyorum, deyip de ilk yapraklar sararmaya başladığında, geniş sürüler halinde göçen kuşlardan geriye kalan kentte kül rengi küçük kuş, ilk yağmurları, ilk soğukları bir başına karşılardı. Sonbaharın yağmurları gibi, kışın dalkıran, kozkoparan fırtınalarını, karlarını, buzlarını da, büzül-düğü yuvasında geçirirken, başını dışarıya bir uzatsa, tüyleri kar tanelerine karışır, neredeyse kanatları donar, gagası buz tutardı.

Güçsüz kanatları, çelimsiz gövdesi, dar göğsü ile kül rengi küçük kuş, gitmekten çok kalmak, aşmaktan çok beklemek için yaratılmıştı. Ama yine de her sonbahar başlangıcında aklı, bin-lercesi bir araya gelerek gökyüzünde pervaz vurmaya başlayan göçmen kuşların, en fazla da altmyağmur kuşlarıyla sarısalkım kuşlarının ardına takılırdı. Onların, kendi gövdelerinden başka dayanakları olmaksızın yola çıkışlarını izlerdi ve bu muhteşem töreni seyrederken, minicik kalbi minicik göğsüne sanki sığmazdı. Zamanı söyleyen biri olmaksızın, vakti saati gelince göç halini bilmelerini, bir araya toplanmalarını, en güçlü, en akıllı, en zeki olup da, bir sürünün yaşamını kendi yaşamında taşıyabilecek denli sorumluluk taşıyan, en güveniliri öncü seçmelerini, her konak yerinde kendilerine katılan sürü sürü kuşlarla giderek büyümelerini ezber etmişti.

Güzel, gösterişli ve ayrıcalıklıydılar. Akıllı ve güçlüydü-ler. Sarısalkım kuşlarının da, altmyağmur kuşlarının da; yaban kazları, leylekler, telli ve telsiz turnalar, okyanus gezginleri, ötücü kuğular gibi, büyük ve açıldığında gölgesi dağlar üzerine düşen güçlü kanatları, yorulmak bilmeyen bünyeleri ve göç için yaratılmışlıkları vardı. Tek vücut halinde, aralıksız, günlerce süren zorlu uçuşların sırrını bilir, “V” biçiminde katar tutarlardı. En güçlü olan en önde yerini alırdı, ona yakın güçtekiler ise hemen arkasında. Böylece hava akımına karşı bir siper oluşturur, daha küçük ve daha zayıf kuşların uçuşunu kolaylaştırırlardı ve bu birkaç öncü, gücü önden arkaya doğru azalan sürüye kader olurdu.

Eklendi: Yayım tarihi

“Cam Irmağı Taş Gemi” için bir yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Diğer Edebiyat Hikaye
  • Kitap AdıCam Irmağı Taş Gemi
  • Sayfa Sayısı248
  • YazarNazan Bekiroğlu
  • ISBN9799752634786
  • Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş / 2010-8

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Nun Masalları ~ Nazan BekiroğluNun Masalları

    Nun Masalları

    Nazan Bekiroğlu

    Masal gemisi, nihayet İstanbul Boğazından, son padişahla son şehzadesini alarak uzaklaştı.Hiçbir şey kalmadı geriye.Bir büyük boşluk kaldı geriye.Bir de bütün bunları, bulutların ufuk üzerinde...

  2. Mavi Lale; Yitik Lale ~ Nazan BekiroğluMavi Lale; Yitik Lale

    Mavi Lale; Yitik Lale

    Nazan Bekiroğlu

    Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pencere alınlığında, tam sağ alt köşeye imza düşürülmüş mavi bir Osmanıl lalesi neler düşünür, onu merak...

  3. Mihrican Fırtınası ~ Nazan BekiroğluMihrican Fırtınası

    Mihrican Fırtınası

    Nazan Bekiroğlu

    Mihrican Fırtınası Nazan Bekiroğlu’nun hayata, edebiyata ve sanata dair denemelerini bir araya getiriyor. Yazarın kişisel hayatından izlerin belki de ilk kez bu açıklıkla görülebileceği...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Bir Yobazın Günlüğü ~ Ömer Faruk DönmezBir Yobazın Günlüğü

    Bir Yobazın Günlüğü

    Ömer Faruk Dönmez

    Bıyık altından gülerek kendisini “yobaz” diye vasıflandıran “keskin zekâlı ve sivri dilli” belki de “sivri zekâlı ve keskin dilli” bir yazar, günün birinde günlük...

  2. Gecenin İkinci Rüyası ~ Leyla İpekçiGecenin İkinci Rüyası

    Gecenin İkinci Rüyası

    Leyla İpekçi

    Leyla İpekçi, zamanın, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyeni, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paris’ten, Konyadan, İskenderiyeden ve birçok...

  3. Hüseyin Siret ~ Turan KarataşHüseyin Siret

    Hüseyin Siret

    Turan Karataş

    Muhalifliği, Jön Türklüğü, Adıyaman sürgünü, Pariste, İsviçrede ve Selanikte yaşadıkları, Osmanlının son dönemindeki şahitlikleri, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyetin ilk günlerindeki tavrı ve duruşuyla bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur