“Yazarın görevi mitleri ölümden kurtarmaktır” diyen Michel Tournier, Fransa’nın en yaratıcı yazarlarından biri. İlk bakışta birbirinden uzak görünen nesneler ve olgular arasında bağlar kurarak; masal öğelerini bir başka dünyanın öğeleri olarak değil de güncel dünyadaki yerlerine oturtarak işleyen Tournier, bu özelliği ile haklı bir ün kazanmış durumda. Çalı Horozu hikâye ile masal arasındaki ayrımı belirlediği ve insanla benzerleri ya da insanla nesneler arasında aykırı ilişkiler yarattığı en çarpıcı öykü kitaplarından biri. Bu kitabında Cennet, Noel Baba, Robinson Crusoe gibi tarihsel mitlerin yanı sıra, gençlik, otoyol gibi gündelik mitleri entelektüel bir yaratıcılıkla işliyor.
“Öykülerin sağlam kurgusu kadar, Türkçeye olabilecek en mükemmel teknikle çevrilmiş olmaları, okuru sadece dilden tat almaya sürükleyebilir. O zaman insanın kendini çimdikleyerek, Tournier’in gerçekten çok ilginç ve ufuk açıcı saptamalarını kaçırmamak üzere, uygun bir zihin ve ruh haline geçmesi gerekmektedir.”Mehmet Ali Kılıçbay / Cumhuriyet Kitap
İçindekiler
Adem Ailesi
Robinson Crusoe’nun Sonu
Noel Ana
Amandine ya da İki Bahçe
Küçük Poucet’nin Kaçamağı
Tupik
Sevincim Sürsün
Kırmızı Cüce
Tristan Vox
Véronique’in Kefenleri
Genç Kız ve Ölüm
Çalı Horozu
İnciçiçeği Düzlüğü
Fetişçi
Notlar
Âdem Ailesi
Başlangıçta yeryüzünde ne ot vardı ne ağaç. Her yerde uçsuz bucaksız bir toz ve çakıl çölü uzanıyordu.
Yehova toprağa şekil vererek ilk insan heykelini yaptı. Sonra burun deliklerinden yaşam üfledi. Ve çamurdan heykel canlandı ve ayağa kalktı.
İlk insan neye benziyordu? Kendisine bakarak yarattığı için Yehova’ya benziyordu. Oysa Yehova ne erkekti ne de kadın. İki cinsiyeti de taşıyordu. Demek ki ilk erkek aynı zamanda bir kadındı.
Göğüsleri kadın göğsüydü.
Ve karnının altında bir erkek cinsel organı.
Ve apış arasında bir küçük delik.
Oldukça da kullanışlıydı: Tıpkı bıçağı kınına sokar gibi, yürürken pipisini bacaklarının arasındaki küçük yuvaya yerleştiriyordu.
Öyleyse Adem’in çocuk yapmak için kimseye ihtiyacı yoktu. Kendi kendine yapabilirdi bu işi.
Eğer Âdem’in bir oğlu olmuş olsaydı, onun da bir oğlu olsaydı ve bu böylece sürüp gitseydi, Yehova, oğlu Âdem’den çok memnun kalacaktı.
Maalesef Âdem aynı görüşte değildi.
Torun sahibi olmak isteyen Yehova’nın görüşüne katılmıyordu.
Kendi kendisiyle de anlaşamıyordu. Çünkü aynı anda yatmak, döllenmek ve çocuk sahibi olmak istiyordu. Ne var ki çevresindeki toprak yalnızca bir çöldü. Ve çölde oturulmazdı, yatmak dersen, o hiç olmazdı. Çöl dediğin dövüşmek için bir arena, oynamak için bir stadyum, koşmak için cüruf serpilmiş bir koşu sahadır. Ama insan, karnında bir çocuk, kucağında emzirmek ve mama hazırlamak zorunda olduğu bir başka çocuk varken nasıl dövüşür, nasıl oynar, nasıl koşar?
Adem Yehova’ya dedi ki: “Beni yarattığın toprak aile yaşamına uygun değil. Tam uzun mesafe koşucusuna göre.”
O zaman Yehova, Âdem’in rahat durma isteği duyacağı bir toprak yaratmaya karar verdi. Ve böylece Cennet meydana gelmiş oldu.
Çiçekten ve meyveden geçilmeyen koca koca ağaçlar, ılık ve berrak sulu göllerin üzerine doğru eğiliyordu.
“Şimdi” dedi Yehova Âdeme, “çocuk sahibi olabilirsin artık. Ağaçların altına yat ve düş kur. Kendi kendine olur.”
Adem yattı. Gelgelelim uyuyamıyordu, dölleyemiyordu da kuşkusuz.
Yehova döndüğünde, onu bir sakızağacının gölgesinde volta atarken buldu.
“İşte” dedi Âdem ona. “İçimde iki varlık var. Biri çiçeklerin altında dinlenmek istiyor. Demek ki bütün iş çocukların oluştuğu onun karnında olup bitecek. Öteki orada kalmıyor. Bacakları karıncalanıyor. Yürümeye ihtiyacı var, yürümeye, yürümeye. Taş çölünde ilk insan mutsuzdu. İkincisi mutluydu. Burada, Cennet’te her şey tersineydi.”
“Bu demektir ki senin içinde biri yerleşik, biri göçebe olmak üzere iki insan var” dedi Yehova. “Bu iki sözcüğü kelime dağarcığına eklemen gerekiyor.”
“Yerleşik ve göçebe” dedi Âdem uysalca. “Peki, ne yapacağız?”
“Şimdi” dedi Yehova, “seni ikiye parçalayacağım. Hadi uyu!” “Beni ikiye parçalayacakmış” diye bağırdı Âdem.
Ama kısa bir süre sonra kahkahasının ardı kesildi ve uyuyakaldı.
O zaman Yehova, Âdem’in vücudunda kadınla ilgili ne varsa ayırdı: Memeler, apış arasındaki küçük delik, dölyatağı.
Ve bu parçaları Cennet’in nemli ve yapış yapış toprağından yaptığı, yan tarafta duran bir başka insana yerleştirdi.
Ve bu bir başka insana şu adı verdi: Kadın.
Âdem uyandığında ayaklarının üzerinde zıpladı ve kendisini öylesine hafif hissetti ki neredeyse havalanıp uçacaktı. Kendisini ağırlaştıran tüm şeylerden arınmıştı. Memeleri yoktu artık. Göğsü bir kalkan gibi sert ve kuruydu. Karnı kaldırım taşı gibi düpdüzgün olmuştu. Bacaklarının arasında kınsız bir bıçaktan farksız bir erkeklik organı kalmıştı ve bu onu pek rahatsız etmiyordu.
Kendini Cennet’in uzun duvarı boyunca bir tavşan gibi koşmaktan alıkoyamadı.
Fakat kendini Yehova’nın huzurunda bulduğunda, Yehova bir yaprak perdesini araladı ve dedi ki: “Bak!”
Ve Adem uyuyan Havva’yı gördü.
“Bu nedir” diye sordu.
“Bu senin öteki yarın” dedi Yehoa.
“Ne kadar yakışıklıymışım” diye haykırdı Âdem.
“Yakışıklıymışım değil, ne kadar güzel bir dişi” diye düzeltti Yehova. “Bundan böyle sevişmek istediğinde Havva’ya gidersin, koşmak istediğine bırakırsın dinlenir.”
Ve usulca çekildi.
Sonrası anlamak için olayların böyle başladığını bilmek gerekiyor.
Âdem ile Havva, bilindiği gibi Yehova tarafından Cennet’ten kovuldular. Böylece onlar için Tarih’in başlangıcı olan taş ve toz çölünde, uzun bir yürüyüş başladı.
Doğal olarak bu Cennet’ten kovulma olayı Âdeme ve Havva’ya aynı şeyi düşündürmüyordu. Âdem yabancısı olmadığı şeyler arasındaydı. Çöl dersen, orada doğmuştu. Toprak dersen, göv-desinin kalıbı ondan yontulmuştu. Üstelik Yehova onu her türlü kadınsal öğeden arıtmıştı. Böylece bir antilop gibi hafif ve toynak kadar sert ayakları üzerinde bir deve gibi yorulmak nedir bilmeden yürüyordu.
Ya Havva! Zavallı Havva ana. Cennet’in nemli ve vicik vicik toprağından yapılan ve hurma dallarının kıpır kıpır gölgesinde mutlu bir uyku çekmekten başka bir şey düşünmeyen bu kadın ne kadar üzgündü. Soluk soluğa yürüyen Âdem’in peşi sıra, güneşten kavlamış sarışın teni ve kayaların parçaladığı körpe ayaklarıyla inleyerek sürükleniyordu.
Anavatanı Cennet’i yalnızca kafasında canlandırıyordu ama orayı tamamen unutmuş görünen Âdeme bu konuyu açmaya bile cesaret edemiyordu.
İki oğulları oldu.
İlk oğulları Kabil tıpatıp annesinin bir kopyasıydı: Sarışın, tombul, sakin ve uyumaya bayılan bir insan.
Ama ister uyusun, ister uyanık olsun Havva onun kulağına güzel bir hikâye mırıldanıp duruyordu. Ve bu hikâyede, manolya ağaçlarının altlarında serin yastıklar oluşturan, yer yer ışıl ışıl dağlaleleri serpiştirilmiş yosunlar, sarısalkımların yaldız rengi salkımlarına karışan sinekkuşları, kara sedir ağaçlarının ulu dallarında külrengi turnaların gittikçe güçsüleşen kanat çırpışları söz konusuydu yalnızca.
Kabil, denilebilir ki annesinin sütüyle birlikte yeryüzü Cenneti’nin özlemini de emdi. Çünkü kulağına fısıldanan bu şeyler, kurak bozkır ve kumulların kısır bir döngü içerisinde durmadan yeni kumullar yaratışı dışında hiçbir şey bilmeyen zavallı çocuk kafasında sihirli adalar yaratıyordu. Çok kısa bir süre sonra da çiftçilik, bahçıvanlık ve hatta mimarlık eğilimler ortaya çıktı.
İlk oyuncağı küçük bir çapa oldu. İkincisi ufacık bir mala, üçüncüsüyse geleceğin peyzaj mimarlarının ve şehircilik uzmanlarının yeteneklerinin ortaya çıktığı, planlar çizip durduğu küçük bir pergel takımıydı.
Küçük kardeşi Habil ise çok farklıydı. Hık demiş babasının burnundan düşmüştü o. Bir dakika yerinde duramıyordu. Aklı fikri yürümek, gezmek ve dolaşmaktaydı.
Sebat isteyen işlerden ve sürekli bir yerde yaşamaktan hoşlanmıyordu ve bu gibi şeyler iğrenç görünüyordu ona. Buna karşılık sabırlı ve çalışkan kardeşi Kabil’in yaptığı şatoları ve çiçek tarhlarını, tekmeyi savurup alaşağı etmeye bayılıyordu.
Gelgelelim büyükler küçüklere karşı hoşgörülerini kanıtlamak zorundadır ve uygun bir biçimde ağzının payını almış olan Kabil, sinirinden gözyaşlarını güçlükle bastırıyor ve kardeşi oradan uzaklaşır uzaklaşmaz bıkıp usanmadan her şeyi yeni baştan yapıyordu.
Büyüdüler.
Çoban olan Habil sürülerinin peşi sıra bozkırları, çölleri ve dağları aşıyordu. Zayıf, kara ve kinikti ve tıpkı tekeler gibi kokuyordu.
Çocuklarının ömürlerinde hiç sebze yemeyişlerinden ve okuma yazma bilmeyişlerinden gurur duyuyordu, çünkü göçebeler için okul yoktu.
Tersine Kabil’in ailesi ekili tarlalarda, bahçelerde, son derece sevdikleri ve büyük bir özenle bakımını yaptıkları evlerde yaşıyordu.
Oysa Yehova Kabil’den memnun değildi. Âdem ile Havva’yı Cennet’ten kovmuş ve bahçenin kapılarını kılıçları alev saçan Kerubinleri yerleştirmişti. Ve işte, gönlünü annesinin düşünce yapısına ve anılarına kaptırmış olan torunu, Âdem’in budalalığı sonucu kaybettiği şeyi emek ve zekâ gücüyle yeniden kuruyordu.
Yehova, Kabil’in çölün nankör toprağından fışkırttığı bu II. Cennet’te küstahlık ve husumet buluyordu.
Tersine Yehova bıkıp usanmadan koyunlarının peşi sıra kayalarda, kumlarda koşturan Habil ile olmaktan hoşlanıyordu. Kabil, kendi bahçelerinin çiçeklerini ve meyvelerini sunduğunda da Yehova bu armağanları geri çeviriyordu.
Habil’in kurban olarak sunduğu oğlakları ve kuzularıysa yüreği sızlayarak kabul ediyordu.
Yavaş yavaş olgunlaşan felaket günün birinde patlak verdi. Habil’in sürüleri Kabil’in olgunlaşmış ekinlerini ve meyve bağlarını istila edip altını üstüne getirdiler.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇalı Horozu
- Sayfa Sayısı240
- YazarMichel Tournier
- ISBN9789755390635
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAyrıntı Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Scarlet ve Ivy 1 – Kayıp İkiz ~ Sophie Cleverly
Scarlet ve Ivy 1 – Kayıp İkiz
Sophie Cleverly
Tüyler ürpertici bir yatılı okul, büyük bir gizeme ev sahipliği yapmaktadır. Ivy’nin, her şey için çok geç olmadan ikizi Scarlet’in kaybolmasının ardındaki sırları ortaya...
- Piramitler ~ Terry Pratchett
Piramitler
Terry Pratchett
“Zaman, başka her yerde akıp geçiyor olabilir ama burada değil. Burada kar gibi birikiyor. Piramitler bizi yavaşlatıyor sanki. Burada yarın, tekrar ısıtılmış dün gibi.”...
- Bul Beni ~ André Aciman
Bul Beni
André Aciman
Gurur, korkuya taktığımız bir lakap sadece.” Bazı anlara, insanlara ve aşklara saplanıp kalmak mümkün mü? Neden bazı hatıralar ölümsüzleşirken bazıları kolayca unutulur? Arzu ve...