Çakalların Başı Ferragus, Balzac’ın “İnsanlık Komedyası”nın içindeki On Üçlerin Romanı dizisinin ilk kitabıdır. Balzac, 1833’te besteci dostu Hector Berlioz’a ithafen yazdığı Çakalların Başı Ferragus’te 19. yüzyıl Paris’inde geçen gizemli bir aşk hikâyesini anlatır.Genç Yüzbaşı Auguste’ün Madam Jules’e duyduğu aşk, genç kadını Paris’in adı kötüye çıkmış sokaklarından birinde görmesinin ardından sarsılır. Madam Jules kocasını mı aldatmaktadır? Soly Sokağı’nda başka ne işi olabilir? Kısa süre içinde Auguste’ü tehlikeli bir dedektifçilik oyununa sürükleyen şüphesi, genç kadının hayatını da tepetaklak edecektir.
*
I
Madam Jules
Paris’te, yüz kızartıcı suç işlemiş bir insan gibi adı kötüye çıkmış bazı onursuz sokaklar vardır; sonra soylu sokaklar, düpedüz namuslu sokaklar, sonra ahlaki yapısı hakkında halkın henüz görüş oluşturmadığı genç sokaklar; sonra katil sokaklar, kocasından dulluk maaşı kalmış zengin yaşlı hanımlardan da yaşlı sokaklar, saygın sokaklar, her zaman temiz sokaklar, her zaman pis sokaklar, emekçi, çalışkan, ticaret erbabı sokaklar vardır. Sonuç olarak, Paris’in sokakları insani niteliklere sahiptir ve genel görünümleriyle bize fark etmeksizin benimseyeceğimiz belirli fikirler verirler. Düzgün bir ortam olmadığı için ikamet etmek istemeyeceğiniz sokaklar vardır, seve seve yerleşeceğiniz sokaklar da vardır. Montmartre Sokağı gibi başlangıçları güzel bazı sokaklar, bu izlenimi bozarak sonlanırlar. Paix Sokağı geniş, büyük bir sokaktır; oysa Royal Sokağı gibi ortasında duyarlı bir ruhu şaşırtacak hiçbir soylu incelik düşüncesi uyandırmaz, Vendôme Meydanı’nda hüküm süren görkemin eksikliği de kesinlikle hissedilir. Saint-Louis Adası’nın sokaklarında dolaşırsanız, içinizi kaplayan asabi hüznü sadece, ıssızlıktan, evlere ve kimsesiz koca konaklara çökmüş kasvetten bilin. Vergi toplamak için atanmışların cesedi olmuş bu ada, Paris’in Venedik’i gibidir. Bourse Meydanı boşboğazdır, hareketlidir, fahişedir; sadece sabahın ikisinde, ay ışığında güzeldir; gündüz, Paris’in özetidir; gece boyunca, Yunanistan hülyası gibidir. TraversièreSaint-Honoré Sokağı, adı lekelenmiş bir sokak değil midir? Bu sokakta, her katı rezillik, cinayet, sefalet yuvası olan çift pencereli, berbat, yoksul evler vardır. Güneşi yılda ancak üç-dört kez gören kuzeye dönük dar sokaklar, insan öldürüp ceza almayan katil sokaklardır; bugünün Adalet kurumu bununla uğraşmıyor; ama belki Parlamento, bir zamanlar Beauvais Rahipler Meclisi’nde yaptığı gibi, sorumsuzluğu polis müdürüne bildirip onu hizaya getirir ve bu sokakta işlenen cinayetlere karşı en azından birkaç karar çıkartabilirdi. Bununla birlikte, Mösyö Benoiston de Châteauneuf1 bu sokaklardaki ölümlerin, diğer sokaklardakilerin iki katı olduğunu kanıtladı. Bu görüşleri özetlemek için örnek gösterilecek sokak, hem cinai hem de rezil Fromenteau Sokağı değil midir? Paris’in dışından anlaşılamayacak bu gözlemler; her saatte, Paris’in surları arasında gezinirken, dalgalanan hazların yoğunluğunu duyumsayarak tadını çıkaran ilim ve düşünce, şiir ve keyif insanları tarafından kuşkusuz algılanacaktır; Paris’i yaratıkların en eşsizi olarak gören bu insanlar için: Onun şu yanı güzel bir kadınken, ilerisi yoksul ve ihtiyardır; şurasında her şey tahta yeni çıkmış kralın parası gibi yepyenidir; berisi, modaya uygun giyinmiş güzel bir kadın kadar latiftir. İşte eksiksiz bir yaratık! Tavan araları ilim ve deha yüklü beyinler, birinci katları hoşnut mideler; dükkânları asıl dayanaklardır, taban tepenler, iş güç sahipleri oralardan harekete geçerler. Lakin! Yaratığın hep böyle hareketli bir hayatı mı vardır? Kalbinde, sona kalmış balo arabalarının hoplayışları da kesilir kesilmez, kolları Barrières’de1 devinir ve yaratık şöyle bir silkinir. Her biri mutfak, bir oda, bir yatak, çocuklar ve bir bahçeden ibaret altı ayak kare2 evlerde yaşayan, her şeyi apaçık görmesi gerekirken, hiçbir şeyi açık seçik görmeyen otuz bin erkek ve kadının görünmeksizin harekete geçirdikleri devasa bir ıstakozun kıskaçları gibi aralanan tüm kapıların zıvanaları döner. Eklemleri hafifçe çatırdar, devinim yayılır, sokak dile gelir. Öğle olduğunda her şey canlanır, ocaklar tüter, yaratık yemek yer; ardından kükrer ve bin ayağıyla dört dönmeye başlar. Ne gösteri ama! Ey Paris ey! Kim senin karamsar manzaralarına, kaçak aydınlığına, derin ve sessiz çıkmaz sokaklarına hayranlık duymamış; gece yarısından sabahın ikisine dek fısıltılarını işitmemişse, senin hakiki şiirini de, tuhaflıklarını ve engin zıtlıklarını da henüz hiç tanımamıştır. Kendi Parislerinin tadını çıkartma hevesi içindeki bir avuç insanın gözü hep onun üzerindedir, iyi tanıdıkları bu çehredeki bir siğili, bir sivilceyi, bir kızarıklığı hemen fark ederler. Başkaları için ise, Paris her zaman o ürkütücü olağanüstülüktür, devinimlerin şaşırtıcı birleşiminin, makinelerin ve fikirlerin, yüz bin romanın kenti, dünyanın doruğudur. Ama kendi Parislerini yaşayan bir avuç insan için, hüzünlü ya da neşeli, çirkin ya da güzel, canlı ya da ölü; bir yaratıktır; her insan, her ev; kafasını, kalbini, inanılmaz âdetlerini çok iyi bildikleri bu müthiş kibar fahişenin, hücresel dokusunun bir parçasıdır. Paris tutkunları: Bir sokağın herhangi bir yerinde durup, kafalarını yukarı kaldırdıkların da bir duvar saati bulacaklarından emindirler; tütün tabakası boşalmış bir dostlarına, “Şu pasajdan geç, solda, güzel bir kadının çalıştığı pastanenin yanında bir tütüncü vardır,” derler. Bu şairler için Paris’te yol almak, maliyeti yüksek bir şatafattır. Fransız milletinin kusurlarına fazlasıyla hoşgörülü yaklaştığından, temiz bir köşesi kalmayan, afişlere bulanmış, kentlerin bu değişken kraliçesinin orta yerinde sizi buluveren üzücü olaylar, musibetler, yüzler, çekici rastlantılar karşısında birkaç dakika harcamadan olur mu hiç! Paris dışındaki semtlere gitmek için evinden sabah çıkmış da olsa, akşam yemeğine kadar Paris’in merkezinde oyalanmamış biri var mıdır? Daha dün yerleştirilen bir heykelin üzerine bile bir afacan kendi adını yazmışken, yeni hiçbir şeyin bulunamayacağı Paris’te, yeni denebilecek yararlı ve taze bir gözlemle özetlenen bu başıboş başlangıcı, sadece Paris sokaklarında aylaklık etmeyi seven o insanlar hoş göreceklerdir. Evet, sokaklar vardır, sokak sonları vardır, yüksek tabakanın çoğunun bihaber olduğu bazı evler vardır, o yüksek çevreye mensup bir kadın buralara kendisi hakkında acımasızlığa varacak kadar yaralayıcı şeyler düşündürtmeksizin gidilmeyeceğini bilir. Bu kadın zengin de olsa, arabasıyla da gelse ya da bu Paris âlemine tanınmayacağı bir kıyafetle yaya da gelse, namuslu bir kadın olarak tanınma onurunu tehlikeye atar. Bu sokağa bir de gecenin dokuzunda gelmişse, onu rastlantısal olarak gözlemleyen birinin tahminleri tüyler ürpertici sonuçlar doğurabilir. Bu kadın genç ve güzelse, bu sokaklardan birindeki evlerden birine girmişse; bu ev loş, rutubetli ve pis kokan iki yanı ağaçlı uzun bir giriş yolunun sonundaysa; ağaçlı yolun dibinde bir lambanın soluk ışığı titreşiyorsa; bu ölgün ışığın altında bir deri bir kemik kalmış parmaklarıyla ürkütücü yaşlı bir kadının yüzü belirmişse; genç ve güzel kadınların yararına olması için söylememiz gerekeni söyleyelim artık, bu genç kadının saygınlığından eser kalmamıştır. Ona bu Paris batağında rastlayacak ilk tanıdık erkeğin eline düşmüş demektir. Paris’te öyle bir sokak vardır ki, böyle bir rastlantı korkunçtan da öte bir facia, kan ve aşka bulanmış bir felaket, bir modern ekol dramı haline gelebilir. Ne yazık ki bu kanaat, bu dramatik anlatı, modern ekol dramı olarak pek az kişi tarafından anlaşılacaktır; yerel değerlerin tümüyle tam anlamıyla bütünleşmemiş bir kitleye bir hikâye anlatmak üzüntü verici. Ama kim, ben hep anlaşıldım hayallerine kapılıp övünebilir ki? Hepimiz bilinmez olarak ölürüz. Bu, kadınların ve yazarların sözüdür.
On üç yıl önce Şubat ayı başlarındaki bu macerada, akşam saat sekiz buçukta; Paris sokaklarının en darı ve en ıssızı, en işlek köşesi de dahil en az kullanılanı Soly Sokağı’yla aynı yöndeki, o günlerde her bir duvarı rezil küfürlere bulanmış Pagevin Sokağı’nda yürüyen genç bir adam, Vieux-Augustin Sokağı’na varıp, Pagevin Sokağı’nın köşesini az ileride sağdaki Soly Sokağı’na doğru döndüğü sırada; insanın başına hayat boyu ancak bir kez gelebilecek bir rastlantıyla karşılaştı. Bourbon Sokağı’nda ikamet eden bu genç adam hızlı adımlarla ilerlerken birkaç adım önünde yürüyen kadının; çılgınca âşık olduğu, ama evli bir kadın olduğu için ümitsiz bir aşka düştüğü gizli sevdasını, Paris’in en güzel, en iffetli, en zarif kadınını andırdığını fark eder gibi oldu. Bir anda kalbi yerinden oynadı, karın boşluğunda beliriveren dayanılmaz bir sıcaklık bütün damarlarına yayıldı, sırtı buz kesti, başı hafifçe zonkladı. Seviyordu, gençti, Paris’i iyi tanıyordu; zarif, zengin, genç ve güzel bir kadının suçluymuşçasına buralarda kaçar gibi dolaşmasının yüz kızartıcı, çok aşağılayıcı sonuçlarını bir anda kavramış olsa da, bu rastlantıyı yok sayamıyordu. O kadın, bu saatte, nasıl bu pisliğin içinde olur! Bu genç adamın bu kadına duyduğu aşk, Kraliyet Muhafız Alayı subayı olması nedeniyle, fazlasıyla romansı bulunabilir. Piyade subayı olsa, içinde bulunduğu durum gerçeklerle örtüşebilirdi; ama genç adam Fransız Ordusu’nun, üniformaları kadar, aşk hayatlarıyla da kurumlanan, bu gelip geçici fetihlerinde hızlı hareket etmeleriyle ünlü süvari alayında rütbeli bir subaydı. Bununla birlikte bu subayın aşkı hakikiydi, toy kalpler bu büyük tutkuyu anlayacaklardır. Genç adam bu kadını iffetli olduğu için seviyordu, kadındaki erdemi, dürüst lütufkârlığı, saygı uyandıran ahlaki yaklaşımı, gizli sevdasının en değerli hazineleriymişçesine sevmekteydi. Bu kadın, Ortaçağ tarihinde karşılaşılan, kanlı yıkıntıların ortasında açmış çiçekleri andıran o gizli sevdalardan birini esinlemeye gerçekten yaraşıyordu; genç bir adamın tüm davranışlarının gizli kaynağı olmaya layıktı; bu, masmavi bir gökyüzü kadar erişilmez ve arı duru bir aşk; asla aldatma yaşanmayacağından bağlanılan ümitsiz bir aşk; tam da kalbin ateşlere düştüğü, rahat vermeyen hayal gücüyle, bir erkeğin her şeyi tüm açıklığıyla gördüğü bir yaşta, dizginlenemeyen hazların savurganlığındaki bir aşk. Paris’te gece, ışığın tuhaf, kıymeti kendinden menkul, akıl karıştıran oyunlarıyla karşılaşılır. Gece düşerken bir kadının ne denli olağanüstü göründüğünü ancak ışığın bu oyunlarını gözleyerek hoşça vakit geçirenler bilirler. Öylesine ya da özellikle peşine takıldığınız kadın size uzun boylu incecik görünür, üstüne üstlük beyaz çoraplar da giymişse sizi ince ve güzel bacakları olduğuna da inandırır, bir şala sarınmış, kürk giymiş olsa bile alacakaranlıkta size genç ve şehvetli görünür; karanlık basınca, bir dükkândan ya da bir sokak fenerinden yansıyan ışık tanımadığınız bu kadına, hep yanıltan, hayal gücünün oyununa getirip, gerçeklerden uzaklaştıran uçucu bir pırıltı katar. Hisler bir anda galeyana gelir, her şey renklenip canlanır; kadın yepyeni bir görünüme bürünür; vücudu daha da güzelleşir; artık o bir kadın değil, bir iblistir, büyüsüne kapıldığınız pırıltının güçlü çekimi sizi sıradan bir eve kadar sürükler, tehditkâr adımlarınızdan ya da çizmelerinizin patırtısından ürken kentsoylu kadın, yüzünüze bile bakmadan sokak kapısını suratınıza kapatır. Bir kunduracı dükkânının camından ansızın yansıyan titrek ışık, genç adamın önünde yürüyen kadının tam beline rast geldi. Ah! Elbette, sadece o böyle esnek bir vücuda sahiptir! Güzelliği en çekici yüzleriyle vurgulayarak masumca ortaya çıkaran bu usturuplu yürüyüşün sırrı sadece ondadır. Evet oydu, üzerinde sabah kullandığı şal ve sabah taktığı kadife şapka vardı. Gri ipek çoraplarında küçücük bir leke, ayakkabılarında bir damla çamur yoktu. Sıkıca sarındığı şal, enfes hatlarını az da olsa ortaya çıkarıyordu, genç adam onun omuzlarını baloda görmüştü, bu şalın bir hazineyi gizlediğini biliyordu. Zeki bir erkek, Parisli bir kadının şalına sarınmasından, sokakta koşar adım yürümesinden, bu gizemli gezintinin sırrını tahmin eder. Kadının kendisinde de, yürüyüşünde de ne olduğu tam anlaşılamayan bir hafiflik, heyecan var: Ağırlığından kurtulmuş gibi hafiflemiş, yürüyor, yürüyor, aslında bir yıldız gibi kayıyor, elbisesinin kıvrımlarının deviniminden sezilen bir düşünceye kapılmış uçuyor. Genç adam daha hızlı yürüyerek kadının önüne geçti, onu görmek için arkasına baktı… O da ne! Kadın parmaklıklı bir kapıdan dar bir bahçe yoluna girip gözden kaybolmuştu, kapı çarparak kapanırken kapının çıngırağı çalmaya devam ediyordu. Geri dönen genç adam, kadının bahçe yolunun sonundaki, ilk basamakları fazlasıyla aydınlatılmış dönerek yükselen merdivende onu dalkavukça selamlayan ihtiyar bir kapıcı kadının selamına karşılık verdiğini gördü; hanımefendi merdivenlerden ancak sabırsızlanan bir kadının yapacağı gibi heyecanlı, çevik adımlarla çıkıyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÇakalların Başı Ferragus
- Sayfa Sayısı152
- YazarHonore de Balzac
- ISBN9789750757020
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görülmeyenler ~ Roy Jacobsen
Görülmeyenler
Roy Jacobsen
“Kimse bir adayı terk edemez…” Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen’den modern bir destan… Görülmeyenler, ülkenin kuzeyindeki küçük bir adada denizin ve gökyüzünün...
- Korkudan Güçlü Bir Duygu ~ Marc Levy
Korkudan Güçlü Bir Duygu
Marc Levy
Suzie Baker, Mont Blanc’ın buzları arasına hapsolmuş bir uçakta vatana ihanetle suçlanan ailesini temize çıkaracağını umduğu bazı belgeleri araştırırken, peşine takılan düşmanlarla birlikte dünyanın...
- Clearwater Günlükleri ~ Al Rennie
Clearwater Günlükleri
Al Rennie
Eski polis dedektifi Joseph Holiday, Clearwater kentinde bir kafede çalışan Mia’ya hayranlık duymaya başlar. Kısa zamanda ilişkileri ilerler ve Holiday, Mia’nın kız kardeşinin, kaza...