Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Cadılar Dışarıda
Cadılar Dışarıda

Cadılar Dışarıda

Terry Pratchett

“Hayal görmenin lüzumu yok,” dedi Havamumu Nine. “Her şey zaten yeterince kötü.” Birbirinden ateş, barut ve su kadar farklı olan üç cadı, zorlu bir…

“Hayal görmenin lüzumu yok,” dedi Havamumu Nine.
“Her şey zaten yeterince kötü.”

Birbirinden ateş, barut ve su kadar farklı olan üç cadı, zorlu bir hedef ve öngörülemeyen tehlikelerle dolu upuzun bir yolculuk. Hem de maalesef… hep birlikte.

Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın, dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan 41 kitaplık “DiskDünya” serisi, on ikinci kitabında, Koçbaşı Dağları’nın üç cadısı Havamumu Nine, Ogg Ana ve Magrat Sarımsak’ın amansız bir görev uğruna yaban ellere gittikleri Cadılar Dışarıda’nın sıradışı hikâyesi ile yoluna devam ediyor.

Epik destanlardan beslenen, gücünü masallardan alan ve mutlu sonlara karşı mücadele eden kitapta; DiskDünya’yı çetrefilli ve ölümcül bir savaş sarıyor.

“Hikâyeler önemlidir. Ve hikâyeler, sadece bitmek ister. Daha sonra ne olduğuna ise hiç aldırmazlar…”

Hikâyelerin önemini en iyi bilen cadılardır ve tabii ki cadılar için bu hikâyeleri kullanmanın bin bir türlü yolu vardır. Bu kez, çıktıkları alengirli yolun sonunda, cadıları bambaşka bir cadı bekliyor. Üstelik göz ardı ettikleri bu cadı, hikâyeleri hunharca ve şeytanice kullanan, son derece kötücül biri… Hem de tanıdık biri…

DiskDünya’nın en sevilen karakterlerinden Havamumu Nine, Ogg Ana ve Magrat Sarımsak için şimdi tek yürek olma, bataklık büyüsüyle ve şehri ele geçiren sihirle savaşmak üzere bilenme zamanı!

Niran Elçi’nin pürüzsüz Türkçesi ve Delidolu’nun özenli baskısıyla okurlarının beğenisine sunulan Cadılar Dışarıda, kulak yırtıcı cadı sesleri eşliğinde akıp giden aykırı macerasıyla “DiskDünya” hayranlarının aklını başından alıyor! Üstelik bu kez her zamankinden de komik!

İTHAF
Ucube Kocakarılar’ın yayınlanmasının ardından,
kitabın yazarını, ‘Kirpi Şarkısı’nın kendi
yazdıkları güftelerine gark eden
bütün o insanlara adanmıştır.
Çünkü… neden olmasın?
Eyvah ki ne eyvah…

Burası Diskdünya. Semavi kaplumbağa Büyük A’Tuin’in kabuğunda duran dört filin sırtında, uzayda yolculuk ediyor. Böylesine bir evren, bir zamanlar sıra dışı ve muhtemelen imkânsız sayılırdı. Ama diğer yandan… bir zamanlar her şey çok daha basitti. Çünkü evrenin dört bir köşesi cehalet ile doluydu ve biliminsanları, dağdaki bir derenin başına çömelip altın arayan kişilermişçesine ‘bilgi altını’ arardı; hem de mantıksızlık çakılları, belirsizlik kumları ve derede yüzen küçük, bıyıklı, sekiz bacaklı batıl inanç yaratıklarının arasında. Söz konusu biliminsanlarından biri zaman zaman doğrulur ve “Oley! Boyle’ın Üçüncü Kanunu’nu buldum!” gibi şeyler söylerdi. Ve o zaman herkes haddini bilirdi. Ama sorun şuydu ki, zamanla cehalet daha ilginç gelmeye başladı; özellikle de madde ve yaratım gibi muazzam önemlilikteki konular hakkındaki devasa, büyüleyici cehalet. Ve insanlar, evrenin kaosunun içinde mantık çubuklarından küçük evler yapmayı bırakıp doğrudan kaosun kendisiyle ilgilenmeye başladılar; kısmen, kaos hakkında uzman olmak çok daha kolay olduğundan. Ama daha çok, kaosun tişörte bastırılabilecek gerçekten güzel desenler yaratmasından…

Ve sonunda biliminsanları, hakiki bilimle* uğraşmaya devam etmek yerine herhangi bir şey bilmenin ne kadar da imkânsız olduğunu, aslında hakkında bilgi edinilebilecek ‘gerçeklik’ diye bir şey olmadığını ve aslında bütün bunların çok heyecan verici olduğunu söylemeye başladılar. (Ayrıca lafı gelmişken… her yerde bir sürü başka küçük evren olduğunu ama bu evrenlerin her biri kendi üzerlerine bükülüp kapanmış olduğundan kimsenin onları göremediğini biliyor muydunuz? Ve yeri gelmişken, sizce de bu çok güzel bir tişört deseni olmaz mıydı?) Kısacası, bütün bunlarla karşılaştırıldığında, sırtında bir dünya taşıyan büyük bir kaplumbağa, son derece olağan bir şeydir.

En azından, orada değilmiş gibi davranmaz. Ayrıca Diskdünya üzerindeki hiç kimse Diskdünya’nın var olmadığını kanıtlamaya falan da çalışmamıştır, çünkü haklı çıkmaktan ve kendilerini aniden uzay boşluğunda yüzerken bulmaktan korkarlar. Zira Diskdünya, gerçekliğin tam kıyısındadır. En küçük çılgınlıklar bile gerçeğe dönüşebilir. Bu yüzden Diskdünya’da herkes bu tür şeyleri ciddiye alır. Mesela hikâyeleri. Çünkü hikâyeler önemlidir. Biz, hikâyeleri şekillendirdiğimizi düşünürüz. Aslında gerçek, bunun tam tersidir. Hikâyeler, oyuncularından bağımsız olarak vardır. Bunu biliyorsanız, bilgi güçtür. Hikâyeler, yani biçimlenmiş uzay-zamanın çırpıntılı kurdeleleri, zamanın başlangıcından beri evrenin her yerinde uzayıp dalgalanmaktadırlar. Ve evrimleşmektedirler: En zayıfları ölmüş, en güçlüleri hayatta kalmıştır; onlar da sürekli tekrarlana tekrarlana iyice şişmanlamışlardır… ve sonunda, karanlıkta kıvranarak uçuşan hikâyelere dönüşmüşlerdir.

Hikâyeler, kaosun içinde yer alan ve adına ‘tarih’ denen, soluk ama ısrarlı düzleme paralel uzanırlar ve o düzlemde inanılmaz derinlikte vadiler oyarlar. Nasıl ki su dağ yamacındaki belli yolları izlerse, insanlar da hikâyeleri izler. Ve ne zaman yeni bir oyuncu aynı hikâyenin yolunda yürüse, o hikâyenin izlediği vadi daha da derinleşir. Buna ‘anlatımsal sebepsellik’ adı verilir ve manası şudur: Hikâye, başlar başlamaz belli bir biçim alır; kendisine dair var olmuş tüm diğer çeşitlemelerin titreşimlerini yine kendisinde toplar. İşte bu yüzden, tarih tekerrürden ibarettir.

Bu yüzden binlerce farklı kahraman, tanrılardan ateşi çalmıştır. Bu yüzden binlerce kurt, binlerce nineyi yemiş; binlerce prenses öpülmüştür. Her şeyden bihaber milyonlarca karakter, hiç bilmeden hikâyenin yollarında yürümüştür. Mesela artık, herhangi bir kralın üçüncü ve en küçük oğlu, daha önce ağabeylerinin canına mal olmuş bir maceraya atılmaya karar verirse, başarılı olmaması imkânsızdır. Hikâyeler, içlerinde kimlerin rol aldığına aldırmaz. Önemli olan tek şey hikâyenin tekrar anlatılması, anlatılanların tekrarlanmasıdır. Şu şekilde de düşünülebilir: Hikâyeler, asalak yaşam biçimleridir ve insanların yaşamlarını, yalnızca kendilerine hizmet edecek şekilde çarpıtırlar.

Hikâyelerle savaşabilmek ve tarihin karbonatı olabilmek için, çok özel biri olmak gerekir. Bir varmış, bir yokmuş… Gri renkli eller çekici kavradı ve savurdu; çekiç direğe o kadar hızlı indi ki direk yumuşak toprağa otuz santim gömüldü. Sadece iki vuruş sonra, direk yere sıkıca çakılmıştı. Açıklığın çevresindeki ağaçların arasında, yılanlar ve kuşlar sessizce izliyordu. Bataklıktaki timsahlar, kabadayıvari su kütleleri gibi süzülüyordu. Gri eller daha kısa bir direği aldı ve bir artı işareti oluşturacak şekilde yerine tutturdu. İki parçayı birbirine sarmaşıklarla bağladı. Düğümü öylesine sıktı ki tahtalar gıcırdadı. Kadın onu izliyordu. Sonra kadın bir ayna parçası aldı ve direğin tepesine bağladı.

“Ceket,” dedi. Adam ceketi aldı ve şeklin kollarına geçirdi. Kollar yeterince uzun değildi; ceketin kol yenlerinin son birkaç santimi boş boş aşağı sarktı. “Ve şapka,” dedi kadın. Uzun, yuvarlak ve siyah bir şapkaydı. Parlıyordu. Ayna parçası, şapkayla ceketin arasındaki karanlık boşlukta ışıldıyordu. “İşe yarayacak mı?” dedi gri elli adam. “Evet,” dedi kadın. “Aynaların bile kendi yansımaları vardır. Aynalara aynalarla karşı koymak lazım.” Ağaçların arasından, uzaktaki ince, beyaz kuleye dik dik baktı. “Kadının yansımasını bulmamız lazım.” “Ta uzaklara erişebilmesi gerekiyor yani?”

“Evet. Ne kadar yardım çağırabilirsek o kadar iyi.” Kadın, açıklıkta çevresine bakındı. Daha önce Bay Güvenli Yol, Leydi Bon Anna, Hotaloga Andrews ve Uzun Adımlı Adam’a yakarmıştı. Muhtemelen onlar pek de iyi tanrılar değildi. Ama onun yapabildiği en iyi tanrılardı. Bu, hikâyeler hakkında bir hikâye. Ya da peri anneliğin, gerçekte ne demek olduğu hakkında. Fakat aynı zamanda ve özellikle, yansımalar ve aynalar hakkında. Çokluevrenin her yerinde, aynalara ve imgelere kuşkuyla yaklaşan, geri kalmış kabileler* bulunur.

Bu kabileler, aynaların ve imgelerin insanın ruhunun bir parçasını çaldığını ve bunun hiç de iyi olmadığını, çünkü etrafta zaten sınırlı miktarda insan ruhu olduğunu söylerler. Onlardan daha fazla giysi giyen insanlar ise bunun yalnızca bir batıl inanç olduğunu iddia ederler; üstelik de hayatlarını aynalara bakarak geçiren kişilerin gerçekten de giderek inceldiği gerçeğine rağmen. Ama bu gerçek, aşırı çalışmaya ve –anlamlı bir biçimde– fazla göz önünde olmaya bağlanır. Yalnızca batıl inanç… Fakat her batıl inanç yanlış olacak diye bir kural yoktur. Bir ayna, bir parça ruh emebilir. Bir ayna, tüm evrenin yansımasını içerebilir. Bir nefesten daha kalın olmayan sırlanmış bir cam parçası, yıldız dolu gökyüzünün tamamını içine alabilir.

Aynaları biliyorsanız, hemen hemen her şeyi biliyorsunuz demektir. Aynaya bakın… …daha ileri… …o bataklığın otsu ılıklığından binlerce kilometre uzaktaki, soğuk bir dağ tepesindeki turuncu ışığa bakın… Yöre sakinleri buraya Ayının Dağı derlerdi. Ama dağda bir sürü ayı olduğundan değil. Bu dağ aslında son derece yalın bir dağ idi ve ismindeki anlamsızlık salt bu kelime karmaşası yüzündendi.* Fakat bu karmaşa epey kârlı bir sonuç doğurmuştu: İnsanlar sık sık ağır arbaletler, tuzaklar ve ağlarla en yakın köye gelirler; kibirli bir tavırla, kendilerini ayılara götürecek yerli rehber sorarlardı. Ve yöre sakinleri de rehber kitaplar, ayı mağaralarını gösteren haritalar, ayı figürlü guguklu saatler, ayılı bastonlar ve ayı biçiminde pişirilmiş kekler üzerinden iyi para kazandıklarından, dağın adını düzeltmek için bir türlü… zaman bulamazlardı.

Bir dağ ne kadar yalın olabilirse bu dağ da o kadar yalındı. Ağaçlığın büyük kısmı, yükselen yamacın yarısında bitiyordu. Açıkta kalmış birkaç çam ağacı, kelliğini kabullenmeyi reddeden bir adamın, yanlarından tepesine doğru yatırdığı birkaç zavallı saç tutamının bıraktığı etkiye çok benzeyen bir his uyandırıyordu.

Burası cadıların buluştuğu bir yerdi. Ve bu gece, tepenin zirvesinde bir ateş parıldıyordu. Titrek ışık altında karanlık şekiller dolanıyordu. Ay, dantel gibi bulutların arasında süzülüyordu. Sonunda uzun boylu, sivri şapkalı bir şekil konuştu: “Ne yani? Herkes mi patates salatası getirdi?” Ayine katılmayan yalnızca tek bir Koçbaşılı cadı vardı. Gece gezmelerini herkes kadar cadılar da severdi ama bu cadının daha acil bir randevusu vardı. Ve bu, kolay kolay erteleyebileceğiniz bir randevu değildi.

Desiderata Boş, vasiyetini yazıyordu. Desiderata Boş daha küçücük bir çocukken, büyükannesi ona, hayatın beklenmedik ölçüde dolambaçlı yollarında adımlarına rehberlik etsin diye, şu dört önemli öğüdü vermişti: Turuncu kaşları olan bir köpeğe asla güvenme. Genç adamın adını ve adresini mutlaka al. Asla iki ayna arasında durma. Ve her gün temiz iç çamaşırları giy; çünkü mesela, ne zaman başıboş bir at tarafından yere serilip öleceğini bilemezsin ve insanlar seni kirli iç çamaşırları içinde bulursa utancından ölürsün.

Tabii sonra Desiderata büyüyüp cadı oldu. Ve cadı olmanın küçük ayrıcalıklarından biri, tam olarak ne zaman öleceğinizi bilmeniz ve dolayısıyla nasıl istiyorsanız öyle iç çamaşırı giyebileceğinizdi.* Bu, seksen sene önce olmuştu. Tam olarak ne zaman öleceğinizi bilmek, o zamanlar çok cazip bir fikir gibi gelmişti; çünkü çocukken içten içe, sonsuza dek yaşayacağınızı bilirsiniz.

O, o zamandı. Bu ise şimdi. Bugünlerde sonsuzluk, eskisi kadar uzun sürmüyor gibiydi. Şöminedeki küllere bir kütük daha yuvarlandı. Desiderata kış için yakıt ısmarlamaya zahmet etmemişti. Pek anlamı yoktu ne de olsa. Ve sonra tabii, şu diğer şey vardı… Onu dikkatle sarmış, uzun ince bir paket yapmıştı. Mektubu katladı, adresi yazdı ve paket ipinin altına sıkıştırdı. İşi bitmişti. Başını kaldırıp baktı. Desiderata tam otuz yıldır kördü ama bu bir sorun yaratmamıştı. O her zaman, tabiri caizse İkinci Görü ile kutsanmıştı.

Bu yüzden, sıradan gözleri iflas ettiğinde tek yapması gereken, şimdiyi görecek şekilde kendisini eğitmek olmuştu. Hem bu, geleceği görmekten daha kolaydı. Ayrıca doğaüstü görüler ışığa gereksinim duymadığından mumdan da tasarruf ediyordunuz. Her işte bir hayır vardı, tabii olumlu bakmayı biliyorsanız. Lafın gelişi. Önündeki duvarda bir ayna asılıydı. Ama yansımadaki yüz, kendi yuvarlak ve pembe yüzü değildi. Emir vermeye alışık bir kadının yüzüydü. Desiderata emir veren türden biri değildi. Aslında tam tersiydi. “Ölüyorsun, Desiderata,” dedi aynadaki kadın. “Evet, öyle bir şey.” “Yaşlandın. Senin gibiler hep yaşlanır. Gücün hemen hemen tükendi.” “Haklısın Lilith,” dedi Desiderata, yumuşak başlılıkla. “Bu yüzden kızın üzerindeki koruman zayıflıyor.” “Maalesef öyle,” dedi Desiderata.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Asayiş Berkemal ~ Terry PratchettAsayiş Berkemal

    Asayiş Berkemal

    Terry Pratchett

    DiskDünya serisinin Türkiye’deki okurları için ilklerin heyecanı sürüyor! Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın kaleme aldığı DiskDünya serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Asayiş Berkamal,...

  2. Viran Şatodaki Ejderhalar ~ Terry PratchettViran Şatodaki Ejderhalar

    Viran Şatodaki Ejderhalar

    Terry Pratchett

    “Yıldırım ve şimşek aşkına!” Duyduk duymadık demeyin! Ejderhalar Viran Şato’yu işgal etti! Bir yeşil ejderha ailesi Viran Şato’yu kasıp kavururken binlerce kişi canlarını kurtarmak...

  3. Canavar Alayı ~ Terry PratchettCanavar Alayı

    Canavar Alayı

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz birinci kitabı Canavar Alayı, savaş meydanlarında yitip giden nice isimsiz ruhun anısına...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü ~ Aimee BenderLimonlu Pastanın Sıradışı Hüznü

    Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü

    Aimee Bender

    Bir gün, mutsuzluğu, acıları ve arzuları, en derindeki sırları görme yeteneğin olduğunu keşfetseydin… Bir gün, sana gülümseyen yüzlerin ardını görüp sana en yakın kişinin...

  2. Gizemli Çikolata Dükkânı ~ Kim Ye EunGizemli Çikolata Dükkânı

    Gizemli Çikolata Dükkânı

    Kim Ye Eun

    Seul’de gizemli bir çikolata dükkânı vardır, adı Sarang de Chocolate, yani Aşk Çikolatası. Burada pek çok mucize yaşanır, tüm âşıkların hikâyeleri dinlenir, dertleri teselli...

  3. Wardstone Günlükleri – 10: Hayaletin Kanı ~ Joseph DelaneyWardstone Günlükleri – 10: Hayaletin Kanı

    Wardstone Günlükleri – 10: Hayaletin Kanı

    Joseph Delaney

    Kan Gövdeyi Götürüyor! “Uyarmadı demeyin, bu kitaplar gerçekten korkutucu.” The Times İngiliz yazar Joseph Delaney’in, milyonlarca okuru peşinden sürükleyen Wardstone Günlükleri serisinin onuncu kitabında Tom ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur