Avrupanın en çok okunan polisiye yazarlarından, romanları 25 dile çevrilen İsveçli yazar Camilla Läckberg şimdi Türkçede. Yazar Erica Falck anne babasının ani ölümünden sonra, çocukluğunun geçtiği Fjällbacka kasabasına döner. Beklenmedik bir rastlantı sonucu, yıllardır görmediği çocukluk arkadaşı Alexin cansız bedenini bulur. Güzeller güzeli Alex buz gibi evinde, küvette yatmaktadır, bilekleri de kesiktir. Erica, Alexin ailesinin isteğiyle onun hakkında bir anı yazısı hazırlamaya girişir. Ericanın yıllar boyunca uzak kaldığı dostu hakkındaki merakı giderek takıntıya dönüşürken, kasabanın dedektifi Patrik Hedström de davayla ilgili şüphelerinin izini sürmektedir. Yolları kesişen Erica ile Patrik karşı konulmaz biçimde birbirlerine doğru çekilirken, bir yandan da küçük kasabanın büyük sırrını çözmeye doğru adım adım ilerlerler. Camilla Läckberg polisiyenin kraliçesi. Bild am Sonntag Läckberg korkunç sırların üstünün asla tamamen örtülemeyeceğini ve susmanın ruhu nasıl öldürdüğünü ustalıkla anlatıyor. Publishers Weekly Elinizden bırakamıyorsunuz. Läckberg sonuna kadar heyecanı koruyor. Viva İçinizi ürpertiyor, aynı betimlediği buzlarla kaplı dünya gibi. Literary Review
Ev kasvetli ve boştu. Soğuk her yere nüfuz etmişti. Küvette ince bir buz tabakası vardı. Teni mavimsi bir renk almaya başlamıştı.
Orada bir prenses gibi yattığını düşündü. Buz prenses.
Oturduğu yer buz gibiydi ama üşümek onu rahatsız etmiyordu. Adam elini uzatıp ona dokundu.
Bileklerindeki kan uzun süre önce pıhtılaşmıştı.
Onu hiç bu kadar çok sevmemişti. Artık bedenini terk etmiş olan ruhunu okşuyormuşçasına kolunu okşadı.
Giderken arkasına bakmadı. Veda etmiyordu, tekrar görüşeceklerdi.
Eilert Berg mutlu değildi. Zor nefes alıyor ve nefes verdikçe ağzından ufak beyaz bulutlar çıkıyordu ama sağlığının en büyük sorunu olduğunu düşünmüyordu.
Svea gençliğinde öyle güzeldi ki evlendikleri gece gerdeğe girene kadar zor dayanmıştı. O zamanlar şefkatli, sevgi dolu ve biraz da çekingen gibi görünüyordu. Son derece kısa süren gençlik ihtirasının ardından asıl mizacı ortaya çıkmıştı. Dediğim dedik biri olmuş ve yaklaşık elli yıl boyunca dizginleri eline almıştı. Ancak Eilert’ın bir sırrı vardı. Ömrünün sonbaharında küçük bir özgürlük fırsatı yakalamıştı ve bunu harcamaya hiç niyeti yoktu.
Hayatı boyunca balıkçılık yapmış, çalışıp didinmişti ve kazandığı para Svea ile çocuklarını geçindirmeye ancak yetmişti. Emekli olduktan sonra azıcık bir maaşla geçinmeleri gerekmişti. Cebinde hiç parası olmadığından, hayata başka bir yerde, tek başına sıfırdan başlamak gibi bir şansı yoktu. Şimdiyse bu fırsat gökten zembille inmişti, üstelik iş gülünç derecede kolaydı. Eğer birisi haftada sadece birkaç saatlik iş için abartılı bir para ödemek istiyorsa, bu onu ilgilendirmezdi. Şikâyet edecek hali yoktu ya. Gübre yığınının arkasında duran ahşap kutunun içindeki banknotlar yalnızca bir yıl içinde epeyce birikmişti ve yakında daha sıcak diyarlara taşınmasına yetecek miktara ulaşacaktı.
Eve varan yoldaki son yokuşta soluklanmak için durup romatizmalı ellerini ovaladı. İspanya ya da Yunanistan, içine işlemiş gibi gelen o buzları çözebilirdi. Eilert, nalları dikene kadar en azından on yılı olduğunu hesaplamıştı ve o yılların tadını çıkarmakta kararlıydı; hayatının son yıllarını o yaşlı cadıyla birlikte evde geçirecek değildi.
Sabahın erken saatlerinde yaptığı günlük yürüyüş, huzur ve sessizlik içinde geçen tek zamandı; ayrıca çok ihtiyaç duyduğu egzersizi de yapmış oluyordu. Hep aynı yoldan gittiğinden bu huyunu bilen insanlar sık sık dışarı çıkıp onunla sohbet ederdi. Özellikle de Hâkebacken okulunun bulunduğu tepenin en yukarısındaki evde yaşayan güzel kızla konuşmaktan hoşlanırdı. Kız sadece hafta sonları gelir, hep yalnız olurdu ama havadan sudan konuşmak için seve seve vakit ayırırdı. Bayan Alexandra da Fjâllbacka’nın eski zamanlarına meraklıydı; bu da Eilert’ın konuşmaktan hoşlandığı bir konuydu. Ayrıca güzel bir kızdı. Artık yaşlı da olsa bu hâlâ önem verdiği bir şeydi. Elbette kız hakkında epey dedikodu çıkmıştı ama kadınların dırdırını bir kez dinlemeye başlarsanız, başka bir şeye zamanınız kalmazdı.
Bir yıl kadar önce, cuma sabahları oradan geçerken eve bir uğramayı düşünüp düşünmeyeceğini sormuştu. Ev eskiydi; hem ısınma tertibatı, hem de tesisat arıza yapabiliyordu. Hafta sonları soğuk bir eve gelmekten hoşlanmıyordu. Ona bir anahtar verecekti, böylece içeriye bir bakıp her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol edebilecekti. Bölgede bir sürü hırsızlık olmuştu ve bu yüzden kapılarla camlar kurcalanmış mı diye de bakması gerekiyordu.
Bu iş fazla külfetli görünmediği gibi posta kutusunda ayda bir üzerinde adı yazan bir zarf, zarfın içinde de hatırı sayılır bir meblağ kendisini bekliyor olurdu. Ayrıca kendini işe yarar hissetmek de hoşuna gidiyordu. Tüm hayatı boyunca çalıştıktan sonra atıl kalmak çok zor geliyordu.
Bahçe kapısı çarpık duruyordu, ittiğinde gıcırdayarak karları kürenmemiş bahçe patikasına doğru açıldı. Oğlanlardan birine kıza yardım etmesini söylese mi diye düşündü. Bu kadınlara göre bir iş değildi.
Derin kar tabakasının içine düşürmemeye dikkat ederek el yordamıyla anahtarı aradı. Dizüstü çökmesi gerekirse bir daha hiç kalkamayabilirdi. Ön verandaya çıkan basamaklar buzlu ve kaygandı, o yüzden tırabzana tutunması gerekti. Eilert tam anahtarı deliğe sokacakken kapının aralık olduğunu gördü. Şaşkınlık içinde kapıyı açıp antreye girdi.
“Merhaba, evde kimse var mı?”
Belki de kız bugün biraz erken gelmişti. Cevap gelmedi. Ağzından çıkan buharı gördü ve evin buz gibi olduğunu fark etti. Birden, ne yapacağını bilemedi. Ciddi bir terslik vardı, bunun sadece bozuk bir kazanla ilgili olduğunu sanmıyordu.
Odaları gezdi. Hiçbir şeye dokunulmamış gibiydi. Ev her zamanki gibi düzenliydi. Video ile televizyon ait oldukları yerdeydiler. Giriş katının tamamına bakan Eilert üst kata çıktı. Merdiven dikti ve tırabzana sıkıca tutunması gerekti. Üst kata ulaştığında ilk olarak yatak odasına gitti. Kadınsıydı ama zevkli bir biçimde dekore edilmişti ve evin kalanı gibi düzenliydi. Yatak yapılmıştı, ayakucunda bir bavul duruyordu. İçindekiler boşaltılmamış gibi görünüyordu. İşte şimdi kendini biraz aptal hissetti. Belki kız biraz erken gelmiş, kazanın çalışmadığını anlamış ve tamir edecek birini bulmak için dışarı çıkmıştı. Ama bu açıklamaya pek de inanmamıştı. Bir şeyler yolunda değildi. Tıpkı yaklaşmakta olan bir fırtınayı hissettiği gibi, bunu da eklemlerinde hissediyordu.
İhtiyatla eve bakınmaya devam etti. Sonraki oda, eğimli tavanı ve tahta kirişleriyle geniş bir çatı katıydı. Şöminenin iki yanındaki kanepeler birbirine bakıyordu. Orta sehpaya birkaç derginin yayılmış olması dışında her şey yerli yerindeydi. Tekrar aşağı indi. Orada da her şey olması gerektiği gibiydi. Ne mutfak ne de oturma odası normalden farklı duruyordu. Geriye bir tek banyo kalmıştı. Kapıyı açmadan önce bir şey onu durdurdu. Evde hâlâ tek bir ses yoktu. Bir an tereddüt ettikten sonra biraz saçma davrandığını fark etti ve kapıyı kararlı bir biçimde iterek açtı.
Saniyeler sonra, yaşının elverdiği hızla ön kapıya doğru koşturuyordu. Son anda basamakların kaygan olduğunu hatırladı ve kafa üstü yuvarlanmamak için tırabzana tutundu. Bahçe yolundaki karların arasından güçlükle yürüdü; kapı sıkışınca küfretti. Kaldırımda ne yapacağını bilemez halde durdu. Sokağın biraz aşağısında birinin çevik adımlarla yaklaştığını gördü; gelen Tore’un kızı Erica’ydı. Durması için ona seslendi.
Yorulmuştu. Hem de çok yorulmuştu. Erica Falck bilgisayarını kapadı, kahve fincanını doldurmak üzere mutfağa gitti. Kendisini her açıdan baskı altında hissediyordu. Yayınevi kitabın ilk taslağını ağustosta bekliyordu ve o daha neredeyse başlamamıştı. İsveçli kadın yazar Selma Lagerlöf hakkındaki kitabı, yazdığı beşinci biyografiydi ve en iyi kitabı olması gerekiyordu ama içinde en ufak bir yazma arzusu yoktu. Anne babası öleli bir ayı geçmiş olsa da acısı haberi aldığı günkü kadar tazeydi. Anne babasının evini temizlemek işi de umduğu kadar hızlı gitmiyordu. Her şey anılarını canlandırıyordu. Tek bir koliyi doldurması saatler alıyordu çünkü her nesneyle birlikte bazen çok yakın, bazen de çok çok uzak gelen bir hayatın imgelerinde kayboluyordu. Fakat toplama işi aceleye gelemezdi. Stockholm’deki dairesi şimdilik devren kiralanmıştı; o da anne babasının Fjâllbacka’daki evinde kalıp yazabileceğini düşünmüştü. Ev Sâlvik’te, şehrin biraz dışındaydı; etraf sakin ve huzurluydu.
Erica kapalı verandada oturup adalarla mercan kayalıklarına baktı. Manzara her seferinde nefesini kesiyordu. Her mevsim kendi görkemli manzarasıyla çıkageliyordu ve bugün de parlak gün ışığı denizin üzerindeki kalın buz tabakasına ışıltılı şelaleler halinde dökülüyordu. Babası böyle bir güne bayılırdı.
Boğazında bir şey düğümlendi ve evdeki hava birden boğucu gelmeye başladı. Yürüyüşe çıkmaya karar verdi. Termometre eksi on beşi gösteriyordu; o da kat kat giyindi. Kapıdan çıktığında hâlâ üşüyordu ama tempolu yürüyüşü çok geçmeden onu ısıttı.
Dışarıda mükemmel bir sessizlik vardı. Etrafta başka kimse yoktu. Bir tek kendi nefesinin sesini duyuyordu. Kasabanın hayat dolu olduğu yaz aylarının tam tersiydi. Erica yaz aylarında Fjâllbacka’dan uzak durmayı tercih ediyordu. Kasabanın turizmle ayakta kaldığını bilse de her yaz bir çekirge sürüsü tarafından istila edildiği duygusuna kapılmadan edemiyordu. Çok başlı bir canavar denize yakın evleri alıp, yılın dokuz ayında hayalet bir kasaba yaratarak her geçen yıl, yavaş yavaş bu eski balıkçı köyünü yutuyordu.
Balıkçılık yüzyıllardır Fjâllbacka’nın ana geçim kaynağı olmuştu. Zorlu çevre şartları ve sürekli bir yaşam mücadelesi, her şeyin ringa balığı akınına bağlı olması, kasabanın insanlarını güçlü ve dayanıklı yapmıştı. Sonra Fjâllbacka canlı bir yer haline gelmiş, kabarık cüzdanlı turistleri çekmeye başlamıştı. Aynı zamanda balık gelir kaynağı olarak önemini yitirmişti ve Erica kasaba sakinlerinin her geçen yıl boyunlarını daha da büktüklerini görür gibi oluyordu. Genç insanlar kasabadan taşınmışlardı, yaşlı sakinler eski günleri yad ediyorlardı. O da gitmeyi seçenlerdendi.
Biraz daha hızlanıp Hâkebacken okuluna çıkan tepeye doğru sola döndü. Tepeye varmak üzereyken Eilert Berg’in tam olarak anlayamadığı bir şeyler bağırdığını duydu. Kollarım sallıyor ve ona doğru geliyordu.
“Ölmüş.”
Eilert kısa, sık nefesler alıyordu, ciğerlerinden nahoş bir hırıltı geliyordu.
“Sakin ol Eilert. Ne oldu?”
“Orada öylece yatıyor. Ölmüş.”
Erica’ya yalvaran gözlerle bakarak tepenin üzerindeki açık mavi, büyük ahşap evi işaret etti.
Erica’nın onun ne demek istediğini kavraması biraz zaman aldı ama idrak ettikten sonra inatçı kapıyı hızla itti ve ön kapıya doğru zorlukla yürüdü. Eilert kapıyı aralık bırakmıştı; Erica da ne beklemesi gerektiğini bilemeyerek, eşikten dikkatle geçti. Nedense sormak aklına gelmemişti.
Eilert tedbirli bir şekilde arkasından gelip sessizce giriş katındaki banyoyu işaret etti. Erica’nın acelesi yoktu. Eilert’a soran gözlerle baktı. Eilert’ın beti benzi atmıştı, kısık bir sesle “Orada” dedi.
Erica bu eve uzun zamandır gelmemişti ama bir zamanlar burayı çok iyi bilirdi; o yüzden banyonun da nerede olduğunu biliyordu. Kalın giysilerine rağmen soğuktan titredi. Banyo kapısı yavaşça içeri doğru açıldı, Erica içeri girdi.
Eilert’ın kısacık açıklamasının ardından ne beklediğini kendisi de bilmiyordu ama kan görmeye hiç de hazırlıklı değildi. Banyonun tamamı beyaz fayansla döşeliydi; bu yüzden küvetin içindeki ve etrafındaki kanın etkisi çok daha vurucu olmuştu. Küvette birinin yattığını fark etmeden önce bir anlığına tezadın güzel göründüğünü düşündü.
Cesetteki beyazlık ve morlukların tuhaf etkileşimine rağmen Erica onu hemen tanıdı. Bu evin sahibi olan ailenin kızı, kızlık soyadı Carlgren olan Alexandra Wijkner’dı. Çocukken en iyi arkadaşıydı ama bu sanki yüz yıl önceydi. Küvetteki kadın artık yabancı gibi geliyordu.
Cesedin gözleri neyse ki kapalıydı ama dudakları mosmordu. Gövdesinin üzerinde ince bir buz tabakası oluşmuş ve vücudun alt kısmı tamamen gizlenmişti. Oluk oluk kan iziyle kaplı sağ kolu küvetin kenarından gevşekçe sarkmış, parmakları yerdeki pıhtılaşmış kan gölünün içine batmıştı. Küvetin kenarında bir jilet vardı. Diğer kolun sadece dirsekten yukarısı görünüyordu ve kalanı buzun altına gizlenmişti. Dizleri de donmuş yüzeyin üstüne çıkmıştı. Alex’in uzun sarı saçları küvetin başına yelpaze gibi yayılmıştı ama soğuktan donmuş ve sertleşmiş gibiydi.
Erica uzunca bir süre ona bakarak dikildi. Hem soğuktan hem de dehşet dolu tablonun yansıttığı yalnızlıktan titriyordu. Ardından sessizce banyodan çıktı.
Sonrasında her şey bulanık gibiydi. Erica cep telefonundan nöbetçi doktoru aradı; doktorla ambulans gelene kadar Eilert’la birlikte bekledi. Şok belirtileri, anne babasının haberini aldığı zamandan tanıdık geliyordu; eve gelir gelmez kendine büyük bir kadeh kanyak koydu. Doktorun tavsiye edeceği bir şey değildi belki, ama ellerinin titremesini geçirdi.
Alex’in görüntüsü onu çocukluğuna götürmüştü. Çok iyi arkadaş oldukları zamanlar yirmi beş küsur yıl önceydi, o zamandan beri hayatına birçok insan girip çıkmış olsa da Alex’e hâlâ çok değer verirdi. O zamanlar daha çocuktular. Büyüyünce yabancılaşmışlardı. Yine de Erica gördüğü şeyin kaçınılmaz yorumunu, Alex’in kendi canını aldığı fikrini kabullenmekte zorlanıyordu. Bir zamanlar tanıdığı Alexandra, hayal edebileceği en canlı ve özgüvenli insanlardan biriydi. Etrafındaki insanların dikkatini çeken bir ışığa sahip, cazibeli, kendine güvenen bir kadındı. Fısıltı gazetesinden duyduğu kadarıyla Alex, tam da Erica’nın hep tahmin ettiği gibi rahat bir hayat yaşamıştı. Göteborg’da bir sanat galerisi işletiyordu; hem başarılı hem de iyi bir adamla evliydi ve Sarö adasında, malikâne kadar büyük bir evde yaşıyordu. Ama belli ki bir şeyler ters gitmişti.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBuz Prenses
- Sayfa Sayısı400
- YazarCamilla Lackberg
- ISBN9786050906721
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Polisiye Bir Öykü ~ Imre Kertész
Polisiye Bir Öykü
Imre Kertész
Nobel Ödüllü yazar Imre Kertész’den, baskıcı yönetimlerin adaletsizliğini zulme uyanlardan dinlemeye alışmış okurları dehşete düşürecek bir öykü. Diktatörlüğün yıkılmasıyla hapse atılmış bir işkencecinin ağzından,...
- Sınırsız Ülke ~ Patricia Engel
Sınırsız Ülke
Patricia Engel
New American Voices Kazananı Dublin Literary Award Uzun Listesi New York Times En Çok Satanlar Washington Post En Çok Satanlar Düşünmeden, belki de haklı...
- Firmin ~ Sam Savage
Firmin
Sam Savage
O bir hümanist! O bir entel! O bir filozof! O bir serseri! O bir mucize !!! Bir kitapçının bodrumunda doğdu. Dünya edebiyatını kitap kitap...