Balkan Harbi’nden yara alarak çıkan Osmanlı Devleti, henüz yarasını sarmadan Birinci Cihan Harbi’ne girmiş ve dört sene yedi cephede savaşmıştı. Fakat bu harpte de Müttefiklerinin yenilmesiyle koca imparatorluk âdeta çökmüştü.
1071 yılından beri ön Asya’ya sahip olmaya çalışan Birinci Cihan Harbi’nin galip devletleri, başta İngiltere olmak üzere Fransa ve İtalya, Türk milletinin varlığını hiçe sayarak Türk topraklarını kendi aralarında paylaştıktan başka, Yunanistan’ın da iştahasını kamçıladılar.
Küçüklüğüne rağmen kabuğuna sığmayan ve büyüklük hayaline kapılan Yunanlılar, bu fırsatı ganimet bilip varını yoğunu ortaya koyarak Batı’nın desteğini de ardında görerek 2.5 yılda her türlü mezalim ile Sakarya’ya kadar geldiler.
Fakat herşeyini yitirmiş, silâhları elinden alınmış, askeri terhis edilmiş, Balkan Harbi’nden beri 10 yıldır savaşan yorgun asker Anadolu halkı, şaşkınlığından kurtulmuş, lideri Atatürk’ü bulmuş, muntazam ordusunu kurmuş, Sakarya’da 22 gün 22 gecede Yunan ihtirasını parça parça etmişti.
On yıldır savaşan yorgun Türk askeri, âdeta Büyük Taarruz’un yolunu açmış olan altın anahtarını Sakarya’da eline almıştı.
Bu eserde, tarihin akışını değiştiren bu büyük savaşın gerçek yönünü ve belgelere dayalı öyküsünü bulacaksınız.
***
SAKARYA ÖNCESİ
KÜTAHYA _ ESKİŞEHİR SAVAŞLARI
Yunanlıların iki yıl önce Anadolu’ya çıkan Küçük Asya Ordusu’nun komutanı general Papoulas’ın İzmir’deki karargâhından 13 Nisan 1921’de gönderdiği rapor, Atina’daki heyecanı daha da arttırmıştı.
Papoulas, raporunda şunları yazıyordu :
«Son askeri harekât sonucunda, Türk ordusunun iki yıl içinde yapamadığı gelişmeyi, son iki ay içinde elde etmiş olduğuna inanıyorum. Türkler, ordularını pek mükemmel surette kurmuş ve silahlandırmıştır. Subayları, erlere oranla fazla ve boldur. Disiplin mükemmeldir.
Halen Türk kuvvetleri Bursa cephesinde, çoğunluğu piyade olmak üzere 25.000 kişi ve Uşak cephesinde 15.000 kişiden ibaret ise de, topladığımız bilgiye göre, Sivas kolordusu ile Adana ve Kafkas’dan gelecek yeni kuvvetler ve yeniden asker toplanarak yirmi gün içinde bu miktar artmış olacaktır. Bunun için düşmanın kuvvetlenmesine meydan vermeden, onbeş gün içinde yeni bir taarruz yapmak mecburiyetinde bulunuyoruz. Sonucundan emin olabileceğimiz bir taarruz İçin 52.000 kişiye ihtiyacımız var. Bugüne kadar 4.000 er ve 250’den fazla subayımız savaş dışı olmuştur. Hiç olmazsa tam mevcutlu bir tümenin gönderilmesi gerekiyor.
Kaybedilen her hafta, düşmanın kuvvetlerini ve silahlarını arttırmakta olduğundan, Anadolu ordumuzun takviyesi elzemdir.»(1)
Gerçekten de ne oluyordu böyle?
Üç ay öncesine gelinceye kadar gayet güzel giden işler birden ters dönmeye başlamıştı. Üç ay evvel İnönü’de Türklere ilk defa yenilen ordu, on gün önce yine aynı yerde bir kere daha İsmet Paşa’nın kuvvetlerine mağlup olmuş ve gerisin geriye, harekâta başladığı mevzilerine dönmek zorunda kalmıştı.
Ve bu sefer, Yunan kamuoyu ayaklanmıştı. Basın da bunu büsbütün körüklüyordu. Öyle ya, memleket nereye sürükleniyor, ordu ne yapıyordu?
Şimdi başta kral Constantine olmak üzere Hükümeti ve genelkurmayı büyük bir telaş sarmıştı. Artık bu iş mutlaka, hem de kısa zamanda düzeltilmeli ve «Çapulcu», «Derme çatma» diyerek küçümsenen Kemalist Ordu ezilerek sonuca varılmalıydı. Şu son yenilgi ile kesin olarak ortaya çıkmıştı ki, günden güne kuvvetlenen Kemal Ordusu güçlü bir darbe ile ortadan kaldırılmadıkça, büyük «Megalo İdea» nın gerçekleşmesi mümkün değildir ve yüzyıllar sonra talihin önlerine çıkardığı bu fırsat kaçmak üzeredir.
İşin hiç de sallantıya tahammülü yoktu.
Kollar bir kere daha sıvandı, Küçük Asya Ordusu hızla takviyeye başlandı. Zaten Mart 1921 bütçesinde Savunma için 650 milyon drahmi gibi büyük bir para ayrılmıştı. İkinci İnönü yenilgisi üzerine de yedi sınıf Yunanlı genç daha askere alınmış ve Küçük Asya Ordusu, 53.000 kişiyi bulan yeni dört tümenle takviye edilmişti. Bu arada 500 kamyon, ayrıca bulunabilen top, uçak, cephane ve kısaca anavatanda ne varsa general Papoulas emrine, Batı Anadolu’ya yollanmaya başlanmıştı.
Kral Constantine de ayaklanmıştı. Yunan Orduları Başkomutanı sıfatiyle ordularını bizzat yönetmek ve artık bu işi kesin olarak bitirmek üzere Anadolu’ya gidiyordu. 11 Haziran 1921 günü, iki destroyerin eşlik ettiği Lemnos zırhlısı ile, yanında Veliaht Prens George, Prens Andrew, Başbakan Gonnaris, Savunma Bakanı Theotakis ve genelkurmay danışmanları olduğu halde kalabalık bir heyetle İzmir’e doğru yola çıktı ve ertesi gün 12 Haziran öğleden sonra yerli Rumların coşkun sevinç gösterileri ve «Zito Constantine» naraları arasında, yüzyıllar önce Aslan Yürekli Richard’ın Haçlı seferlerine giderken karaya çıktığı Karşıyaka’da aynı noktada kıyıya ayak bastı.
İstanbul 488 yıl önce 1453’de Türklerin eline aşağı yukarı bu tarihlerde, 29 Mayısta düşmüş, Bizans İmparatoru Constantine de, elde kılıç döğüşerek o gün kahramanca ölmüştü. Helenler arasında kuşaktan kuşağa söylenip o zamana kadar gelen inanışa göre, günün birinde bir başka Constantine çıkacak ve İstanbul’u kurtaracaktı. İşte şimdiki Kral da -Bizans Krallarının hesaba dahil edilmesiyle- 14 ncü Constantine’di ve Constantinopolis (İstanbul)u kurtarmaya gelmişti. Zaten Kral Constantine’in İzmir’e hareketinden bir gün önce Atina katedralinde yapılan resmi ayinden çıkışında, meydanı dolduran onbinlerce Yunanlının «Constantinopolis’e» diye dakikalarca yaptıkları gösteri de bunun içindi.
Şimdi de «Zito Constantine» haykırışları arasında karaya çıkan Kral’a okunan ilahilerden sonra mavi ve beyaz (Yunan bayrağı rengi) elbise giymiş İris Veinoglon adındaki güzel bir Rum kızı şöyle seslendi:
«Ben, Yunanlılığın Anadolu’daki ruhuyum. Uzun yıllar acı çeken, umut besleyen ve düş içinde yaşayan Homeros’un Altın Kelebek Ülkesinin çocuklarının ruhu.. ayaklarınızın altına döktüğümüz şu güller, tutsak olarak yaşayan ve ölürken dudaklarından Constantine Paleolog adı dökülen kardeşlerimizin kanıyla boyanmıştır…»(2)
Çok değil bundan iki yıl kadar önce, İzmir yine buna benzer günler geçirmiş, yine aynı kalabalıklar, yani Rum ve diğer azınlıklar 15 Mayıs 1919’da İzmir rıhtımına ayak basan Yunan askerini yine «Zito» haykırışlarıyla ve korkunç bir coşku ile karşılamıştı. Gerçi o sıralarda şimdiki Kral Constantine İsviçre’de sürgündeydi ve halk «Zito Constantine» diye değil de «Zito Venizelos» diye bağırıyordu ama ne farkederdi ki? Ha Constantine olmuş, ha Venizelos olmuş, maksat kutsal «Megalo İdea», yani 3.000 yıl önceki büyük Helen İmparatorluğu yeniden diriliyor, büyük Yunan rüyası gerçekleşiyordu ya!..
O zaman da böyle bütün kilise çanları durmamacasına çalmış, vapur düdükleriyle etraf çınlamış, on binlerce İzmirli Rum ellerinde mavi beyaz Yunan bayraklarıyle yollara dökülmüştü. Yine İzmir Metropoliti Hristostomos ağlayarak ve diz çökerek Yunan bayrağını öpmüş, tuz serpmiş, okunan ilahiler arasında gelenleri takdis etmişti.
Evet, öyle olmuştu, ama iki yıl önceki bu işgal de Türk milletinin sabrını taşırmıştı.
Aslı aranırsa, İzmir olayına gelinceye kadar Türkler, genelde olan bitenlere razı bir uysallık içindeydiler:
«Bundan önce de defalarca olduğu gibi yine bir savaş daha olmuş ve Osmanlı tarafı yenilmişti. Koca Alaman, Avusturya kralları pes etmiş, Bulgarya teslim olmuş, Padişahımız da başka çare kalmadığından yenilgiyi kabul etmişti. İngiliz, Fransız ve İtalyanların bölüm bölüm memleketi işgal etmeleri veya liman ve istasyonları kontrol altına almaları herhalde bu ateşkesin sonucuydu. Şayet biz yenseydik, düşmana aynı şeyi yapmayacak mıydık?
Gerçi Arabistan, Suriye, Irak elden çıkmıştı ama özyurdumuz Anadolu ve Saltanat ile Hilafet yerli yerindeydi. Muhakkak bu da geçecek ve barış antlaşması yapıldığında bu kötü günler sona erecek. Padişahımız ve bütün İslamın Halifesi Efendimiz başta olmak üzere Osmanlı Devleti yine Ezel – Ebed yaşamaya devam edecekti. Artbisan olsun, Suriye, Irak olsun herhalde elden çıkacaktır ama Anadolu bizimdir, Doğusu ve Batısıyla, Kuzeyi ve Güneyi ile bizimdir. Maazallah o da giderse zaten ortada devlet kalmazdı ki!.»
Evet, Osmanlı vatandaşı, nice nice felaket görmüş, savaş görmüş çilekeş Türk, genelde böyle düşünüyordu. Ve genelde, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un meşhur bildirgesinde bahsettiği adaletli bir barışın yakında gerçekleşeceğine inanıyordu.(3)
Hem inanmasa ne olacaktı?
«Büyük Alaman kralı ve diğerleri, yenilgiyi kabullenip uslu uslu oturdukları şu sırada bir daha silaha sarılıp, koca koca İngiliz Fransız ordularıyla yeniden savaş yapmaya mı kalkacaktı? koca koca İngiliz Fransız donanmalarını mı yenecekti?.. Hem de yalnız başına!. Bu, delilikten de öte intihar olmaz mıydı?»
Evet öyleydi ama, yakın ve uzak düşmanlar da hergün biraz daha işi azıtıyorlardı. Doğu’du Komünist ihtilalinin yarattığı karışıklıktan yararlanıp bir devlet ve ordu kurmaya çalışan Ermenilerin Kars ve Ardahan’a doğru ilerleme ve bölgedeki Türk halkını yoketme girişimlerinden başka, bütün Doğu Anadolu’yu da içine alacak bir yurt edinme istekleri vardı. Ayrıca, kaçtıkları ve sürüldükleri topraklara Fransızların desteğinde tekrar dönen Ermenilerin, Çukurova dahil güneydoğu Anadolu’yu bu Ermeni topraklarına katma gayretleri vardı. Doğu Karadeniz’de bağımsız bir Rum Pontus devleti kurmaya çalışan Rumlar da bu arada bir çok çeteler kurmuş, eyleme geçmişlerdi.
İşte bunlar, olacak iş değildi. Bunlar, elde kalmış son yurt topraklarının da elden çıkması demekti.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdi de Yunan Ordusu İzmir’e mi çıkıyordu?.. İşte bu, hiç olmazdı…
O kaderine küsmüş, ağırbaşlı Türkün sabrı bu son damla ile taşmıştır. Bu leş kargalarının yaptıkları yetmeli ve bu yağmaya bir yerde «Artık dur» denmelidir. Hele bu dalga dalga etrafa yayılan İzmir katliamı haberleri ve yıllardır bu toprakların nimeti ile koynumuzda beslenen Rumlar başta olmak üzere diğer azınlıkların, dünkü kardeşlerini tekmeleyip Yunan Ordusunun yanındaki yerlerini alışları, bu acıyı daha da dayanılmaz hale getirmektedir.
İlk halk silahlı karşı koyması Ödemiş’de kendini gösterir. Jandarma Yüzbaşı Tahir Fethi beyin teşkilatlandırdığı bölge halkı, İzmir’den doğuya doğru ilerleyen Yunan Ordu birliklerinin karşısına çıkarak döğüşmeye başlarlar.(4) Sonradan «Kuvayı Milliye» (Milli Kuvvetler) adını alacak milis halk hareketi başlamıştır.
Ordu da, halk gibi kendi insiyatifi ile, kendi gayreti ile silaha sarılmıştır bile. Ödemiş olayından bir gün önce, 29 Mayısta Ayvalık’daki 172 nci Piyade Alayı, Alay Komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya) nın emriyle kıyıya çıkan Yunan kuvvetlerine ateşle karşılık vermiş ve kendi çapında savaşı başlatmıştır.(5)
İyi ama ordu yorgun, ordu dağınık, silahları noksan ve eski. Kuvayı Milliye ise bir teşkilata ve bir emri komutaya bağlanmamış, eğitimsiz başıbozuk çeteler. Bunlar, düzenli düşman orduları karşısında ne derece ciddi bir mukavemet gösterebilir, orası karanlık.
Bu göz gözü görmez felaketli ve ümitsiz günlerde Türklerin büyük şansı, istila hırsı ile gözü dönmüş Yunan Ordusunun İzmir’e ayak basışı ile hemen hemen aynı zamanda, bu istilaya karşı ayaklanan dağınık mukavemet kuvvetlerini derleyip toplayacak bir Türk Paşasının Samsun’da karaya ayak basmasıdır. Devamlı savaşların ve isyanların bir yıkıntıya çevirdiği harap Anadolu’nun bir köşesine bir yağmacı düşman ordusu çıkacak, kaderine razı olmuş yorgun ve yaralı bir milletin «Ee. Artık bu kadarı da olmaz» diye isyanına sebep olacak ve işte
————
(1) Alptekin Müderrisoğlu : Sakarya 1
(2) Alptekin Müderrisoglu : Sakarya 1
(3) Wilson’un 8 Ocak 19l8’de yayınladığı ondört maddelik barış şartları bildirgesine göre, Çanakkale ve İstanbul boğazları bütün ticaret gemilerine açık bulundurulacak. Osmanlı egemenliğindeki azınlıkların hakları güvenlik altına alınacak, Türklerin çoğunlukta bulundukları yerler kendilerinin olacaktı.
(4) Fahri Belen : Türk Kurtuluş Savaşı
(5) Aynı eser.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Savaşlar Siyasal Tarih
- Kitap AdıBüyük Dönemeç - Sakarya Meydan Muharebesi
- Sayfa Sayısı360
- Yazarİbrahim Artuç
- ISBN9789757639970
- Boyutlar, Kapak11x18, Karton Kapak
- YayıneviKASTAŞ YAYINLARI / 1985