Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmuş. Devletin ilk milletvekillerinden, o zamanki adıyla saylavlarından biri Dr. Osman Şevki Uludağ.
Hayatını ülkesinin kültürünü geliştirmeye adamış… Tıp tarihinden musikiye pek çok konuda eser vermiş… Görevini başarıyla yerine getirebilmek ve daha çok üretebilmek için uykuları kaçıp hastalanmış bir aydın o.
Ve yıllar sonra ortaya çıkan iki günlük…
Büyükdedem Dr. Osman Şevki Uludağ’ın kaleminden Çanakkale Savaşı ve 1930’ların Doğu Avrupa’sı…
Bu kitapta okur, günlüklerin yanısıra benim büyükdedemi keşfetme hikâyemi bulacaktır.
***
1982
Londra
Türkiye’ye taşınacağımızı ilk duyduğumda evde eski huzur kalmamıştı. Ablam sekiz yaşındaydı ve hayatının en travmatik dönemini yaşıyordu. Benim aklımda ise üç kare kaldı.
Arka planda dondurma arabasında dönüp duran melodi ve ablamla beraber kuzenlerimizle bahçede oynuyoruz.
(…)
Havaalanındayız. Babam ablama sarılmış ağlıyor.
(…)
Hep beraber İstanbul’da Nanimlerdeyiz.(¹)
Ablamın zor alıştığı bu dönemlerde benim için tatile geliyor ve eğleniyor olmak yeterliydi. Tatilin uzun süreli olduğundan bihaber.
1984
Istanbul
Nanimin Levent’teki evi Londra’daki evimiz gibi müstakildi ama mahalle bizimki kadar düzenli değildi. Burada benim için eğlenecek daha çok alan vardı. En sevdiğim oyun alanı ise evin karşısındaki yıkılmış evdi. Taşlardan zıplayarak içeri ulaşır ve her seferinde yeni köşeler keşfederdim.
Hızır adında bir arkadaş edinmiştim. O da bizim mahallede oturuyordu. Evlerindeki her bir odanın ortasında parçalı halılar vardı. Eve girmeden kapıda ayakkabılar çıkarılıyor, koltuk yerine yere yakın minderlerde oturuyorlardı. Hızır’ın söylediği hiçbir kelimeyi anlamıyordum ama o her sabah kız kardeşiyle kapımızı çalıp beni dışarı çağırmayı ihmal etmiyordu.
Nanimin evinin bahçesinde köpeğim Şarlo ve kedim Sheba’ya benzemeyen başka hayvanlar da vardı. Kocaman kaplumbağalar, tırtıllar, kertenkeleler… Bitkiler de bizimkine göre daha karışık ve biçimsizdi.
Evin içindeki en belirgin figür ise dedemdi. Uzun boylu ve iri yarıydı. Sinirlendiği zaman gözlerini kocaman açar ama korkmaktan çok gözlerinin maviliğinde kaybolurdum.
Her sabah tıraş olduktan sonra saçlarını geriye tarayıp tahta koltuğunda yerini almasını beklerdim. İşte o an ikimizin anıydı. Kırmızı fincanındaki siyah kahvesine üçer üçer bisküvi batırıp bana uzatırdı. İlişkimiz bu anlarda oluşmaya başlamıştı.
xxx
Ablam ise bizden iki sene evvel gelmiş ve hemen düzeni kurulmuştu. Dedemle Nanim önceden anlaşmışlar gibi görevleri ikiye bölmüşlerdi. Dedem Türkçeden, Nanim ise Türk örf ve âdetlerinden sorumluydu. Okuldan sonra ablamın Türkçesi için özel hoca tutulmuş ve alması gereken tüm eğitim desteği verilmişti.
Kendi kızları gibi seviyorlardı. Ablam dedemin gözbebeği olmuştu, Nanim ise onun olgunluğuna hayran kalmıştı. Tüm bu iyi giden düzenin içinde araları bir kere bozulmuştu. Dedem benim için “kulakları çınlasın” demiş ve ablam bir müddet onları affetmemişti. Nasıl olur da kızkardeşinin zarar görmesini istemişlerdi?..
Evde ablamın her gün masa başı dersleri devam ederken ben onlara göre haylazlık peşinde, bana göre ise ciddi inceleme üzerindeydim.
Evin kitaplar ve şahsi eşyalarla dolu gizemli odalarında masa başından öğrenecek daha çok şey vardı. Ortaokulda eğitimi İngilizce olan bir özel okula verildim. Maksat İngilizcemi unutmamak. Oysa Türkçemi bir türlü toparlayamamıştım. Sifona fişon diyor, çatal kaşık kelimelerini her seferinde karıştırıyordum. Edebiyat hocam Canan Kalkavan tüm bir ders boyunca “hâlâ” kelimesine dilimin dönmesi için uğraşmışsa da bir türlü başarılı olamamıştı. Arkadaşlarımın bana kazandırdığı cümle ile bu durumla eğlenmeye bile başlamıştık:
“Halûk ile Alp hâlâ Galeria’da kefâl yeyip plâk dinliyorlar.”
Türkçemin zayıflığı bana zarar vermiyordu. Arkadaşlarım İngilizce dersinde ağır İngiliz aksanımı duymuş ve beni bir yabancı olarak görmeye başlamışlardı. Bu sayede ben de her Türkçe kelimeyi bilmeme özgürlüğüne kavuşmuştum. Hatta bu özgürlüğü her sabah kullanıyordum:
“Korkma sönmez bu şafak,
Larda yüzen alsancak,
Sönmeden yurdu,
Munüstünde tüten en son ocak obe,
Nim milletimindir ancak.”
Benim bu durumumdan en çok dedem rahatsızdı. Beni her gördüğünde mutlaka Türkçe bir deyim, şiir veya kelime öğretmeye çalışırdı. Bisküvi alışverişimizden sonra ilişkimiz nihayet kelimelere dökülmüştü.
Dedemden öğrendiklerimi, okul arkadaşlarımla yaptığımız sohbetlerde hayranlıkla anlatıyordum:
“Bilir misiniz dedemin çok güzel bir sözü var: Ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça
Dedemin sadece bende değil hepimizde ayrı bir yeri vardı. Nanim Nişantaşı’ndaki evinin yatak odasından gördüğü karşı penceredeki Alman Liseli gencin boks yapışını izlerken aynı liseye düşüp âşık olacaklarını tahmin edememişse de sonradan vazgeçilmezi olmuştu. O mavi gözlü gençle küçük kadın, aşklarını bahçelerine diktikleri ebruli hanımelilerle ve daha sonra da oğullarıyla büyütmüşlerdi.
Oğulları için “meleklerim” derdi. Torunlarına olan sevgisini psikolog arkadaşının “Onların babası oğlun, sen değilsin” uyarısı üzerine kontrol altına almış olsa da bizim ona olan sevgimizi kontrol edemedi.
Alçak gönüllüydü. Sanki hiç önemli bir iş yapmamış gibi emekliliğini tahta koltuğunda oturup hayatı ve en çok beni ti’ye alarak geçirdi.
Ölümünde ise gazetede küçük bir ilan çıkması beni incitmişti.
“Türk Turizminin öncülerinden Ertuğrul Yıldızeli…”
Koskocaman 80 sene, o kadar işlere karşı sadece bir cümle. Yaptıklarını kimse bilmeden.
xxx
Onu kaybettiğimde öğrendiğim son bir söz daha oldu:
Su üzerine yazı yazmak…
Nanim ve dedem
Ela, Ertuğrul Yıldızeli 2008
Istanbul
Dedemi kaybettiğimiz dönem Nanimin aklını dağıtıp gönlünü hoş tutmak için deveye hendek atlatıyorduk. En son Nanime, her birimizin ismini internette tek tek arattırıp çıkan yazılarla internetin mucizevi yanını gösteriyordum. Babasının ismini yazınca karşımıza çıkan yüzlerce yazıya hayret ederken yazıların arasında bir başlık dikkatimi çekti: “Dr. Osman Şevki Uludağ’a Vefa Borcu”
“Bak Nani, babanı başkaları da tanıyormuş” dedim. Nanimin babası, yani büyükdedemi tabii ki ben de tanıyordum. 1889 Bursa doğumlu. Annesi Ayşe Hanım, babası Mahmud Efendi. Kendisi milletvekili, doktor. Uludağ’ın da isim babası. Küçükken zaman geçirdiğim o gizemli odalardaki eşyalar ve çerçeveli fotoğraflarla evin başrol oyuncusu.
Yazar Gül Kolaylı’nın yazısını okumaya başladım. Kolaylı, yazısında büyükdedeme hayranlığından, Bursa için yaptığı tüm çalışmalarından dolayı Bursalıların ona vefa borcu olduğundan ve bunun için Bursa Belediye Başkanı’nın, Bursa Millî Kütüphanesi’ne onun isminin verilmesini teklif ettiğinden bahsediyordu.
Büyükdedem için milletvekilliği ve doktorluğunun dışında sıraladığı vasıflar ise: Türkiye’nin ilk dağcısı, tıp tarihçisi, dil bilimci, Türk Tıp Tarihi Kurumu’nun kurucusu, Türk Musikisi üstatlarından, bestekâr ve araştırmacı yazar…??!!!
Nanimle hemen internetten yazarın e-posta adresini bulup yazdık. “Ailesi olarak yapabileceğimiz herhangi bir şey var mı?” Çünkü onlar hayranlıktan, vefadan bahsederken biz aile olarak hiçbir şeyin farkında değildik!
xxx
Babamın doğum günü için Nanimde toplandığımız gün, hemen fırsat bulup internetten çıkış aldığım bu yazıyı tüm aileye okudum. Amcam, Nanime dönüp “Biz niye bunları bilmiyoruz?” diye sordu.
Aslında Nanim babasından hep övgüyle bahseder ama biz onun sözlerini bir kızın babasına olan hayranlığı olarak nitelendirip üzerinde durmazdık.
Babam ve amcam dedeleriyle büyümüştü. Amcamın anılarında içine kapanık, odasında yazıları ve türlü işleriyle ilgilenen ciddi bir dede vardı. Levent’teki evde küçükken kaldığım oda onun odasıydı. Büyük bir kütüphaneyle kaplı odanın kalanına sığdırılmış çalışma masasında günlerini geçirirmiş.
Akşam yemek saati geldiğinde yazılarına ara verip baş köşeye oturur, ailenin çocukları da mesafeli duran dedeye saygılarından çıt çıkarmazlarmış.
1961. Levent’teki evin bahçesinde büyükdedem, torunları Fuat, Ali, Leyla, Emre ve aile çocukları. O ise masanın etrafındaki bu çekingen duran torunlarına isimler takmıştı. Büyük kızı Emel’in çocuklarından Aydın, Efe; Fuat, Alacalı çocuk; Ali, Ukela; Leyla, Haspa; oyuncağım dediği küçük kızı Ela’nın oğlu Tayf’ın ismi ise Pırpıri. “Bugün ayın yirmi biri, günün adı perşembe, saat de yirmi sularında. Torunum Efe ortalığı allak bullak ediyor, yastıkların yerinde sürahi, kitap rafları arasında patikler yerleştirmiş ve o, dakikadan dakikaya değişen keyfinin seslerini haykırıyor…”
Babamın anılarında ise her akşam masa başında bir kadeh rakısı, hoş sohbeti ve geniş arkadaş çevresi olan bir dede vardı. Odasında oturmak ne kelime, babam dedesiyle beraber Çanakkale’yi gezip savaşta bulunduğu yerleri tek tek görmüş ve ondan bir çadır altında nasıl beste yaptığını bile dinlemişti.
Babamla amcamın anlattığı çelişkili yorumların ardından onu daha iyi tanıyabilmek için arka odaya Nanimin kütüphanesine koşup ona ait kitaplara bakmaya başladım. Elime türlü kitaplar geçti: Çocuklar Gençler ve Filmler, Bursa ve Uludağ, meclis albümleri ve bir defter. Nanim, babasının özel defteri diye tutmuş ama saygısından kapağını açıp okumamıştı. Beni de hemen uyardı “Özel yazılar okunmaz.” Defter A4 boyutundan büyüktü. Siyah beze sıvanmış kalın kapağı vardı. İç sayfaları çizgili ve hafif sarı renkteydi. Sarılığı kâğıdın cinsindendi. Hatta defter dün yazılmış kadar yeni duruyordu. Eskiliğine dair tek kanıtı sayfaları tutan tellerin paslarının akmış olmasıydı.
İlk sayfasında güzel bir el yazısıyla karşılaştım. Tarih 11 Nisan 1936, Viyana. Yazılar arasında Atatürk’ün de ismini görünce evime götürüp sabaha kadar inceledim.
25 Kasım 1946
Defter bir günlük olarak tutulmuşsa da kendi hikâyesini bir kitap mantığında başlıklar atarak yazmıştı. Her sayfanın üst köşesini yine kendi el yazısı ile numaralamıştı. Yazıların bittiği sayfa 57. Kendi yazdığı sayfaları numaraladıktan sonra defterin geri kalan sayfalarını da teker teker saymış ve en son sayfanın sol alt köşesine son defter numarasını belirtmiş, 100. Belli ki tuttuğu bir günlüğü özenle bu deftere temize çekmişti. Belki bir gün anı kitabı olarak basılması düşüncesiyle.
İlk önce sabırsız bir halde hemen Atatürk’ün adının geçtiği sayfayı açtım. Başlık “Hastayım”. İki kızı ve eşinin mutluluğu için yenmek zorunda olduğu hastalığının sebebi ise Atatürk’ün mecliste verdiği nutukta kendisine ve diğer milletvekillerine karşı “Arkadaş” kelimesini kullanması.
“Yalnız iztiraplar değil sevinçler de insanı sarsar. Ben de sarsıldım. Bu vaziyet içinde ortaya yeni bir şeyler çıkarmak için kafamı tekrar yormağa başladım. Netice olarak uykularım kaçtı…”
29 yaşında Fransız bir profesörün sözü üzerine ilk Türk tıp tarihini yazıp 36 yaşında koca bir dağa isim veriyor, tüm yenilikçi çalışmaları ve eserleri sayesinde Atatürk tarafından milletvekili olarak görevlendirildikten sonra daha da fazlasını üretmek adına uykuları kaçıp hastalandığında ise 47 yaşında.
Benim yaşadığım dünyada reklamcı olarak bir iki ürüne isim bulup bir reklam filmi yazdıktan sonra 30 yaşlarında “yaratan” edasıyla gezilirken, büyükdedem daha ilk cümlesinden beni kendine hayran bırakıp kendi dünyasına çekmeyi başarmıştı.
Hocası Dr. Tevfik Sağlam’ın, hastalığının fiziksel olmadığı ve Viyana’ya gidip bir ay dinlenmesinin kendisine iyi geleceği önerisi üzerine yola çıkmış. Viyana’ya doğrudan gitmek yerine, Balkan Savaşı sırasında askerî doktor olarak bulunduğu şehirlerden geçeceği bir yolculuğa karar vermiş.
“Karadeniz’den Köstence’ye, oradan Bükreş-Budapeşte yolu ile Viyana’ya gitmek…”
Turing Kulübü başkanı olduğu için kulübün kurucusu Reşit Saffet Atabinen’den seyahat işleri ile ilgili yardım alarak yola düşmüş.
Dinlenmek için çıktığı bu yolculuk onun için yine bir keşif çalışması haline gelmiş. Gittiği her şehirde müzeleri ve sarayları gezmiş. Şehrin tarihini incelerken ayrıca Türk tarihine ait belgeler de bulmuş.
Yazılarından tam bir milliyetçi olduğu anlaşılıyordu. Ben ise senelerce İngiliz sömürüsü altında yaşamış, üç nesil önce de İngiltere’ye yerleşmiş ve Rumca-Türkçe-İngilizce karışık konuşan Kıbrıs kökenli bir aileden gelen annemden İngiliz ninnileri dinleyerek büyüdüğüm için bir millete ait olma hissim oluşmamıştı. Büyükdedemin ülkesine ve kültürüne olan tutkusu gittikçe ilgimi çekmeye başlamıştı.
Yorumlarının kimileri kahramanlık hikâyeleri barındırıyordu. Kinayeli bir dili vardı. Hikâyelerini tebessümle okumaya başlamıştım.
“Büyük bir salon. Bir tarafı bağçaya bakıyor, pencerelerle dolu. Diğer üç duvarını kaplayan büyük üç tane Goblen halısı. Bu halıların üstlerindeki resimlerin hepsi Türklere ait. Hepsinde de Türklerin korkak oldukları ve harpte kaçtıkları resmolunmuş. Hele birisinde burma bıyıklı Türk askerleri Avusturyalı kumandanın arabasını çekiyor, Türk paşaları da etrafta süklüm püklüm olmuşlar. Tabiî çok alâka gösterdim. O vakta kadar rehberden bir şey sormadığım halde bazı izahât istedim. Yanımızdaki İtalyan yan gözle bana bakıyordu. Rehber benim istizahlarıma karşı:
– Evet bunlar Türktürler! diyordu ve öyle bir edâ takınıyordu ki sanki Türkleri kendisi mağlup etmiş gibi.
Sordum:
– Şu sakallı Türk paşası mı?
Gösterdiğim resim Kara Mustafa Paşa’ya benziyordu ve Avusturyalı kumandanın yahut kralın arabası yanında miskin bir vaziyet almıştı. Rehber göksünü gere gere:
– Ya!.. Türk paşası! dedi. Beni bir gülmek aldı. Bol bir kahkaha saldım. Sinirlerim boşandı, bütün salonu çınlatan bir kahkaha ki bunu yanımdaki İtalyandan başka kimse bilmiyordu (…)
Fransızların bize minettar olmaları lazımgelen zamanlarda Goblen halıları üzerine Türkleri köpek gibi bir vaziyette resmeden şeyleri Avusturya’ya hediye etmelerinden ibret almak lazımdı. Meğer biz ne kadar gafil insanlarmışız!
Hofburg Sarayı’ndan çıkıyorken bizi gezdiren rehbere bir Türk sigarası verdim. Aldı ve sigaranın üstünde bizim ulusal damgamız olan ay yıldızı görür görmez:
– Yaaa!!.. dedi, siz Türk müsünüz? Ve herifin yüzü patlıcana döndü.
– Evet, dedim. Fakat müteessir olmayınız… Gördüğüm şeyler bende bir karikatür tesiri yaptı da!…”
Viyana’da yazdığı yorumlar, zaman açısından önemliydi. Sene 1936. Daha İkinci Dünya Savaşı çıkmamış ve Yahudiler, Almanya’dan yeni zorunlu göç ettirilmişlerdi. Yazılarında, Yahudilerin ve papazların Avusturya için tehdit oluşturduğunu söylüyordu. Ben ise bu yorumları dönem açısından siyasi yorumlar olarak görmeye ve aklımın almadığı olaya nasıl gelindiğini anlamaya çalıştım.
Hitler’in partisi başa geçtikten sonra ilk Yahudilere karşı nefret propogandası başlatmıştı. Büyükdedemin yorumlarından dünyada da bu anlayışın yayıldığı görülebiliyordu.
“5 asır önce İspanya’dan kovuldukları vakit en ziyade Türkiya tarafından hüsnü kabul görmüşlerdi. Kezalık 30 sene evvel Rusya’dan ve daha sonra Romanya’dan kovulmuşlardı ve hep Türkiya’ya gelmişlerdi. Fakat bu millet nankördür. Kendilerini himaye eden milletlere bile râm olmazlar ve yalnız kendilerini düşünerek bulundukları memleketin parasını kendi ellerine almaktan başka bir şey yapmazlar.
Almanya da onları bu sebepten kendi topraklarından kovdu. Hatta onların içinde ilmi ve fazlı ile bütün dünyaca tanınmış büyük âlimler ve zenginler olduğu halde ve bunların ayrılması ilim ve serveti için bir ziyâ olduğu halde sırf Alman vatanını bu nankör milletin egoizminden kurtarmak için orada hiç bir Yahudi bırakmadı.”
Kim bilir, büyük felaketin belki de tek getirisi bu zihniyetin geçerliliğini yitiriyor olması.
“O halde?!.. O halde Avusturya bir mucize bekliyor. Kendi kendisine bir şey yapamıyacaktır.
Fakat Almanya kuvvetini topladıktan sonra birden bire buralara gelecek ve işgal edecektir. Almanların bu istilası bir aksülamel ile karşılaşırsa bu da ancak Yahudilerin ve papasların eseri olabilecekti. Netice Avusturya kararsızdır.” Eşi ile ilgili yazdığı satırlardan hassas ve duygusal biri olduğu anlaşılıyordu.
“Anneleri! Benim sevdiğim bu bana vefalı ve beni çocuk bakar gibi bakmak istiyen güzel karım! Onu da düşünüyorum, fakat o hayatın ne olduğunu anlamıştır. Eyi veya fena günler görmüştür. Hayatını istiye istiye benim mukadderatım ile bağlıyan bu kadını da mesud etmek borcumdur.”
Çok bağlı olduğu sevgili eşi Makbule, 1920’lerde Şişli Terakki Okulları’nda öğretmenlik yapıyordu. Fakat aile kurduktan sonra işini bırakmıştı. Büyükdedem gibi çok yönlü biri ile evli olmak kolay olmasa gerek.
“Vapor uzaklaşıyor, mendiller sallanıyordu. Kucakladığım bu vücutları şimdi yalnız mendil sallamakla selamlıyordum. Vapor uzaklaştıkça onların vücutları hayal olmağa başladı… Hayatını benimle birleştirilmiş bir kadın ile benim kanımdan hasıl olmuş iki çocuğumun hayâlleri karşıma dikildi. Valizimi açtım, onların resimlerini çıkardım ve onları öptüm ve sevdim.”
Kızlarıyla ilgili tasvirleri tanıdığım kişilerden hiç farklı değildi. Büyük kızı Emel’in ağırbaşlılığı ve küçük kızı Ela’nın babasıyla yolculuğa gidebilmek için yaptığı türlü yaramazlıkları. “Küçük Kızım Elâ beraber gitmek için yaramazlık ediyordu. Çocukça israrlar yaparak vapordan çıkmayacağını söyliyordu.” O küçük kız hiç değişmemişti. Babasıyla o vapura binememiş olsa da seyahate olan düşkünlüğünü ve dedemin turizmci olmasından dolayı gitmediği yer kalmadığını biliyordum. Hatta dedemin Türkiye’de başlattığı ilk yurt dışı turlarını büyükdedemin önerileriyle tasarlayacağını da.
Makbule Uludağ
Defterin bir günlüğün ötesinde tarihî bir değeri olup olmadığından ve sadece ailevi bir değer taşımadığından emin olmak için birkaç kişiye danışarak yola çıktım. İlk önce üniversiteden hocam Gürbüz Doğan Ekşioğlu’na anlattım. Gürbüz Bey, çok iyi değerlendirilmesi gerektiğini söyledi ve kitap olup olamayacağına dair araştırma yapabilmem için birkaç isim saydı. Verdiği isimlerin birçoğuna e-posta ile ulaşmaya çalıştım ve ilk yanıt Soner Yalçın’dan geldi. “Sayın Yıldızeli, hiç zaman kaybetmeden çalışmalara başlamanızı öneririm. Kitabın basılması için elimden geleni yaparım.”
Çalışmalara başladım. Neyi, nasıl yapacağımı bilmiyordum ama Soner Yalçın yazılarını ilgiyle takip ettiğim bir yazardı ve onun onayını almak benim için önemliydi. Uzun bir süre sadece günlüğü bilgisayara yazarak zaman geçirdim.
xxx
Mart ayının ilk günü, hocam Gürbüz Bey’in sergisinin ise son günüydü. İşimden dolayı tüm bir ay boyunca sergiye gidememiş ve son gün fırsat bulup arkadaşımla kendimizi Nişantaşı’na atabilmiştik. Gürbüz Bey’in sergisi hayranlık uyandırıcıydı. Daha çok beğenimizin süslediği sohbetimizi yaparken arkadaşları geliyor ve sohbetimize dahil oluyordu. Gürbüz Bey de bizleri tanıştırırken her zamanki nezaketiyle ismimizden sonra kısa ve övgülü takdimini ekliyordu. “İrem Ela Yıldızeli. Kendisi yetenekli bir reklamcı. Eski öğrencilerimden. Turgut Çeviker. Kendisi tarihçi yazar. Aynı zamanda iyi bir koleksiyoncudur.”
Tarihçi olduğunu duyunca hemen büyükdedemden ve günlüğünden bahsettim. Turgut Bey yazarlığının yanında tarihe ait kişisel eşyalara olan büyük ilgisinden dolayı günlük ile hemen ilgilendi ve bir kopyasını istedi. Daha sonraki konuşmalarımızda araştırma için gidebileceğim kütüphaneler, danışabileceğim isimler verip yön gösterdi. İsimler arasından Pan Yayınevi’ni arayıp bir randevu aldım.
Yayınevi sahipleri Işık Hanım ve Ferruh Bey sadece müzik üzerine yayınlar çıkarmak için yayınevini kurmuş, Türk Musikisi’ne sevdalı birer mühendisti. Beşiktaş’taki yayınevine ilk gittiğim gün ikisi de beni samimiyetle karşıladılar.
Odaları kitapevinin hemen arkasına kurulmuştu. Araya kapı konmamasından kitap almaya gelen herkese kapılarının açık olduğu izlenimini hemen veriyorlardı. Odayı bölen sadece dar bir kitaplık vardı ve ötede birbirine çapraz duran iki masa. Işık Hanım beni hemen kendi masasının karşısına oturttu ve anlattığım her şeyi detayıyla dinledi. Telefonda günlükten biraz bahsetmiştim. Oturduğumda ise hikâyeme önce dedemle başladım. Hayatta yapılan işlerin unutulup gitmesinden ve dedem için bir şey yapamıyor olmaktan ne kadar üzüntü duyduğumu anlattım. Bu etkiyle, büyükdedemin ardında bıraktığı tüm yazıların dolaplarda tozlanmalarına izin veremezdim. Aklımda olan ilk şey günlüğün yayımlanmasıydı. Sohbetin arasında Işık Hanım’ın gözlerinden ansızın yaşlar boşaldı. Kalktı ve hiçbir şey olmamış gibi gidip mendiliyle gözyaşlarını silip devam etti “İrem acele etme. Önemli olan sonuç değil yoldur.” diye uyardı.
Söylediği şey çok hoşuma gitmişti. İşim gereği sonuca odaklı yaşamayı yaşam tarzı haline getirmiş biriyken ansızın bana başka bir şey söyleniyordu. Yabancı bir şey. Hemen eve gidip günlüğüme not aldım.
“Önemli olan yol…”
—-
(¹) İng. Büyükanne. Orijinal yazımı, Nanny.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Biyoğrafi-Otobiyoğrafi Hatırat
- Kitap AdıBüyük Dedem Dr. Osman Şevki Uludağ
- Sayfa Sayısı192
- Yazarİrem Ela Yıldızeli
- ISBN9789944396813
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviPan Yayıncılık / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tarihe Tanıklığım ~ Aliya İzetbegoviç
Tarihe Tanıklığım
Aliya İzetbegoviç
“Buradakiler hayatımın belirli kesitleri çünkü hayatımın tamamının bazı kısımlarını unuttum, bazı kısımları da bana özeller. Geriye kalanlar ise biyografiden çok tarihi kronoloji mahiyetinde. Hayatımı...
- Yılmaz – Hakkari’den İstanbul’a Bir Şöhret Yolculuğu ~ Muhsin Kızılkaya
Yılmaz – Hakkari’den İstanbul’a Bir Şöhret Yolculuğu
Muhsin Kızılkaya
Muhsin Kızılkaya, bu biyografik romanda en yakın arkadaşı Yılmaz Erdoğan’ın Hakkari’den İstanbul’a yani şöhrete uzanan hikayesini anlatıyor. Onun aşklarını, özlemlerini, hayallerini, hayatındaki önemli kişileri,...
- Şeyh Bedrettin – Bir Sufi Alimin Fıkıhçı Olarak Portresi ~ Ayhan Hira
Şeyh Bedrettin – Bir Sufi Alimin Fıkıhçı Olarak Portresi
Ayhan Hira
Osmanlı tarihinde Şeyh Bedreddin kadar ilgi çeken pek az kişi vardır. Nitekim Osmanlı dönemi kaynakları, Şeyh Bedreddin hakkında müspet ya da menfi mutlaka söz...