İmparatorlukların doğuşu tarih-yazıcılığının çekici, fakat bir o kadar da gizemli ve zor konularından biri olagelmiştir. Bu zorluk, Batı’da önyargılarla dolu bir araştırma alanı olan “Osmanlı İmparatorluğu” söz konusu olunca daha da artmaktadır. Aşağılayıcı, şoven dürtüler tarih çalışmalarını nesnellikten uzaklaştırmakta, “barbar, kanlı, fanatik, cahil” gibi nitelemeler tarih-yazıcılığını daha baştan sakatlamaktadır. Tek yanlı, yüzeysel ve övgücü Türk tarih-yazıcılığı da aynı şekilde sakatlayıcı bir etkiye sahiptir.
Peki, Namık Kemal’in “Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diye özetlediği Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşum süreci nasıl ele alınmalıdır? “Osmanlıları tarihin bütünlüğü içindeki yerine oturtmak” hedefiyle yola çıkan Werner’in Büyük Bir Devletin Doğuşu eseri, olumlu bir örnek oluşturuyor. Yazar, küçümseyiciliğe veya övgücülüğe kapıları kapatan nesnel bir anlayışla, tarihî maddeci yaklaşımla Osmanlı Devleti’nin ve Türk feodalizminin ortayı çıkışı ve gelişimini inceliyor. Werner, siyasi tarihçiliğin çoğu kez içinde kaybolduğu anlamsız saray entrikalarını bir yana bırakarak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sorununa bir “sınıflaşma süreci” ve bu sürecin yarattığı “üretim biçimi” bağlamında yaklaşıyor.
Werner, kitabında sadece Osmanlılarda feodalleşme sürecini ortaya koymakla kalmıyor; bu sürecin yarattığı sömürüye karşı halk direncini ve köylü ayaklanmalarını da anlatıyor. Yazara göre, “Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa isyanı tüm Türkiye tarihinin en önemli olayı”dır.
“Werner’in (günümüzde unutulmuş görünen) bazı gerçekleri bizlere yeniden hatırlatan bu eseri geçmişimize ilgi duyan herkesin kitaplığında yer almayı hak ediyor.”
-Taner Timur-
***
I
GİRİŞ
“Çağımızın büyük olayları … insan toplumunun eskilere uzanan tarihine daha derin ve tüm yönleriyle eğilmeyi olanaklı kılar. Günümüzdeki tarihsel süreçlerin araştırılması tarih bilimini yeni malzeme ve yeni teorik önermelerle zenginleştirir. Bunlar yalnızca çağımız hakkındaki bilgimizi geliştirmekle kalmaz, geçmişi de daha derinlerinden anlamamızı sağlar.”1
Son otuz yılın dünya olaylarının korkunç dinamiği, tarihçilere geçmiş toplumsal formasyonların gözlemlenmesinde son derece yeni ufuklar açtı, öncelikle de coğrafi kapsamını genişletti. Dünya tarih arenasında yeni arzı endam eyleyen halklar, gezegenimizin çehresini biçimlendirmekte pay sahibi konumuna geldiler. Artık uyanmış olan Asya ve giderek uyanan Afrika ve Latin Amerika, Antik ve Orta Çağlarda olduğu gibi, dünya kültürü için yine değerli yapı taşları sağlıyorlar. Kurtulmuş halkları, yalnızca ulusal bir ekonomi ve anti-emperyalist bir devlet yapısını oluşturma görevi değil, aynı zamanda da en azından bunun kadar önemli olan; bugünü geçmişten yola çıkarak kavramaya yardımcı olacak ve ilerici gelenekleri koruyacak ve sürdürecek, bilimsel bir tarih tablosunu hazırlama görevi beklemektedir. Bunun bilincine varmak, Afrika ve Asya halkları için, özellikle kendi tarihleri, eski sömürgeci efendilerinin güçlerince, bir tarafın tarihinin zenginliğini öteki tarafın tarihsizliğiyle karşı karşıya getirilerek yanlış ve çarpıtılmış biçimde sunulageldiği için büyük anlam taşımaktadır. Bir toplum ya da bir devletin geçmişten yoksun olduğu düşünülemez bile. Tarih insanlığın hafızasıdır: Kendisi için pahalı olan ama aynı zamanda da nefret ve tiksintiyle andığı şeyleri korur ve yeniden üretir.2 Bu halkların geçmişinin aydınlatılmasına yardımcı olmak yalnızca genç ulus devletlerle uluslararası dayanışmanın bir gereği değil, aynı zamanda da Marksist-Leninist tarih yazımının en önemli görevlerinden biridir.
İnsanlığın günümüzde kapitalizmden sosyalizme dünya ölçeğinde geçerken aldığı yolun olabildiğince tutarlı ve eksiksiz bir tablosunu hazırlamak gerekir, çünkü bu yolu tanımadan ileri yönde hiçbir hareket mümkün değildir.3
Proletaryanın günümüzdeki devrimci mücadelesinde küçümsenmemesi gereken ve pratik bir önem taşıyan feodalizm araştırmaları da aynı görevle karşı karşıyadır. Bağımlı ülkelerde veya özerkliğini kısa bir süre önce kazanmış olan devletlerde feodalizmin kalıntıları ekonomik olduğu kadar politik yönden de olumsuz bir rol oynarlar. Ekonomik tabanı feodal ilişkilere dayanan bu ülkelerde, emperyalizm, güttüğü genişlemeci politika çerçevesinde en başta reaksiyoncu güçlere dayanır; feodal artıkları korumaya, onları istikrara kavuşturmaya çabalar ve bunu da halkların soyulup soğana çevrilmesini sürdürmek, üretici güçlerin gelişimini engellemek için yapar. “Feodalizmi ve feodal determinizmi saptama çalışmaları bu nedenle insan toplumunun çok gerilerde kalmış gelişim aşamalarını inceleme çabasına indirgenemez. Bu araştırmalar kuramsal açıdan olduğu kadar doğrudan doğruya devrimci açıdan da büyük ve pratik anlam taşıyan güncel bir sorundur.”4 Leipzig’deki Karl Marx Üniversitesi’nin Genel Orta Çağ Kürsüsünde feodalizmin Osmanlı Devleti’nin başlangıç aşamasındaki gelişmesini konu olarak seçmek açısından elverişli koşullar ortaya çıktı, çünkü kolektif araştırma programında Bizans ve Güney Avrupa tarihi yıllardır bir odak oluşturuyordu. Üstelik Türkler toprak sahipliğine dayalı bir feodalizm çıkarmışlardı tarih sahnesine ve bunu Müslüman Doğu ülkelerine aktarmışlardı5 [1 –Y.Ö.]. Osmanlı feodalizmi, “tarih süreci içindeki göreceli eş zamanlılığın” bir örneği olarak ele alınabilir. Bu eş zamanlılık “dünya çapında bir Orta Çağ dönemi”nden6 söz etme olanağını vermektedir ve bu nedenle karşılaştırmalı ve tipleştirici bir araştırma yöntemi bakımından önem taşımaktadır.
“Association Internationale d’Etudes du Sud-Est Europeen”, Güney Avrupa tarihi alanında uluslararası düzeyde çalışmaları örgütlemek ve desteklemek suretiyle düzenlediği konferanslar ve kongrelerle, Türk tarihi alanında daha yoğun biçimde çalışılması gereğine ışık tutmuştur. Bibliyografya ve araştırmalar konusunda kolaylık sağlayan uzman dergilerin bazılarını sıralamakta yarar var: Études balkaniques (Sofya), Rèvue des Études Sud-Est Europèenes (Bükreş), Studia Albanica (Tiran), Balkan Studies (Selanik), Archivum Ottomanicum (Lahey), Turcia (Strazburg). Bu yayınlarda, kusursuzluğu bir yana bırakalım, çok zengin ve dağınık malzemenin kopuntusuz derlenişinden söz etmek olanaksızdır.
Türk belgelerine gelince, F. Babinger 15. yüzyılla ilgili arşiv incelemelerinden feragat edilebileceğine inanıyor ve şöyle diyordu: “Bu konuda şunu vurgulamak gerekir ki, o dönemle ilgili Türk arşiv belgelerinden, bırakın kökünden sarsıcı bilgileri, hiçbir ayrıntı bulup çıkarmamız da mümkün değildir.”7 Oysa Bulgar, Yugoslav, Fransız ve Türk bilginleri bu yargıya katılmanın imkânsız olduğunu gösterdiler. F. Kraelitz von Greifenhorst’un (1921) ve G. Elezoviç’in (1940) elindeki şahadetname ve kanunname çevirileri ve yayınları dışında, bugün N. Beldiceanu ve I. Beldiceanu-Steinherr’in Les Actes des Premiers Sultans… (1960, 1964) adlı yayında verdikleri yeni belgeler, yaptıkları diplomasi analizleri (1967) elimizde bulunuyor. Ayrıca H. İnalcık, V. P. Mutafçieva ve B. A. Cvetkova (1951, 1960) hem Arnavutluk hem de Bulgaristan’daki tımar kayıtlarını yayınladılar. İsa Bey İshakoviç yöresinde 1455’lerde bağışlanan tımarlara ilişkin kadastro defterlerinin koleksiyonu H. Şabanoviç (1964), H. Hacıbegiç, A. Hanziç ve E. Kovaçeviç (1972) tarafından yayınlandı. II. Bayezid (1481-1512) dönemiyle ilgili olup II. Mehmed dönemine kadar gerilere uzanan eski kayıtların da yer aldığı yasaları ise Ö. L. Barkan 1943’te Latin harfleriyle bastırttı. Bütün bu özgün kaynaklardan yalnız tımar sistemine değil aynı zamanda 15. yüzyıldaki etnik, dinsel ve kültürel olaylara ilişkin önemli bilgiler ediniyoruz.
Buna karşılık Türk kronikleri o kadar ayrıntılı değil. “Batılı tarih araştırmacıları yalnız ve yalnız veya tercihen erken-Osmanlı kaynaklarıyla yetinecek olsalardı, Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki iç ilişkileri üzerine az çok isabetli bir yargıya varmamız çok güçleşirdi.”8 Türk kronikleri daha çok övücü nitelikte olup ayrıca sultanın sarayındaki gündelik alışveriş işleriyle ilgilenmektedir. Oruç bin Adil ve Ahmedî, kroniklerinin girişinde, sultanların tarihini yazdıklarını belirtirken bunu, sultanların yaşantısını kutsal kişilerin yaşantılarıyla, mucize öyküleri veya Şehname ile eş tutmak ve bir kahramanlık destanı yaratmak için yaptıklarını söylerler.9 Erken-Osmanlı dönemine ilişkin bir dizi anonim kronik, 16. yüzyılın Latincesine kelimesi kelimesine çevrilerek basılmıştır. İstanbul’da elçilik kâtibi olarak bulunmuş olan Silezyalı soylulardan Philipp Haniwald von Eckersdorf, Murad Bey adlı bir Türk çevirmene, Germiyanlı Mehmed Neşrî’nin ünlü tarih eserinin bir kopyasını çıkartıp çevirisini yaptırmıştı. 1594’te Macaristan’da Amelsbürenli Alman bilgini Johannes Löwenklau, Haniwald’in söz konusu kodeksini kopya edip Veronese Kroniği diye anılan bir kronikle birleştirerek Historiae Musulmanae Turcorum10 adlı ünlü tarih kitabını ortaya çıkarmıştır. P. Wittek, bu birleşik yayını överken şöyle diyor: “Türk gerçeklerinden habersiz olan tarihçiler bu eseri incelemekten büyük haz duyacaklardır, çünkü 14. ve 15. yüzyıla ilişkin eski kroniklerin aktardığı şeylerin özünü içermektedir.”11
1400’de Doğu Anadolu’da doğup II. Murad’ın yanında Rumeli’deki seferlere katılan ve Âşıkpaşazâde diye anılan Derviş Ahmed’in kaleminden çıkmış olan Osmanlı Sarayının Tarihi*, R. F. Kreutel tarafından Almancaya çevrilmiş bulunuyor. Ahmed büyük ölçüde yalnız 1485’e kadar olan dönemi betimlemiştir ve bunları elindeki verilere rağmen çok sayıda olguyla zenginleştirmemiş olsa bile,12 bize yine de başka yerlerde bulamayacağımız ilginç ayrıntıları aktarmaktadır. Âşıkpaşazâde, hızlı feodalleşmeye destek veren merkezî-devletçi önlemlere karşı çıkan dinci çevrelerden manevi görüntüler çiziyor. Dikkatle incelendiğinde, eski Osmanlı kronikçiliğinin anlatım gücü sanıldığından çok daha yüksek. Gerçi yaptığı tarihlendirmeler pek güven verici değil, anlatım yer yer alacalı bulacalı ve yenilgileri zaferlere dönüştürüyor. Bu anlatım biçimi beylerin önünde iki büklüm eğilip dalkavukluk ediyor, huzursuzluk ve hoşnutsuzlukları görmezlikten geliyor, ama yine de egemenleri üstü kapalı eleştirmekten de çekinmiyor, örneğin I. Bayezid’in iç politikası karşısında susmuyor. Yine aynı paralelde, dikkat edersek, boylar içindeki eski demokrasi ile feodal örgütlenme arasında, uzlaşmacı dervişlik ile Ortodoks ulema arasında beliren karşıtlık ve çelişkilere ilişkin ipuçları elde ediyoruz. Bunları başka kaynaklardan edinilen bilgilerle tamamlayıp zenginleştirmek mümkün.
A. S. Tveritinova tarafından (1961) Leningrad’daki bir belgeye dayanarak faksimile yöntemiyle yayınlanan Saraybosnalı Koca Hüseyin’in (17. yüzyıl) Bedayi-ül-Vekayi’si gözlemlerimizi daha da zenginleştiriyor. Hüseyin’in sunduğu bilgiler arasında, I. Bayezid’in oğulları arasında 1402’den sonra patlak veren taht kavgası, II. Mehmed zamanındaki yeniçeri isyanları, boy savaşçılarının Orhan döneminde Türk ordusuna çağrılmasına ilişkin haberler yer alıyor.
Osmanlı kronikçiliğinin dikenli çalıları içinde Franz Babinger’in onsuz edilemeyen standart eseri güvenilir bir kılavuz rolünü oynuyor: Osmanlıların Tarih Yazıcıları ve Eserleri (1927). Yazarın ellinci doktora jübilesinde bu eser, Bavyera Bilimler Akademisi Başkanı tarafından haklı olarak her tarihçinin okuması gereken bir eser olarak değerlendirilmişti.13
Osmanlı tarihi incelemeleri alanında ivedi bir ihtiyaç olarak bu kitabın genişletilip düzeltilmiş bir yeniden baskısını gerçekleştirmek, bu yorulmak bilmez bilgine ne yazık ki nasip olamadı.
Osmanlı tarihinin açıklanması açısından Bizans kaynakları da vazgeçilmez bir hazinedir. “Türklerin çalışmalarının … Bizans tarihi uzmanlarınca sağlanan dayanaklara ihtiyacı vardır.”14 Bu alanda da birinci sınıf bir el kitabına sahip olmakla talihli sayılırız: Byzantino turcica. Gyula Moravçık’ın, ilk baskısından (1942) bu yana uluslararası uzmanlarca hayranlık ve takdir kazanan bu eserinin ikinci baskısını (1958) Berlin’de Akademie Verlag yaptı.15 Bizanslı tarih yazıcılarının Türk halklarına ilişkin aktarımlarını bize titizlikle ulaştıran ve bu bilgilerin tarihsel niteliğini eleştirilerle değerlendiren bu önemli eser bizim monografimiz açısından özellikle yararlı oldu. Bizanslı güvenilir kişilerin, siyasal ve dinsel çıkarların ön planda rol oynamasına rağmen, Türklerde ve Osmanlılardaki egemen sosyal-ekonomik ilişkiler konusunda ne kadar zengin malzeme topladıkları, araştırmaların gidişi yönünde ortaya çıkacaktır.
Avrupalıların gezi ve yaşantı notları değerli birer kaynak oluşturuyor. “Osmanlı İmparatorluğu’nun dev boyutlu tarih sürecini, Doğulu olmayan kaynakların yorucu ama titiz incelemesini yapmaksızın bilimsel temellere dayandırmak olanaksızdır.”16 Fransız soylusu Bertrandon de la Broqière’in (1432-1437), İspanyol Pero Tafur’un (1435-1439) veya Alman Georg von Ungarn’ın (1478) ilişkilerini tarihçiler çoktandır dikkate alıyorlar. Ancak Gian Maria Angiolello’nun (1451-1525) Historia Turchesca’sı o kadar göze çarpmamıştı. Romanyalı I. Ursu’nun 1910’da Donado da Lezze gibi yanlış bir isim altında yayınladığı bu kitap aslında bir otopsi sayılır. Historia Turchesca’da II. Murad ile II. Mehmed arasındaki gergin ilişkilerle yaya, müsellem, yeniçeri, sipahi ile bunların yanlarındaki yardımcı, Hristiyan birlikleri konusunda önemli bilgiler yer alıyor. İlkin F. Babinger’in 1956’da yayınladığı Cenovalı Iacopo de Promontorio de Campis’in notları, 15. yüzyılın ikinci yarısı açısından hiç küçümsenemeyecek anlatımları içeriyor. Söz konusu toptancı tüccar ve patrici, II. Murad ve II. Mehmed’in sarayında 25 yıl yaşamış ve mali konularda onların danışmanlığını yapmıştı.17
Sırp asıllı olduğu sanılan yeniçeri Ostroviçalı Konstantin’in Anılar’ı başlı başına bir güzellik taşıyor. Renate Lachmann’ın araştırmalarına bakılırsa, bir redaktör bunları çeşitli kaynaklardan derleyerek düzenlemiştir ve eser, yeniçeri kaçağının yazılı ve sözlü anılarından meydana gelmektedir. Söz konusu yeniçeri, daha on sekiz yaşında bir delikanlıyken yardımcı Sırp bölüğüyle birlikte Konstantinapol’ün fethine katılmış, 1455’te Novo Brdo’da iki kardeşiyle birlikte yeniden Türklerin eline düşüp Anadolu’ya sürgün edildikten sonra yeniçeri olmuştu. 1456-1463 yılları arasında II. Mehmed’in çeşitli seferlerine katılmış, sonunda Macarlara esir düşüp yeniden Hristiyanlığa dönmüştü. Osmanlılardan nefret ediyor ve bunu da saklamıyordu. Fatih Sultan Mehmed dönemindeki savaş düzenine, tasavvuf dervişlerinin dans ayinlerine ilişkin açıklamaları ünlü Sultan’ın imparatorluğunda yaşam ve âdetler konusunda ilginç gözlemlerle doludur.18
Köleleştirilmiş gruplara karşı takınılan tavır ve II. Mehmed’in iç düşmanlarına karşı aldığı terör önlemleri konusunda Nürnbergli Alman top dökümcüsü Jörg’den kimi bilgiler de ediniyoruz. Bu Alman 1456’da Bosna Hersek’te İstepan Vukçiç (1404-1466) yanında top döküm ustası olarak çalışırken, 1460’ta Türklere esir düşmüş, ama çalışmasına izin verilmişti. 1470’te Sultan onu gezgin bir casus olarak İskenderiye’ye yollamış, ama bir Fransisken papazının yardımıyla İtalya’ya kaçıp Papa IV. Sixtus’un hizmetine girmişti.19
Zamanın Slav kronikçileri arasında filozof Konstantin ön planda gelir. 1431’de yazdığı Sırbistan despotlarından Lazareviç’in yaşam öyküsünde, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonraki gelişmeleri hikâye eder ve Musa Çelebi’nin Balkanlar’daki üstünlüğü konusunda önemli veriler sunar.20 Ragusalı ve Venedikli elçiliklerin ve iş adamlarının raporlarında da Osmanlı Devleti’nin iç ve dış ilişkiler tarihine ışık tutan bol ve değerli bilgiler yer almaktadır. Bu raporların bir dökümüne, N. Iorga’nın “Notes et extraits” adlı yayınında, F. Thiriet’nin üç ciltlik Régestes ve iki ciltlik Délibérations’larında rastlıyoruz. Ragusa ile Macaristan arasında Macar tahtının Türk tehlikesi karşısındaki plan ve niyetlerine ışık tutan diplomatik yazışmalar çok sayıda mektup ve belgelere yansıyor. Thalloczy ve Gelcich bunları 1887’de Diplomatarium başlığı altında yayınladılar.
Papalığın Ortadoğu siyasetini, G. Mollat’nın Vatikan kayıtlarından derlediği Gizli Kilise Mektupları’ndan, ayrıca Avignonlu papaların A. L. Tautu tarafından sağlanan dosyalarından ve sayısız özel incelemelerden öğrenmek mümkündür. Nedir ki benim amacım, tarihin dış yüzündeki gelişmeleri, dolayısıyla 14. ve 15. yüzyılın uluslararası ilişkilerini sergilemek değildir. Tam tersine, ben Osmanlı toplumundaki iç gelişmelere, sınıfsal bölünme ve devletin kuruluş sürecine ağırlıklı olarak yönelmek istiyorum. Bu süreci hızlandırıcı ya da köstekleyici dış faktörlere ancak Türk feodalizminin doğuşunu etkiledikleri veya özgül bir niteliğe büründükleri sürece yer vereceğiz. Buna karşılık Selçukluların tarihi konusunda ulaşabildiğimiz ve dil açısından içine girebildiğimiz kaynaklara hiçbir ayırım yapmadan eğildik, çünkü Osmanlı toplum yapısının ve devlet örgütlenişinin aldığı değişik biçimleri ancak Selçuklu mirasından hareketle anlamak mümkündür.
İbn Bîbî’nin Selçuklu Tarihi ilk planda yer alıyor. Yazarın 1281 ilkbaharında kapadığı bu eser, Anadolu’daki iç ve dış olaylara ilişkin önemli veriler aktarıyor. Biz bu esere, H. W. Duda’nın kusursuz çevirisiyle ulaştık.
Tasavvuf dervişlerinin ahirete dönük yaşantısı Anadolu’daki düşünsel ve dinsel yaşantı açısından zengin birer veri oluşturmaktadır. Eflâkî’nin 1318-1353 arasında Farsça dile getirdiği bu betimlemeleri C. Huart 1918-1922 yıllarında Fransızcaya aktardı. Sultanların Moğol istilası sırasındaki durumları ve Türk beyliklerinin sivrilişiyle ilgili bilgileri, 1323’te bir Selçuklu Tarihi (Müsâmeretü’l-Ahbâr) yazan İranlı Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî’den* ediniyoruz. Rum Sultanlığı’nın 1282-1323 dönemindeki yerel halkla ilgili bilgileri bu biricik kaynakta görüyoruz. Ayrıca parçalanmakta olan bir devletin yönetimine ilişkin verilere, sosyal-ekonomik bunalımın güçlü bir anlatımına burada tanık oluyoruz. Eser, F. Işıltan tarafından 1943’te Almancaya çevrildi.
Avrupalı gezginlerin notlarına paralel olarak, 1330’dan sonra Küçük Asya’da adım adım dolaşarak öncelikle Ahilerin yaşantısını sergileyen Arap tüccar İbn Battuta’nın betimlemeleri önemli yer tutuyor. Ahiler Anadolu kentlerinde üstün bir rol oynamışlar, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkili olmuşlardı. Bu açıklamaların Fransızca çevirisinden yararlandık. Bizans İmparatoru Kantakuzenos’un müttefiki olarak Bizans’taki taht kargaşasına karışmış bulunan İzmir Türk beylerinden Umur Paşa’nın İcraat’ı da önemli kaynaklardan biridir. Kitabın Türk olan yazarı Enverî, eserini 1465 yılıyla kapamaktadır. Çağının verilerine dayanarak sunduğu bilgiler, 14. yüzyılın otuzlu yıllarında gücünün doruğuna erişen bir sınır boyu emirliğinin iç dünyasını anlatmaktadır. “Böylece başka yerlerde aynı dönemde neler olup bittiğini kavramamıza yardımcı oluyor. O bakımdan bu yazılar emsalsiz bir kaynak sayılır.”21 Türkçe metin I. Melikoff-Sayar tarafından Fransızca çevirisiyle birlikte yayınlanmıştır.
H. H. Giesecke bize I. Murad ve I. Bayezid’in Anadolu siyasetine ilişkin bir metni sağladı. “İşret ve Mücadele” adını taşıyan metni, Estarabadî, Sivas’ta konağında yaşadığı dostu Ahmed’in yanında 1396 veya 1398 tarihlerinde kaleme almıştır. Gerçekçilik tutkusu ve alçak gönüllü bir değerlendirme yeteneği metinde hemen göze çarpar.
Baba İshak Ayaklanmaları ve Moğol egemenliği dönemi konusunda Fransisken papazı St. Quentinli Simon’un gözlemleri küçümsenemeyecek önem taşıyor. Vincent de Beauvais bunları kendi Speculum historiale’sine almıştır.22
Yakın yıllarda N. Beldiceanu ve I. Beldiceanu-Steinherr Türk arşivlerinde Selçuklu ilişkilerini aydınlatan ve anlatıcı kaynaklardaki eksiklikleri tamamlayıp kontrol etmeye yarayan Osmanlı vergi defterleri bulmuşlardır. Bunları incelerken başka yazılı kaynaklara da rastlıyoruz.
Hiç de küçümsenemeyecek çaptaki ikincil kaynakların tam olarak sağlanıp çalışılması kitabımızın bu baskısında da mümkün olmadı. En önemli çalışmaların da ne ölçüde kullanılabildiklerine uzmanlar karar verecektir. Uluslararası bibliyografyaya bakacak olursak yayınların yalnızca adlarını bile derlemek korkunç zor ve kişinin tek başına altından kalkamayacağı bir iş.23
Sovyetlerin Osmanistik ve Türkoloji araştırmaları, V. A. Gordlevski ve V. V. Bartold’un standart eserleri üzerine oturtulabildi. Erken yaşlarda ölen Moskovalı kadın tarihçi A. S. Tveritinova, eski kronikleri yayınlamak, sultan fermanlarını ve tarım tarihine ilişkin kaynakları çevirip yorumlamakla önemli hizmetlerde bulundu. Leningradlı Osmanist A. D. Noviçev, kendisiyle çağdaş olan dönemi ilk üç bölümünde anlattığı kitabında, Türk tarihinin öğrenci ve öğretim üyelerine yönelik toplu bir sergilemesini yapmaktadır. Bunları kitabımızın ilgili yerlerinde değerlendiriyoruz.24 Sözü geçen iki yazar da, ayrıca 15. yüzyılın ilk otuz yılında patlak veren feodal-karşıtı halk ayaklanmalarını araştırdılar, Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa hareketlerine ilişkin kaynak analizleri yaptılar. Selçukluların erken ve geç dönemleriyle Alizade ve R. A. Guzeynov uğraştılar. Bunun yanında S. G. Agadzanov Ortadoğu Oğuz ve Türkmenlerinin tarihine yeni katkılar getirdi. Leningradlı büyük oryantalist İ. P. Petruşevski Azerbaycan’daki Koyunlular ile İran’daki İslam devleti konusunda bilgilerimizi geliştirdi. D. A. Eremeev ise Yörüklerin gelişiyle ilişkili etnografik çalışmaları yönetiyor.
Balkanlar’daki Türk egemenliği döneminin tarım ve kent tarihine ilişkin önemli sonuçları, Bulgarların Osmanistik çalışmalarından edinmek mümkündür. B. A. Cvetkova, V. P. Mutafçieva ve N. Todorov’un öncü çalışmalar yaptıklarını söylemeliyiz. Ayrıca kendilerini Sofya Ulusal Kütüphanesindeki Türk arşiv malzemesinin çeviri ve yayınına adadılar. Bu üç bilginin kaleminden çıkan esaslı monografiler ve bağımsız çalışmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik tarihiyle ilgili uluslararası tartışmalara zenginlik katarak daha üstün bir düzey sağladılar.25
Aynı şeyleri özellikle Saraybosna’da 1950’de kurulan Doğu Araştırmaları Enstitüsü çevresinde toplanmış Yugoslav araştırmacılar için de söyleyebiliriz. Türk belgelerini geniş çapta tanıyan B. Curcev, H. Şabanoviç, N. Filipoviç, H. Hacıbegiç, A. Suçeska ve M. Vasiç geçen 30 yıl içinde çok üstün çalışmalar yaptılar. Vardıkları sonuçlar bizim konumuz açısından köklü bir önem taşıyor. Bu yazarlar dikkatlerini ön planda doğal olarak Balkan sorunlarına yönelttiler. Çalışmalarının odak noktası Bosna bölgesindeki tımar ve köylü vergileri sistemiydi. Ayrıca maden ocakları, ticaret ve kent sorunlarıyla ilgili katkıları da oluyor.26 Dubrovnik’in Osmanlılarla ilişkilerine doyurucu bir bakış getiren Belgradlı tarihçi I. Boziç’in çalışması anılmaya özellikle değer. Bu çalışma Eagusa belgelerini yakından tanıyan B. Krekiç’in araştırmasıyla tamlığa kavuşuyor. 1402 yılını izleyen Fetret Devri, N. Filipoviç’in geniş bilgilerle dolu eseriyle yepyeni bir aydınlığa kavuşmaktadır. Burada yalnız Musa Çelebi’nin ve Bedreddin’in ziyaretleri konu edilmiyor, aynı zamanda erken-Osmanlı Devleti’nin sosyal tarihi derinlere inilerek, sınıflı karakteri ve oluşumundaki itici gücü oluşturan sınıf mücadelesi gün ışığına çıkarılıyor.
Romenlerdeki Osmanlı araştırmaları, büyük Bizans tarihçisi N. Yorga’nın çalışmalarına dayanarak, onun eserini tarihsel materyalizm temelinde sürdürüyor.27 Önde gelen araştırmalar arasında M. M. Alex-acdrescu-Dersca Bulgaru, M. Guboğlu ve M. A. Mehmet göze çarpıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dizi iç-tarihsel sorununa ilişkin görüşleri, temel konularda bağdaşmazlıklara kadar uzandığı için bizim görüşlerimizle her zaman örtüşmüyor.28
Zengin bir geleneğe dayanan Macar Türkolojisi J. Nemet, L. Fekete, F. von Laszlo, Kaldy-Nagy gibi seçkin bilginlerin çizgisinde yürürken, genel olarak 16. ve 17. yüzyıl kaynaklarını yayınlayıp çözümlüyor. O bakımdan ilgilendiği dönem bizimkiyle çakışmamaktadır. Ama Kral Sigismund ve Hunyadi zamanının Macaristan tarihiyle ilgili araştırmaları dikkate aldık.
Arnavutluk Orta Çağ araştırmaları, İskender Bey ve onun zamanına ilişkin çalışmalarla bizim açımızdan önem taşıyor, ancak bunlarda halk kahramanlarının idealleştirilmiş ve dönemin zaman dilimiyle çakışmayan karşılaştırmalar yapılmış olmasını hesaba katmalıyız. A. Buda, K. Biçoku ve S. Pulaka’nın dikkate değer çalışmalarına teşekkür borçluyuz.
Yunanlıların Osmanlı tarihçiliğine katkılarına ancak 1960 yıllarında yayın organı Balkan Studies’te rastlamak mümkün. Özellikle A. E. Vakalopoulos’un History of Macedonia (1973) adlı kitabında yaptığı gibi yer yer ulusal abartma ve zorlamalar düzeltilmeye ihtiyaç gösteriyor, ama eserin bilimsel değerini pek zayıflatıyor sayılmaz, o bakımdan bizim için yararlı oldu. B. D. Papoulias için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.
Nedir ki Türk tarih yazımı, milliyetçi sivrilikler ve yanıltıcı betimlemelerin sakatlayıcı etkisinden zarar görüyor. F. Babinger, yantutuculuk, yüzeysellik, dalkavukluk yanında ekonomik ve sosyal tarih bilgisinin eksikliğiyle suçluyor. Üstelik, “Başka araştırmacıların görüşlerini saygıyla karşılamak ve dürüst tavırla ortaya çıkmak”29 becerisinin noksanlığından söz ediyor.
Sovyet Türkologlarının vardıkları yargılar da pek farklı değil. A. S. Tveritinova, 1953 tarihli bir makalesine şu başlığı koyuyordu: “Türk Tarih Yazımında Orta Çağ Tarihine İlişkin Yanıltmacalar”.30 A. P. Novoselcev modern Türk tarihçilerinin çoğunu Pantürkist ve Panislamist olmakla, ayrıca reaksiyoner uydurmalara kanmakla suçluyor. Ama yine de birçok konuda ulaşılması zor da olsa ilginç belgeler sundular.31 Milliyetçiliğin modern Türk tarih yazımının değişmez niteliği olduğu, şovenizmin ve Pantürkizmin Kemalist Türkiye’de kökünün tamamıyla kazınamadığı geniş ölçüde doğrudur. Resmî tarih yazımı tarihin ilk dönemlerine ilişkin uydurmacılıklara itibar etmekte, Proto-Hititlere Proto-Türk damgasını yakıştırmakta, Küçük Asya’nın 12. ve 13. yüzyıldaki hızlı Türkleşmesini böylece ilk-yerli halk kuramına dayanarak açıklamaya çalışmaktadır.32 Bereket ki son 15 yıldır bu eğilimler yavaşladı. Selçuklu ve erken-Osmanlı tarihine ilişkin önemli elyazmaları yayınlandı ve çoğu yeni Türkçeye çevrildi. Bu belgeler, dikkatleri Osmanlıların sosyal yapısına çektiği gibi, dinci akımlara da yeni ışıklar çaktı.
Anti-komünistliği iliğine işlemiş olan milliyetçi M. F. Köprülü bile bir dizi makalesiyle, Anadolu dervişlerini tanıma, tasavvuf mistiğini ve Osmanlı beyliklerinin doğumunu açıklama yolunda çok önemli katkılarda bulundu. Vakıfların niteliğini açıklayan geniş çaplı bir incelemede 1942’de sosyolojik kategorilerden bile yararlanıyordu. Vakıflar gibi kurumların özünü anlamamıza yarayan sosyal ortamı gözardı ederek, vakıfları salt hukuksal biçimlere bağlamaya çalışan bilginleri eleştiriyordu.33 Ama bu, Köprülü’nün tarihin dinamik momenti olarak sınıf mücadelesini gördüğü anlamına gelmez, çünkü toplumun sınıflı yapısını daha baştan reddetmektedir. Ne olursa olsun, Osmanlı araştırmalarını Doğu ve Türk elyazmaları alanındaki derin bilgisiyle zenginleştirmekten geri kalmadı. Onun eserini gözardı ederek Türk tarihinin bir yorumuna girişmek olanaksızdır. Bulgar tarihçi V. A. Mutafçieva, tımar sisteminin Bizans-Slav kökenli değil, Türk-Selçuklu kökenli olduğu yolundaki Köprülü tezini kabul etmektedir ki buna biz de katılıyoruz. Araştırmalarımız sırasında kendisinin görüşlerini daha yakından incelemek fırsatını bulacağız.
Ö. L. Barkan, H. İnalcık ve M. Akdağ son zamanlarda Osmanlıların sosyal ve ekonomik tarihine önemli katkılarda bulundular. Ama bu yazarlar da Türklerin Balkanlar’a girişinin Slavlar ve Yunanlılar açısından bir lütuf olduğu düşüncesinden kendilerini kurtaramıyorlar. Ve yine aynı şekilde, yenenler ile yenilenler arasındaki çatışmaları, birer sınıf veya kurtuluş savaşı değil, egemen halka karşı verilen bir muhalefet mücadelesi olarak görmekteler [2 –Y.Ö.]. O egemen halk ki, iktidara sanki kolektif olarak katılmakta ve kendi içinde egemenler ve sömürülenler gibi sınıflara parçalanmış bulunmamaktadır. Adı geçen yazarların hizmetleri, her şeyden önce Osmanlı istilasının ilk dönemlerini bir toprağa el koyma eylemi olarak görmelerinde ve P. Wittek’in tek yanlı tezine karşı çıkmalarında odaklanıyor. Çünkü Wittek, bu istilayı salt gazilik olgusuna dayandırmaktadır. 15. yüzyılın defterlerinin titiz bir analizini yapan yazarlar sipahi sistemini daha kolay gözlemlenebilir duruma getirdiler.
Türk tarih yazımının eski ustası İ. H. Uzunçarşılı bu konuda daha tutucu davranıyor. Kendisine göre tarih her şeyden önce siyasetin tarihidir ve Osmanlıların devletleşme sürecinde Türk olmayan öğelerin tüm etkisini fiilen yadsır.
Ona kalırsa Osmanlı İmparatorluğu, Balkan halkları için kendi efendilerinden, onların vahşet ve keyfî yönetiminden kurtuluş, böylece düzene, güvenlik ve huzura kavuşmak anlamına gelmektedir.34
M. Akdağ ve O. Turan, Marmara havzasında ekonomik bir birliğin oluşmuş bulunduğu varsayımı ardında koşuyor ve Selçuklu egemenliğini aşırı ölçüde idealleştiriyorlar ki bu eğilime, daha hafif biçimde bile olsa, Cl. Cahen ve T. T. Rice’da da rastlıyoruz. Akdağ ve Turan, Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sunun Türk karakterinin altını gerçi doğru olarak çiziyor, ama Oğuzların geçmişinden kalan canlı izleri örtüyorlar. Oysa G. Öney bu geçmişin sanata bile yansıdığını gösteriyor.
F. Sümer özel bir monografisini Oğuzların antik dönemine adıyor ve 16. yüzyıla ait istatistiksel malzemelerden yola çıkarak 24 boyun Küçük Asya’ya yayılma ve yerleşme sürecini izlemeye çalışıyor, bu amaçla toponomi ile antropolojiyi bağdaştırıyor.35 Yararlandığı arşiv malzemesi ilgi uyandırdığı halde kullandığı yöntem o dönemin bilgileriyle karşılaştırıldığında sakatlanıyor, çünkü tarihsel verilerdeki rakamlarla sık sık çelişiyor.36 Oysa yeni malzemeleri kullanırken daha titizlikle davranmak yerinde olurdu.
Bizim sorunsallarımız açısından M. A. Köymen’in Büyük Selçuklu tarihiyle ilgili kitabı bir kaynakça oluşturmuyor, çünkü orada ağırlıklı olarak siyasal olaylarla yetiniliyor ve şu tez ön plana getiriliyor: Müslüman Doğu’da en büyük devletleri kuranlar Türk boylarıydılar ve onların fethettikleri tüm bölgelerin ilk yerel ahalisi olduklarını kabul etmek gerek [3 –Y.Ö.]. Uzmanlık düzeyindeki Türkçe literatürü sağlamakta eskiden olduğu gibi bugün de hatırı sayılır zorluklarla karşılaştık. O nedenle bu üçüncü baskıda da ne yazık ki kapatamadığımız boşluklar kaldı.
Buna karşılık Batı Avrupa kökenli yayınları bulmak daha kolay oldu. Özellikle Paris’teki Ecole pratique des Hautes Etudes’te VI. Bölümü, sağladığı belgeler (Documents et recherches sur l’economie des pays byzantins, islamiques et slaves et leurs relations commerciales au Moyen Age) nedeniyle selamlıyoruz. F. Thiriet, I. Melikoff-Sayar, N. Beldiceanu ve I. Beldiceanu-Steinherr’in isimlerinden önce söz ettik. Ayrıca erken-Osmanlı diplomasisine ilişkin eleştirel çalışmaları Bayan Beldiceanu’ya borçluyuz. Bu çalışmalarla sahteyi doğrudan açıkça ayırabilecek duruma geldik.
Yukarıda belirttiğimiz “documents”lerin derleyici ve yayıncısı olan P. Lemerle, Aydın Beyliği üzerine klasik sayılabilecek örnek bir kitap yayınladı.37
Çoğu kez çelişkili olduğu kronikleri ve yıllıklarına rağmen Cl. Cahen’in yayınladığı zengin kaynaklara dayalı makaleler, Selçuklu dönemi için birer kılavuz değeri taşıyor. Anadolu’nun 1.-13. yüzyıllar arasındaki ekonomik ve sosyal tarihinin temel taşını koyup V. A. Gordlevksi’nin eski yayınlarını tamamlayarak düzeltmiş olmak onuru ona aittir. Araştırmalarının 1071-1330 dönemine ilişkin sonuçlarını büyük bir sentez hâlinde İngilizce yayınladı (1968). Bu sentez kendisinin bir yorumlama ustası olduğunu kanıtlıyor.
F. Babinger’in yazdığı tüm eserler ve öğrencisi H. J. Kissling’in sürdürdüğü olumlu araştırmaları kitabımızda bol bol değerlendirdik. Bu çalışmalar, Almanya’da, Osmanlı araştırmaları açısından 1933’ten önceki zengin burjuva tarihçiliğinin geleneğini sürdürdüler, özellikle 19. yüzyılda erken-Osmanlı tarihine köklü katkılar getirdiler. Bu alanda G. Jacob gibi bir bilginin adını ve onun Türk kütüphanesinde gerçekleştirdiği çalışmaları ve monografileri anmak yeterlidir sanıyorum.
P. Wittek, Rum Sultanlığı’nın tarihine kalıcı katkılarda bulundu ve Bayan Beldiceanu gibi kendini erken-Osmanlı diplomasisine adadı.
P. Vryonis Jr. ise Selçukluların gelişinden başlayarak Osmanlı egemenliği sırasında Küçük Asya Grekliğinin tarihini yazarken Türk istilasının yerel halk üzerindeki yıkıcı etkilerini ön plana çıkarıyordu. Bu yazarın görüşlerini tamamıyla paylaşmasak bile,38 Cahen’in çizdiği aşırı olumlu havayı dengeleyen yeni düşüncelere ulaşmaya olanak sağlıyor.
Özetle diyebiliriz ki, uluslararası Osmanlı araştırmacılarına yalnızca elyazmalarını yayınlamak görevi düşmüyor, aynı zamanda mevcut basılı malzemeyi yeniden yorumlamak, Osmanlıların ve devlet yapısının sınıflı karakterini ışığa kavuşturmak gerekiyor.
Şimdiye kadar elde edilen bilgilerin bir ara bilançosunu yapma gereği de bununla ilgilidir. Çünkü açıkta kalan ve tartışılması gereken sorunların dökümünü yapmak, genel tarih çalışmalarına yararlı karşılaştırma malzemesini hazırlamak böyle bir bilançoyla mümkün olabilir.39
A. W. Gulyga’ya göre tarih biliminin konusu, toplumsal gelişmenin yasalarını bu gelişmeyi yansıtan somut biçimler doğrultusunda açıklamaktır. Bu bilim, tarihsel gerçekliği, zorunlu olan ile rastlantısal olanın birliği hâlinde yansıtmalı ve insanlığın arkasında bıraktığı yolu tüm karmaşıklık ve dolambaçlığı içinde ortaya çıkarmalıdır.40
Burada hiçbir şekilde, bilinen genel yasaları resimlendirmek değil, her olguyu onun özgül gerçekleşme biçimleriyle sergilemek söz konusudur. Tarihsel olgu, ancak “oluşma teorisi açısından çözümlenip gelişme süreci veya oluşum sırası içindeki yeri saptandıktan sonra” bilimsel bir niteliğe kavuşur. Tarihsel olgunun bu şekilde ortaya çıkarılan konumu, elbette ki tarihsel gerçeklerde yatan ve sınıfsallık denen karaktere bağlı olacaktır. Sorunsal konusu sürecin hangi sınıfsal çıkarlar yönünde ve hangi sınıfların “sırtından” geliştiğini meydana çıkarmak, sürecin özündeki nesnel gerçekliğin bilgisini edinmek, olgusal bilimsel bilgi düzeyine yükseltmek demektir.41
Bunun için elimizde olan kaynaklar geçmişin nesnel tanıkları sayılan belgelerdir, çünkü bunların niteliğini, belge yazarının ideolojisini de oluşturan somut tarihsel ilişkiler belirtiyor.42
Kaynaklar, bireylerin davranış veya eylemlerindeki nesnel olanakları görebilmemizi sağlıyor. G. J. Gleserman’a bakarsak, insanlar kendi davranma olanaklarını [veya alternatiflerini] kendi değerlendirmelerine göre yaratmıyorlar. Bu olanakları nesnel koşullar, toplumun gelişmişlik düzeyi vb. belirliyor. Ama bu tür olanakların gerçekleşmesi başta insanın aktifliğine, faaliyetine, irade ve enerjisine bağlıdır. Tarihsel süreç içinde insanın kişiliğine bu yüzden önemli roller düşer.43 Bu kuramsal düşünceleri [4 –Y.Ö.] birtakım sultanların ve onların karşıtlarının çeşitli siyasal faaliyetlerine bakarak somutlaştırma fırsatını bulabileceğiz.
Bunun dışında şunları da eklemek gerek: Tarih bilgisi geriye bakışlıdır, yani şimdiki koşullardan geçmiş koşullara, sonuçtan nedene doğru yönelir. O nedenle tarihçinin mantıksal çıkarsamaları, yalnız kendisine ulaşan malzemeye değil, aynı zamanda onun bu malzemeye bakış perspektifine [yönüne] de bağlıdır. Dünyamızdaki tarihsel perspektiflerin geçirdiği değişimler, önceleri benimsemiş olduğumuz eski tarih anlayışlarının yeniden gözden geçirilmesi sonucunu doğurmaktadır. Ya da şöyle diyelim: Tarihin herhangi bir sürecinden çıkarılıp elde edilen bilginin sınırı yoktur, dolayısıyla bu bilginin her düzeyi görecelidir, mutlak ve belirleyici kesinlikte değildir.44 İşte bu iki faktör, yani tarihsel bilginin bakışçı perspektifselliği, yani bakış perspektifine bağımlı oluşu ve bilgilenme olanaklarının göreceliği, bizim tarih anlayışımızı da belirliyor. Ancak bu arada, perspektifsel bakışı dönemin toplumsal koşullarının salt yansıması olarak da düşünmemeliyiz. Tarih anlayışının yeniden gözden geçirilmesi, yalnız güncel siyasal gereklere dayanarak yapılamaz, bu aynı zamanda bilimsel disiplindeki gelişmeler bağlamında bu gelişmelerden koparılmaması gereken bir doğrultuda yapılmalıdır. Kısacası bu işin kendi özgül mantığı, özgül bir sürekliliği ve yasallığı vardır.45 Başka bir deyişle, bilimsel disiplinin gelişme durumu ve doğrultusu her seferinde dikkate alınmalıdır.
Son hedef olarak ulaşılmak istenen durum, olgusal malzemenin genelleştirilmesidir, ama çoğu kez yapıldığı gibi bu ruhsuz bir empirizmle sonuçlanan basit bir sistematikleştirme olmamalıdır. Diyalektik mantığın gerektirdiği üzere olgular arasındaki bağlamı evrensel yönleriyle tanımanın ve konuyu böylece aktarmanın, sadece bizim seçtiğimiz konular dokusu açısından erişilmez bir şey olduğu söylenemez, “… ama evrensel yönlülük beklentisi bizi yanlışlardan ve katılıklara düşmekten koruyacaktır.”46
Tikel toplumsal formasyonların devletleşmesi, askerî demokrasiye geçiş ve ardından sınıfsal bölünme, bütün bunlar hep Marksist Orta Çağ tarihinin temel sorunları içinde yer alıyor.47 Bu sorunlar Doğu Almanya’da son yıllarda dünya tarihi çapında araştırılmakta ve bir çözüm yolunda yaklaşımlar denenmektedir.48 Buradaki yorumlarımız da ister istemez bu araştırmalar doğrultusunda yer alıyor, o bakımdan ilgili sorunların ileride tartışılmasına katkıda bulunuyor.49
1 Ivanow, G. M., s. 635.
2 Gulyga, A. W., Aynı konuda, s. 1289.
3 A.g.e., s. 1296.
4 Politische Ökonomie. Vorkapitalistische Produktionsweisen. Allgemeine Gesetzmässigkeiten der Entwicklung des Kapitalismus, C. 1, Berlin 1976 (Parteihochschule beim ZK der KPdSU-Lehrstuhl Politische Ökonomie) s. 128.
5 Marx, K.-Engels, F., Werke, C. 20, Berlin 1962, s. 164 “Bay Eugen Dühring’in Bilimde Devrimi.”
6 Werner, E., Methoden und Möglichkeiten komparativer Mediävistik. ZfG. XXI, 1973, s. 542-647.
7 Babinger, F., Briefschaften, s. VII. Keza Fekete, L., “Über Archivalien und Archvwesen in der Türkei.” Acta Orientalia III, Budapeşte 1953, s. 179-205.
8 Babinger, F., Die Aufzeichnungen…, s. 5; A.g.e., Aufsätze und Abhandlungen I, s. 126.
9 Ménage, V. L., s. 178: Oruç eserini II. Bayezid zamanında yazdı. Karşılaştır: Beldiceanu-Steinherr, I. Un legs pieux du chroniqueur Uruj (Uruç/Uruğ). BOAS XXXIII, 1970, s. 360.
10 Kissling, H. J., Deutsche Schicksale in der Türkei im 15., 16. und 17. Jahrhun dert. Leipziger Vierteljahrschr, für südost-Europa 4, 1940, s. 203; Babinger, F. Herkunft und Jugend Hans Lewenklaw’s. Siidest-Forschungen 9, 1944, s. 165-174.
11 Wittek, P., Zum Queïlenproblem der altesten osmanischen Chroniken (mit Auszügen ans Nesri) Mit zur osmanischen Geschichte I, 1921, s. 149. Mènage, V. L., Neshri’s History of the Ottomans. The sources and development of the text. London Oriental Séries, C. 16, Londra 1964.
* [Y.Ö.] “Osmanoğullarının tarihi” anlamında Tevarih-i Âl-i Osman olması gerek.
12 Wittek, P. Neues zu Âşıkpaşazâde, Mitt. II. 1923/25, s. 1621.
13 Jb. der Bayrischen Akad. d. Wiss., Münih 1964, s. 2.
14 Babinger, F., Aufsätze und Abhandlungen I, s. 127.
15 A.P. Kazhdan im BB XVI, 1959, s. 271-286.
16 Babinger, F., Briefschaften, s. VIII.
17 Babinger, F., Aufsätze und Abhandlungen I, A. 4, s. 152.
18 Lachmann, R., Memoiren eines Janitscharen oder Türkische Chronik. Slavische Geschichtsschreiber VIII, Graz-Viyana-Köln, 1975.
19 Jörg v. Nürberg, s. 11. Ein vollständiges Verzeichnis europäischer Ttirkendrucke ans dem 16. Jh. için bkz. Göllner, C., Turcica. Die europäischen Türkendrucke des XVI. Jahrhunderts. I. Cilt, Bükreş-Berlin 1961.
20 Popoviç, P., Stare Sırpske biografiye, s. XLIV.
21 Lemerle, P., s. 10.
22 Zu Simon von St. Quentin. Karşılaştır: Cahen, Cl. The Encyclopadla of Islam n.e.t, I. içinde, Leiden-Londra, 1960, s. 844.
23 Kornrumpf, J. H., Osmanische Bibliographie mit besonderer Berücksichtigung der Türkei in Europa. Handbuch der Orientalistik. I. Abteilung. Ergänzunsband VIII, Leiden-Köln, 1973; Tietze, A., Turkologischer Anzeiger (TA 1), WZKM 67, 1975, s. 339-488.
24 Werner, E. Bemerkungen zu einer neuen marxistischen Darstellung der Geschichte der Türkei im Zeitalter des Feudalismus. ZfG. XI, 1963, s. 1516-1525. SSCB’de 1917-1958 arasında yayınlanan tüm Türkiye incelemeleri Sovyet Bilimler Akademisi Orientalistik Enstitüsünde özel bir cilt hâlinde yer alıyor, Moskova 1959: Bibliyografia Turçiy.
25 Cvetkova, B., Sources et travaux de L’orientalisme bulgare. Annales ÉSC. 18, 1963, s. 1153-1182.
26 Kabrda, J., Les études orientales en Yugoslavie (L’activité de l’Institut Oriental a Sarajevo). Archiv orientalni 25. 1957, s. 140-155; Cvetkova, B., Bibliographie des ouvrages parus dans les pays Slaves sur les aspects économiques et sociaux dela domination Ottomane. JESO VI. 1963, s. 319-326.
27 Alexandrescu-Dersca Bulgaru, M. M., Nicoleas Iorga‘a Romanían historian of the Ottoman Empire, Bibliotheca histórica romaniae, Studies 40, Bükreş 1972; Markov, W. – Bahner, W. Irmscher, J., Nicolae Iorga (1871-1940). SB. des Plenums und der Problemgebundenen Klassen der Deutschen Akademie der Wissenchaften zu Berlin, 1972, No: 2.
28 Mehmet, M., Türkische Geschichte von den seldschukischen Anfängen bis 1918. Istoria Turcilor, Bükreş, 1976.
29 Babinger, F., Die Osmanen, s. 199.
30 BB VII içinde s. 9.
31 Izuçenie İstoryi Feodalnoy Rossi, AHHCCP, Moskova, 1962, s. 119.
32 Yinanç, M. H., (s. 161) bile böyle düşünüyor. Genel olarak Werner E., Panturkismus und eininge Tendenzen moderner türkischer Historiographie, ZfG XIII, 1965, s. 1342-1354.
33 Köprülü, M. F., L’institution, s. 43.
34 Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Tarihi, Cilt 1/2, s. 61.
35 Sümer, P., Oğuzlar, Über die Staminé und ihre Organisation, s. 199.
36 A.g.e., s. 208 ve tablolar.
37 Die Rezension von Frances, E., BB XV içinde, 1959, a 275-278.
38 “The Decline” ile ilgili görüşüm için bkz. ZfG XXI, 1973, s. 110.
39 Aynı dilekte bulunan Kabrda, F., Les problèmes de L’ètude de L’histoire de la Bulgarie a L’èpoque de la domination turque. BS, XV, 1954, s. 190.
40 Gulyga, A. W., Über den Charakter, s. 43.
41 Danilov, A. I. – Ivanov, V. V. – Kim, M. P. – Kukushin, Ju. S. – Sakharof, M. – Sivachev, N. V., History and Society, GISH XIV International Congress of Historical Sciences, San Francisco 1975, s. 65.
42 Ivanov, G.M., s. 618 ve 625.
43 Gleserman, G. J., Probleme des sozialen Determinismus, Die Gesetzmässigkeit der sozialen Entwicklung içinde. Berlin 1975, s. 26.
44 Kon, I. S., Cilt: 2, s. 103.
45 A.g.e., s. 122.
46 Lenin, W. I., Werke, C. 32, “Bir Kere Daha Sendikalar Üzerine”, Berlin 1961, s. 85.
47 Beiträge zur Entstehung des Staates. J. Hermann ve I. Sellnow’un yayını. Veröffentlichungen des Zentralinstituts für Alte Geschichte und Archäologie der AdW der DDR, Berlin 1976.
48 Kapitalizm öncesi toplumsal formasyonların tarihinde halk kitlelerinin rolü için bkz.: J. Hertmann ve I. Sellnow, – A.g.e.
49 Türkçe, Farsça ve Arapça kelimelerin transkripsiyonunda örnek aldığım eser: R. Hartmann, Die Religion des Islam. Eine Einführung. Berlin 1944, (Kolonialwissenschaftliche Forschungen, C.5).
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih Türk-Osmanlı
- Kitap AdıBüyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481)
- Sayfa Sayısı496
- YazarErnst Werner
- ÇevirmenYılmaz Öner, Orhan Esen
- ISBN9786054836581
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviYordam Kitap / 2014