Bazen en ummadığın yerde ve kişide bulursun aradığını…
“Başımı Marc’ın karnına yaslamıştım ve birlikte Game of Thrones’u izliyorduk. Keyfimize diyecek yoktu. Telefonum çalmaya başlayınca ofladım. Bu saatte kim rahatsız ediyordu ki? O telefona cevap vermemiş olmayı isterdim. Tüm bunların gerçek olmamasını isterdim. Hepsi altı ay önceydi ve ben hâlâ mahvolmuş durumdayım…”
Psikolog Julia’nın Paris’teki güzel ve huzurlu hayatı bir telefon görüşmesiyle aniden darmadağın oldu. Ve birbiri ardına gelen olumsuzluklar onu mutluluğu tümüyle kaybettiğine iyice inandırdı. Ta ki Güney Fransa’daki o işe başlayana kadar…
Julia’yı oraya götüren neydi? Kader mi, tesadüf mü? Peki ya mutluluk hiç beklemediği bir yere saklanmışsa? Ya beklentilerinin aksine, orada yaşayacakları ona çok şey öğretecek ve onu bambaşka birine dönüştürecekse?
Bu roman kesişen yolların, buluşulan kavşakların hikâyesi.
Anlatacak bir hayatı olanların, yeni bir hayat inşa edenlerin, defalarca düşüp tekrar ayağa kalkanların…
Sevginin, değişimin hikayesi.
Bu roman mutluluğa bir serenat
Önsöz
Sıradan bir cumartesi günüydü. Aklımda kalması gereken bir gün olmamasına rağmen bütün detaylarını çok iyi hatırlıyorum. Görünüşe göre bu, travmatik anlara özgü bir olgu. Beynin ve bedenin o kadar derinine kazınıyor ki bir film sahnesini hiç durmadan izlemek gibi o anı tekrar tekrar yaşıyorsunuz. Başımı Marc’ın karnına yaslamıştım ve televizyonda Game of Thrones’un üçüncü sezonunun dokuzuncu bölümünü izliyorduk. Eve ısmarladığımız sushi’leri yemiştik. Vantilatör açıktı. Keyfimize diyecek yoktu. Bir kedi olsaydım o an kesinlikle mırlıyor olurdum.
Telefonum çalmaya başlayınca ofladım. Bu saatte kim rahatsız ediyordu ki? Ekranda “Annem” yazdığını görünce söylenmeye başladım. Gece geç saatte aranınca ne kadar endişelendiğimi biliyordu çünkü. O telefona cevap vermemiş olmayı isterdim. Olanların gerçek olmamasını isterdim. Tüm bunlar altı ay önceydi ve ben hâlâ mahvolmuş durumdayım.
Şubat
“Önemli olan asla düşmemek değil, her seferinde
yeniden ayağa kalkmaktır.”
Ralph Waldo Emerson
BÖLÜM 1
Günlerden pazartesi, aylardan şubat ve yağmur yağıyor: berbat bir gün için harika bir üçlü! Arabam ilerledikçe içimdeki geri dönme isteği de gitgide büyüyor. Ağaçlı yola sapıyorum, ağaca çivilenmiş tabelaya göre dümdüz gitmeliyim. Buradan geri dönsem kimse fark etmez aslında… Nihayet, uzun zamandır bahçıvan yüzü görmemiş küçük bir otoparka varıyorum. Otoparka girmeden, doğrudan büyük yapının önüne park ediyorum.
“Les Tamaris zurevi”
Ferforje harflerin bile tüydüğüne bakılırsa başım gerçekten belada. Belki de iş ilanında bir hata vardı, belki de burası bir huzurevi değil ve ben zamanımı zulüm altındaki ineklerle sohbet ederek geçirmek zorunda kalacağım. Doğruyu söylemek gerekirse, bu fikir başıma gelecek olanlardan daha çok hoşuma gidiyor. Giriş kapısıyla aramdaki son birkaç adım sonsuzluk kadar uzun geliyor. Birinci basamak: Hâlâ geri dönebilirim.
İkinci basamak: Tek yapmam gereken arabama binmek. Üçüncü basamak: Nasıl olsa kimse bilmeyecek. “Girin, sizi bekliyorduk.” Ben daha kapıya varmadan eşikte bir kadın beliriyor. Uzun boylu, iri yarı bir kadın. Saçları o kadar kıvırcık ki aynı zamanda kalemlik görevi görüyor. İçimden bir acil çıkış kapısı bulmaya, sıvışmak için bir bahane yaratmaya çalışıyorum ancak aklıma hiçbir şey gelmiyor. Kibarca gülümseyerek elimi uzatıyorum ve beni bekleyen sekiz aya doğru peşi sıra yürüyorum.
BÖLÜM 2
Yüksek topuklarını beyaz fayansın üzerinde çınlata çınlata hızlı adımlarla ilerliyor. Aramızda yeterli mesafe bırakmaya çalışarak arkasından takip ediyorum. İki karo bırakınca fazla yaklaşmış oluyorum, dört karo yeterince güvenli bir mesafe gibi geliyor. Birden ortadan kaybolmak, görünmez olmak, ölmek, bin parçaya bölünmek, geri dönmek, hatta hepsinin aynı anda olmasını istiyorum. Filmi geri sarmak istiyorum. Evet, işte bu! Filmi geri sarabilir miyiz lütfen? Mesela daha her şey yolunda giderken randevulaşmış olsak kendisiyle… Henüz hayatım,elektrikli testereyle yüz parçaya bölünen ve her seferinde tekrar ayağa kalkan kızı oynadığım bir korku filmine benzemiyorken… Henüz her şey dengesini yitirip yaşamım altüst olmamışken… Rastladığım bu iş ilanına başvurmanın, yüzyılın en müthiş fikri olabileceğini düşündüğüm o andan çok önce karşılaşmış olsak… Tanrı aşkına, benim burada ne işim var? Beyaz bir kapının önünde duruyoruz. Ev sahibesi kilide bir anahtar sokuyor. Gözlerimi kaldırıp kapıdaki levhayı okuyorum:
Müdür
Anne-Marie Rouillaux
Defalarca telefonla konuştuğum kadın buydu demek. İçeri girip masasının arkasındaki sandalyeye yerleşiyor. “Kapıyı kapatın ve oturun.” Dediğini yapıyorum. Elindeki dosyayı incelerken gözlerini kısıyor. Bilgisayarının yanındaki kaktüs, karakteri hakkında fikir vermeye yetiyor. Çalar saatin fonda duyulan tik taklarına bakılırsa saniyeler ağır çekimde ilerliyor ya da kalbim fazlasıyla hızlı atıyor. Derin bir nefes alıp söze başlıyorum: “Geciktiğim için üzgünüm. Biarritz girişinde yol çalışmaları vardı, tali yolun ışıklarını geçene kadar çok zaman kaybettim.” Saçındaki kalemi eline alıp boş bir kâğıda bir şeyler karalıyor. “Bu seferlik önemli değil ancak bir daha tekrarlanmayacağını umarım. Huzurevi sakinlerini bekletmemek gerekiyor, öyle değil mi?” “Evet, tabii.” “Tamam o zaman. Öğlene kadar serbestsiniz. Kurumu gezip ne nerede, biraz bakarsınız. Öğleden sonra, yarından itibaren geçici olarak yerini alacağınız Léa Marnon ile tanışacaksınız. Durumu nedeniyle size işi öğretecek zaman bulamayacak maalesef ancak birkaç saat içinde bilmeniz gereken ne varsa elinden geldiğince açıklayacak.
Bunun yeterli olacağını düşünüyorum. Zaten size telefonda da açıkladığım gibi, huzurevi sakinleri fazla kalabalık sayılmaz; aynı stüdyoyu paylaşan bir çift dahil, toplam yirmi bir kişi var.” “Öyle mi? Stüdyoda mı kalıyorlar?” “Lojmanlara verdiğimiz isim bu,” diye cevap veriyor ayağa kalkarken. “Her biri küçük bir yatak odası, açık mutfaklı bir oturma odası ve banyodan oluşuyor. Evet, sorunuz yoksa beni bekleyen başka bir randevum var. Resepsiyona gidin, Isabelle sizi kalacağınız stüdyoya götürsün.”
Ayağa kalkıp yanına, kapıya yöneliyorum. Kalemini saçlarına geri takarken gülümseyerek, “Tamaris’e hoş geldiniz,” diyor. “Henüz bilmiyorsunuz ama burayı çok seveceksiniz.” Eliyle çıkmamı işaret ederken ben de içimden, tek boynuzlu bir atla arkadaş olma ihtimalimin, bu düşkünler evini sevme ihtimalimden çok daha fazla olduğunu geçiriyorum. Bu kadının aklından zoru olmalı, buna kesinlikle eminim. Kahretsin! Biri bana burada ne halt ettiğimi söyleyebilir mi lütfen?
BÖLÜM 3
Isabelle* , isminin ikinci kısmını gerçekten de hak ediyor. Yeşil gözleri simsiyah uzun kirpiklerle çevrili. Gülümsediği zaman ortaya çıkan dişlerine, bir diş çürüğünün dahi saldırmaya cesaret edemeyeceğine eminim. Görünüşe bakılırsa, dünyaya geldiğinde beşiğinin başına toplanan diş perileri yeni zam almış olmalılar. Kendimi tanıttığımda yanaklarımdan öpmek üzere kalkıyor ve tezgâhın ön tarafına geliyor. “Birbirimize sen diye hitap ediyoruz, tamam mı?” diyor herhangi bir cevap beklemeden. “Burada herkes birbirine böyle hitap eder, Anne-Marie ve huzurevi sakinleri dışında tabii. Ama onlara da adlarıyla hitap ediyoruz, böylesi daha hoş. Sana da Julia diyelim, olur mu?” “Olur.” “Sözleşmen süresince burada kalacağın söylendi. Gel, sana stüdyonu göstereyim, ek binada kalacaksın.” Elimden tutup beni dışarıya, binanın ön tarafına götürüyor. Kaldırım taşı döşeli otoparkta bir düzine kadar ağaç ve birkaç tane de bank var. Elinde tuttuğu bastonu, omzuna çapraz astığı küçük siyah deri çantası ve pembe ayakkabılarıyla uyum sağlayacak şekilde boyadığı dudaklarıyla bankta oturan yaşlı bir kadın, hayali bir otobüs bekler gibi duruyor.
Isabelle, kadının önünden geçtiğimiz sırada, “Her şey yolunda mı, Lucienne?” diye soruyor. Yaşlı kadın sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyor, koyu renk gözlüklerinin arkasından Isabelle’i nihayet seçtiğinde gülümseyerek cevap veriyor. “Her şey yolunda, tatlım. Pazara gitmek için oğlumu bekliyorum. Ah! Bu sabah nihayet tuvalete çıkabildim!” “İşte bu harika bir haber!” diye haykırıyor yeni iş arkadaşım. “Biliyorsunuz, sabah kakasını yapan gününü kedersiz geçirir derler.” Bir an duraksıyorum. Arabam sadece birkaç metre ötede, yeterince hızlı koşarsam sıvıştığımı fark etmezler bile! Ama bunun yerine, kaderime razı gelmiş bir hâlde, ayaklarımın beni Isabelle’in peşi sıra götürmesine izin veriyorum.
Küçük ve iki katlı ek bina, ana binaya on metre kadar uzakta. Tıpkı büyük bina gibi o da beyaz pencereli, çıkma balkonlu taş bir bina. Isabelle, “Burada yedi tane stüdyo var,” diyor. “Alt kattaki dört stüdyo, huzurevi sakinlerini ziyarete gelip bir süre kalmak isteyen yakınları ve huzurevine yerleşmeden önce fikir edinmek isteyen yaşlılar için. Üst kattaki üç stüdyo ise, huzurevi çalışanları için. Beni takip et, seninkini göstereceğim.” Merdivenleri çıkarken, “Diğer iki stüdyoda kalan kimse var mı?” diye soruyorum. “Evet, Marine ve Greg kalıyor. Marine hastabakıcımız, sevgilisinden ayrıldığından beri burada kalıyor. Matrak bir kız ama laf aramızda ben biraz fazla laubali buluyorum.
Greg animatör, kendi dairesi tadilatta olduğu için burada kalıyor. Göreceksin,inanılmaz yakışıklı ama ilgisini çekebilmemiz için bir şeyimiz eksik, bilmem anlatabiliyor muyum? İşte, yeni evin!” Isabelle beyaz kapıyı açıp tur rehberliğine devam etmek üzere içeri giriyor. Tur oldukça kısa sürüyor zira sadece iki bölüm var: engelli insanların da kullanabileceği şekilde donatılmış karanlık bir banyo ve aydınlık ama son kullanma tarihi çoktan geçmiş biri tarafından dekore edildiği belli olan bir salon-yatak odası.
Yeni yaşam alanım; iki kişilik hardal renkli kadife bir koltuk, üzerinde masa örtüsü olan yuvarlak bir masa, hangi dönemden kaldığı belirsiz antik bir büfe, Orta Çağ’dan kalma bir televizyon, duvara dayanmış küçük bir yatak ve kalın bordo perdelerden oluşuyor. Ağlamak istiyorum ama kesinlikle sevinçten değil! Isabelle pencereyi açarak, “İşte gösterinin en can alıcı noktası!” diye haykırıyor. “Gel de manzarayı gör!” Balkona çıkıyorum. Devasa ağaçlar arasından kıvrılarak uzanan beyaz çakıl taşlı patikası, çeşit çeşit sebzelerin yetiştiği bahçesi, gür çalılıkları ve sağa sola yerleştirilmiş banklarıyla huzurevi parkı önümde metrelerce uzanıyor. Çimenler o kadar yeşil ki sahte gibi duruyor. Bask Bölgesi’nden başka hiçbir yerde bu yeşili görmeniz mümkün değil. Bahçenin dibindeki bariyerler sınırı belirliyor. Ötede boşluk var ve aşağıdaysa, göz alabildiğince uzanan okyanus… “Nasıl, muhteşem değil mi?” diye hava atıyor. “Evet, gerçekten çok güzel,” diyorum okyanusu ne kadar da özlediğimi fark ederek. “Ah! Sana söylemiştim, burası tam bir cennet! Hadi, seni bırakayım da yerleş. Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa beni nerede bulacağını biliyorsun.”
Düşüncelerim arasında o kadar kaybolmuşum ki kapının kapandığını duymuyorum bile. Manzaranın göz kamaştırıcıolduğu inkâr edilemez ama bir ölümü bekleme merkezine de cennet demek biraz fazla iyimser bir yaklaşım bence. Bininci kez, kendime burada ne işim olduğunu soruyorum. Sanki cevabı bilmiyormuşum gibi. Her şey bir cumartesi akşamı altüst oldu. Babamın öldüğü o cumartesi akşamı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBüyüdüğün Zaman Anlayacaksın
- Sayfa Sayısı420
- YazarVirginie Grimaldi
- ISBN9786058276635
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kayıp ~ Harlan Coben
Kayıp
Harlan Coben
“Heyecan verici bir Myron Bolitar hikâyesi.” -Borders “Bolitar severler, hikâyenin her anında kahramanlarına hayran kalacaklar.” -Publishers Weekly “Harlan Coben, bağımlılık yapıcı gerilim romanlarını yazmakta...
- Sil Baştan ~ Ken Grimwood
Sil Baştan
Ken Grimwood
Ken Grimwood’un sıradışı eseri Sil Baştan, zihninize şu soruyu kazıyor: Geçmişte yapmış olduğunuz hataları bilerek hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsaydınız ne...
- Midwich’in Guguk Kuşları ~ John Wyndham
Midwich’in Guguk Kuşları
John Wyndham
Krizalitler, Chocky, Triffidlerin Günü gibi, bilimkurgu edebiyatının kilometre taşı yapıtlarına imza atan, çağının çok ötesindeki kalemiyle fark yaratan kült yazar John Wyndham’dan, ilk sayfalarından okurun zihnini kıskaca...