Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgârlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
Şehirler bana bir tuzak;
İnsan sohbetleri yasak;
Uzak olun benden, uzak,
Benim meskenim dağlardır.
Sabahattin Ali (1907-1948) İstanbul Muallim Mektebi’ni 1928’de bitirdi. Yozgat’ta ortaokul öğretmenliği yaptıktan sonra Maarif Vekâleti’nin açtığı sınavı kazanarak 1928’de Almanya’ya gitti. İki yıl Potsdam ve Berlin’de öğrenim gördü; Aydın’da ve Konya’da Almanca öğretmenliği yaparken siyasi gerekçelerle tutuklandı. 3 ay Aydın’da ve 1 yıl da Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. Çıktıktan sonra Ankara’da Almanca öğretmenliği, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda çevirmenlik, öğretmenlik ve dramaturgluk yaptı. 1945’te bakanlık emrine alındı. 1946’da İstanbul’a gitti. Aynı yıl Aziz Nesin’le haftalık mizah gazetesi Markopaşa’yı çıkarmaya başladı. Burada yayımlanan pek çok yazısı soruşturmaya uğradı. 4 aylık mahkûmiyetin ardından 1948’de kamyonla taşımacılığa başladı. Sürekli izlenmekten duyduğu tedirginlikle kamyonuyla Kırklareli’nden Bulgaristan’a kaçmak istedi ve bu sırada öldürüldü. Mezarının nerede olduğu halen bilinmemektedir. Edebiyata Çağlayan, Servetifünun, Resimli Ay, Yedi Meşale, Varlık gibi dergilerde şiir, öykü ve eleştiri yazılarıyla başladı. İlk romanı Kuyucaklı Yusuf’u (1937), İçimizdeki Şeytan (1940) ve Kürk Mantolu Madonna (1943) izledi. Yapıtlarında kendi haline bırakılmış Anadolu insanını, köy-kent çelişkisini, ağır ekonomik koşullar altında ölen, öldüren, hapislere düşen insanları ele aldı. Karakterlerini, toplumsal yapının kendinden kaynaklanan çatışmalara yönelerek anlatmasıyla gerçekçi edebiyat akımımızın öncülerinden oldu. Pek çok türde ürün veren Sabahattin Ali’nin öyküleri sanatında ayrı bir önem taşır. 60’ı aşkın öyküsü Değirmen (1935), Kağnı (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943) ve Sırça Köşk’te (1947) kitaplaşmıştır. Sabahattin Ali’nin yapıtlarına Türk Edebiyatı Klasikleri Dizimizde yer vermeyi sürdüreceğiz.
*Dağlar ve Rüzgâr *Kurbağanın Serenadı *Öteki Şiirler
Romantik Şair Sabahattin Ali
Haydar Ergülen
Sabahattin Ali’nin şiirleri, öyküleri ve romanlarından ünlüydü, kendisinden de ünlüydü. Şiir olarak çok bilindikleri, çok okundukları için değil elbette, çok dinlendikleri için. Sonra televizyon haberlerinde denildiği gibi “ilginç bir gelişme yaşandı” ve nasıl olduysa, Sabahattin Ali’nin romanları, özellikle de Kürk Mantolu Madonna’sı, Türkçenin en çok okunan romanlarından biri, belki de romanı oldu. Aynı zamanda “kült mertebesi”ne de erişti. İçimizdeki Şeytan da onu izledi, Kuyucaklı Yusuf ise romanları arasında diğerlerine oranla daha az okunmayı sürdürüyor.
Bununla ilgili bir çıkarsama yapmıştım, Berlin, İstanbul, Kuyucak (Aydın), romanların mekânı bu üç kent ve okunma sıraları da yurtdışından Türkiye’ye, metropollerden köye kasabaya doğru. Doğrusu son yıllarda gençlerin, üniversitelilerin en çok okuduğu romanlara bakarsak bu sıralamadaki tutarlılığı da görürüz: Tanpınar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Orhan Pamuk da hep kenti, kentli insanı anlatan romancılar değil mi?
Onlar hem kentli hem kenti anlatan yazarlar, ama Sabahattin Ali saf anlamıyla öyle değil. Türkçenin en güzel öyküleri olarak kezlerce okuduğum, köy ve kasaba yaşamının, sıkıntısının, gizlerinin, sonradan “taşra sıkıntısı” olarak kavramlaştırılan, filmler ve televizyon dizilerinde gösterilen gerçekliğin bazen siyah beyaz bazen de renkli öyküleri Sabahattin Ali’nindir.
Döneminin panoramik olarak hakikat anlatısını kurmak da Sabahattin Ali’nin görevi olmuştur diyebiliriz. Şimdilerde “tu kaka” edilse de angaje, güdümlü ya da vazifeli olarak görülen kimi yazarlara, şairlere görev devlet, rejim, sistem tarafından “tevdi” edilmez, onun bağlantılı ya da angaje olduğu yer doğrudan Anadolu ve onun, Nâzım Hikmet’in “Topraktan öğrenip/ kitapsız bilendir./ Hoca Nasreddin gibi ağlayan/ Bayburtlu Zihni gibi gülendir” dediği Türk köylüsü ve halkıdır. Onun için iflah olmaz bir “Anadolu Romantiği” de sayılmıştır.
Angaje ya da güdümlü yazar/şair çoğu kez kendi aklıyla, yüreğiyle bağlandığı bir düşüncenin, toplumun, topluluğun, sınıfın edebiyatını yapar, şiirini yazar, ama bu “güzelleme” yaptığı anlamına gelmez. Öyle yapanları zaten edebiyat tarihi hemen silmiştir. Silinmeyen kalanlarsa Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet gibi, dünya görüşleriyle örtüşmese de farklı kesimlerin uzun yıllardır hayranlıkla, beğeniyle okuduğu adlardır. Türkçenin her zaman çağdaş klasikleri olarak bundan sonra da okunacaklarına hiç kuşku yoktur.
Nâzım Hikmet’te olduğu gibi Sabahattin Ali’nin yapıtlarında da yanında olduğu işçi sınıfı ve köylülük “Anadolu Güzellemesi” kalıbı içinde idealize edilmezler, karton karakterler olarak kalmazlar, kanlı canlı insanlar olarak iyiliği de kötülüğü de yaşar ve yaşam içinde iyinin ve kötünün yaygınlaştırıcıları oldukları gibi, sınıflarına ihaneti, sistemle uzlaşmaları, işbirlikçi tutumları, dogmaların, bağnazlıkların ve körü körüne inançların da sürdürücüleri olabilirler. Düşene bir tekme de onlar atar, kendileri de düşmüş olduklarına aldırmadan! Toplumsal linçe de en önde giderler, tacizi tecavüzü de hem kınar hem fırsat düştüğünde katılırlar!
Ezcümle Sabahattin Ali’nin de içlerinde olduğu toplumcu gerçekçilik çizgisindeki yazarların yoksulluk anlatılarında merhamet, acıma, şefkat duygusundan çok, onları toplumsal koşulları içinde değerlendirme, sosyal, ekonomik, kültürel konumlarını eksiksiz anlatma çabası öne çıkar. Böylece edebi nitelikleri bakımından üstün bir yapıta imza atarken sosyolojik değeri ve katkısı olan bir belge de bırakmış olurlar. Bu o yapıtın eleştirel düşünce yaklaşımıyla yazıldığını da gösterir.
Sabahattin Ali’nin öyküleri, kimi gerçekliklerin yerlerini şimdi başka gerçekliklere bırakmış olmasına karşın hâlâ canlılığını korur. Bunu, anlattığı dönemin koşullarını, yarattığı karakterler aracılığıyla kitabi olmaktan kurtarmasına, tüm çıplaklığıyla ve her boyutuyla hissettirmesine, neredeyse hiçbirini kurmaca bir karakter gibi değil, tek tek yakından tanıdığı, uzun uzun konuştuğu, zaaflarını, kusurlarını, erdemlerini bildiği, Sabahattin Ali’nin o büyük ❝aile”sinden birer karakter olarak yazmasına borçluyuz.
Sabahattin Ali hümanist bir yazardır, angaje olmasa da gönül bağı kurduğu, düşünsel olarak paylaştığı sosyalizm onun yapıtlarında, öykü, roman, şiir, oyun, kendisini bir ütopya olarak göstermez, ne de göndermede bulunur. İnsanın toplum içindeki halleri, kavgası, çabası, yapıp etmeleri, toplumsal bir varlık olarak eylemleri, etkinlikleri, onun öykü ve romanlarında sınıfsal arka planda durur. Roman ve öykü kişilerini hem bireysel seçimleri hem de toplumsal seçimleriyle öncü, güçlü karakterler olarak okumamıza neden olur.
Kuşkusuz yalnız kendi içinde değil, toplumsal ve siyasal olarak da fırtınalı geçen yaşamı, aşklar, ayrılıklar, cezalar, yurtdışı günleri, taşra hayatı da yazınsal serüvenini etkileyecek, buradaki iyimser-kötümser ruh halleri ve iniş çıkışlar da kendini en çok şiirde gösterecektir. Kürk Mantolu Madonna (1943) ve özellikle İçimizdeki Şeytan (1940) romanlarının Sabahattin Ali’nin yaşamından izler taşıdığı söylense de…
Pek çok yazar ve şairde olduğu gibi, Sabahattin Ali’nin şiiri ve yazısı arasında yakınlık ve benzerlik bulmak ve kurmak kolay değildir. Benzer bir yargıyı hayli romanı olan şair Melih Cevdet Anday için de dile getirebilirim. Galiba bu yargıyı çürütecek tek isim, Cumhuriyet dönemi roman ve öykümüzün kurucu adları olarak da hemen her zaman birlikte anıldıkları Sait Faik Abasıyanık’tır.
Türk öykücülüğünün büyüleyici adı Sait Faik, öyküleri, romanları dışında bir şiir kitabı da yazmıştır: Şimdi Sevişme Vakti (1953). Roman ve öykü kişilerine şiirlerinde de yer veren Sait Faik, kimi öykülerindeki mektup dilini şiirlerine de taşımış, bize kendinden haberler vermiştir. Yer yer güzel dizeler barındıran şiirleri vardır, bunların yazarı Sait Faik olduğu için kendine özgü söyleyişi olmasına karşın, şiirleri roman ve öykülerindeki yüksekliğe erişemez. Bir şair iddiası taşımadığı, roman ve öykülerindeki şiirin ziyadesiyle farkında olduğu için de yazarın şiirini çok önemsediği söylenemez. “Şair ruhlu” oluşu, üstelik bu ruhu tüm yapıtına yaydığı gibi yaşamının her anına, kesitine taşıması da, daha çok “yaşamın şiiri”ni önemsediğini gösteriyordu olasılıkla.
Güzel bir ad, birkaç güzel ve farklı şiir kaldı bize Sait Faik’ten, kimi Garip bir-ikisi de İkinci Yeni esintisi taşıyan şiirler. Yapıtı, özellikle öyküleri, zaten tamamlanmış bir yapıyı işaret eder, ama şiire gereksinimi yoktu diyebilir miyiz? Hayır, çünkü bunu bilemeyiz ve bu konuda söz söylemek de zordur, neredeyse “mahrem”dir. Belki de herkesin şiire gereksinimi olduğu gibi, “Sait ruhlu” yazarların “şair ruhlu” da oluşlarının bir kanıtı sayılır şiirleri ya da şiir kitapları.
Sabahattin Ali’nin şiirlerine gelirken, ikisinin de neredeyse birlikte anılmak ve çok sık karşılaştırılmak üzere hiçbir şeylerinin eksik olmadığı da söylenir, söylenecektir. Roman, öykü ve birer şiir kitabı! Nerdeyse bir anı ya da andaç olmak üzere hazırlanmış yapıtlar.
Sabahattin Ali’nin şiirleri, bugün anı değeriyle birlikte ondan öte bir şey de ifade ediyor. Şiir onun için yaşamın hoşluğu ya da şair ruhlu oluşla sınırlı bir etkinlik değil. Akademik bir ilgiyle başlayan, bu minvalde sürerken de geleneği öğrenmesine yol açan ve her iki gelenekte de, Divan ve Halk şiiri, kalem alıştırmaları yapan birinden söz ediyoruz. Öte yandan hece şiirinin hakkını veren başka şiirler de yazmış. Bir şiir bilgisiyle yazdığı muhakkak, bunu en azından Divan geleneği içinde yazdığı şiirlerde görüyoruz.
Eleştirmen Asim Bezirci, Sabahattin Ali’nin Bütün Şürleri’nin basılmış, basılmamış üç bölümden oluştuğunu belirtirken, bunlardan geleneğe dahil şiirlerin yer aldığı “Öteki Şiirler”e dikkat çekiyor. Bezirci’ye göre “Öteki Şiirler” de yer alan, “Gerek şarkılar, gerekse “Mesnevi” ile “Terkib-i Bend” Sabahattin Ali’nin eski edebiyatı iyi bildiğini gösteren ürünlerdir” (“Sabahattin Ali’nin Şiirleri”, Bütün Şiirleri, YKY, Şubat 2013, s.16).
Kitabı hazırlayan eleştirmen Atilla Özkırımlı da “Sunu”sunda, Sabahattin Ali’nin her iki geleneği de “özümsemiş” olduğunu söyler: “Şiirleri biçim açısından değerlendirildiğinde, Sabahattin Ali’nin, gerek Divan şiirini ve Tanzimat sonrası gelişen yeni şiiri, gerekse halk şiirini, bilmenin de ötesinde özümsemiş olduğu görülmektedir” (“Sunu”, age., s.10).
Aruza ne kadar meraklı olduğunu kendisi de söyler: “Gazeller, terkib-i bendler yazar ve eskileri hırsla okur, üzerlerinde uğraşırdım. Bugün hâlâ okuyup sevdiklerim Fuzuli ve Galip Dede’dir”.1 Hece şiirinde romantik, duygusal, efkârlı, “ben”in dertleriyle acılı, kahırlı, yalnızlık ve kimsesizlikten elemli, aşk derdiyle yaşlanmış, özgürlük arayışında melankolik bir şair görüntüsü çizerken, Divan şiirinde tam tersi bir tutum içindedir. Sanki hakikati Hece şiirleriyle ararken, oyunu da Divan şiirine saklamıştır.
Ünlü hikâyedir: Yahya Kemal Beyatlı, Orhan Veli ve arkadaşlarının “Garip” şiirlerini beğenmez; üstadı, konumunu, şiirini düşününce elbette bu şaşırtıcı gelmez bize. Vapurda Orhan Veli’yle karşılaşan üstad onu görmezden gelse de genç şair birazdan yanına gelir ve cebinden bir şiir çıkartır. Şiirin adı “Efsane”dir, gazel tarzında yazılmıştır, bir beytinde Yahya Kemal’in de adı geçmektedir: “Ve o haletle bütün kahkahalar nağmeleşir/ Dilde Yahya Kemal’in şarkısı Şehnameleşir”. Şiiri okur, Yahya Kemal çok şaşırır, çok beğenir, “Biraz daha gayret etseniz bu hususta da bizi geçeceksiniz!” deyince, Orhan Veli “Biz bunları ciddi ciddi yazmıyoruz ki, alay olsun diye, sizinle dalga geçmek için yazıyoruz” der! Yahya Kemal ne desin bu “Garip” şaire? Sabahattin Ali’nin aruzla yazdıkları da biraz öyledir. Şiirler okununca görüleceği gibi “eğlence maksadı”yla, hatta “arkadaş arasında okunsun” diye yazılmış, şakacı şiirlerdir adeta. Atilla Özkırımlı’nın da vurguladığı gibi, bunlar biçim ve teknik açısından Divan geleneğine dahildir, yoksa konuları, temaları açısından bakıldığında, “şekle ve üsluba sadık kaldığı” görülürken, içerikte ne aşk ne güzellik vardır, bunun yerine onun ta 1927’lerde sorun ettiği “insanın yozlaşması” görülür, bir anlamda o zaman da Turgut Uyar’ın dizesiyle “açlık çoğunluktadır” demektedir şair.
Öte yandan “Özellikle nesir kısımlarını ağır ve süslü bir Osmanlıca ile yazdığı, fahriyye ve dua ile bitirdiği Terkib-i Bend’de ise arkadaşlarıyla şakalaşan bir Sabahattin Ali vardır. Divan şiirinin tüm kurallarına uyduğu “Terkib-i Bend” tümüyle mizah ve ironiyle örülüdür. Şair, gelecekte Nef’i’nin onun “haşmet-i elfaz”ına hayran olacağını, “vadi-i hezelde” ise Moliere ile yarışacağını söyleyecek kadar iddialıdır Divan şiirinde. Yani Nef’i onun sözlerinin gücüne hayran olacak, Moliere ile de yalınlık vadisinde yarışacaktır, öyle iddialıdır. Ama ben bunun da ironisinin bir parçası olduğunu düşünüyorum yine de. Şiir yazmakla hata ettiğini söyleyecek kadar kendini, yaptığı işi, yazdığı şeyi bilen bir büyük yazar da herhalde eğlence kabilinden yazdığı şiirleri Nef’i’yle yarıştırmayacağını da bilir!
Türk edebiyatında eleştirel düşüncenin, tutumun önde gelen adlarından olan Sabahattin Ali, toplumcu gerçekçi ya da zamanının deyimiyle sosyal realist bir yazar olarak yalnızca şiir yazmakla yetinmez, aynı zamanda yaptığı iş hakkında, bir bakıma kurama ilişkin görüşlerini de açık biçimde belirtir. Her ne kadar halk şiirini Divan şiirine yeğlese de iki şiire de eleştiri oklarını yöneltmekten çekinmez. Divan edebiyatı ona göre “kitle ile arasındaki köprüleri yıkmış zümre edebiyatları”ndandır. Sınıf edebiyatıdır yani. Bu da ancak “içtimai tetkik mevzuu olur ve şair bunları ibretle gözden geçirir.” Toplumsal inceleme konusu olabilecek bu edebiyatı da şair ders çıkarmak için gözden geçirir.
Peki halk şiiri? Sabahattin Ali’ye göre “Halk edebiyatı ise halka varabilmek yollarını işaret edeceği için daha istifadelidir”. Kuşkusuz toplumcu bir yazar olarak halk edebiyatını Divan edebiyatına yeğleyecek ama eleştirel düşünceden yana olduğu için de bu şiirin, edebiyatın sakıncalı yönlerini de gösterecektir. Halk edebiyatını, şiirini de olduğu gibi almak yanlıştır, çünkü bunların çoğunluğu da “din ve tasavvuf karanlığının, derebeylik zihniyetinin tesirleri ile dopdoludur.”
Sonraları romancı ve öykücü olarak ünlenecek pek çok yazar gibi Sabahattin Ali de edebiyata şiirle başladı, 18 yaşındaydı, ilk
kitabı da Dağlar ve Rüzgar (1934) adlı şiir kitabıdır, “Kurbağanın Serenadı” ile “Öteki Şiirler” de sonradan bu kitaba eklenecektir. Sabahattin Ali de zamanla, beş öykü, üç roman ve bir şiir kitabıyla edebiyatımızın en çok okunan, en çok sevilen, modern klasiklerimizin de başında gelen yazar ve şairlerinden olacaktır.
1924-1935 yılları arasında yazmıştır tüm şiirlerini, ilk öykü kitabı Değirmen’in yayımlandığı 1935 yılından sonra da hiç şiir yayımlamamıştır. Belki de yazmamıştır.
Sabahattin Ali’nin günümüzde, önemli bölümü de bestelenmiş ve güzel şarkılar olarak kitlelerin dilinden düşmeyen şiirleriyle de bilinir olması, çoğu kez yapıtın, şairin ya da yazarın ölümünün ardından yıllar sonra bile gündeme gelebileceğini, onun hayal bile edemeyeceği bir okunurluk kazanacağının eşsiz bir örneğidir. Sabahattin Ali’nin şiirleri, onun katledildiği 1948’den nerdeyse 50 yıl sonra gündeme gelmiş, çeşitli şiirleri kuşaklar boyunca dinlenerek klasik konumuna erişmiştir.
Her ne kadar 1931-1934 arası yazdığı şiirlerin yer aldığı Dağlar ve Rüzgâr’ın kitap olarak yayımlanmasının ardından pişman olduğunu belirtse de şiirler yıllar sonra karşılığını bulacak ve halkın sevgisiyle, ilgisiyle ödüllendirilecektir. Oysa şair “Bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu herkesten iyi ben bilirim” diyecek kadar da farkındadır yazdığı şiirlerin.
Kötü şiirler midir, hayır, ama sanırım aradığı bunlar değildir, ne de fakültede arkadaşlarını eğlendirmek için yazdığı Divan şiiri tarzındaki “Terkib-i Bend”, hatta o zamanlar değil, ama sonradan “Edirne Kız Lisesi Edebiyat Muallimesi” olarak ve “şiir ve edebiyat sevgisi”yle tanıdığımız Nahid Hanım için yazdığı söylenen “Kurbağanın Serenadı” da. Şiirleri başarılı bulunur, özellikle halk şiiri tarzındaki şiirleri, samimiyet, duruluk, özdenlik ve içtenlik gibi, şimdilerde “dokunmak” ve “sahici” olmakla nitelenen kimi özellikleriyle sevilip benimsenir. Belki yıllar sonra şiir ve daha çok da şarkı olarak çok sevilmesinde de bu özellikleri etkili olmuştur.
İlk mahpusluk serüvenine de yazdığı bir şiir neden olur. “Memleketten Haber” şiirini 1932’de öğretmenlik yaptığı Konya’da bir gazetede yayımlar. Bu “taşlama”nın, adı geçmese de “Gazi”yi hedeflediği gerekçesiyle bir yıl hapis cezasına çarptırılır. 1933’te, Cumhuriyet’in 10. yılında affedilir. 1934’te “rejim”e bağlılığını göstermesi için istenilen şiiri yazar ve Varlık’ta “Benim Aşkım” başlığıyla yayımlar. Edebiyat eğitimi aldığı için belli tarzlarda şiir yazmak onun için zor değildir, yazar, ama o da bu yazdıklarından hoşnut değildir. Hatta en sevilen şiirlerinden bile!
Sabahattin Ali şiirlerini, duygusu bakımından Cahit Sıtkı Tarancı’ya benzetirim, Fransız şiiri etkisiyle ve Hecenin önemli şairlerinden biri olarak yazan Tarancı hep mutluluk, güneşli günler, aile, sevgili özlemiyle şiirler yazıp, bunların hiçbiri gerçekleşmeyince şiiriyle birlikte kararan, karamsar bir şair olarak ün kazandı ne yazık ki! Oysa hep sevinmek, sevilmek isteyen, bu neşeli mizacın şiirlerini yazan bir şairken, yaşam onda ne neşe bıraktı ne de yaşama arzusu!
Elbette Sabahattin Ali ile Tarancı arasında önemli bir fark vardır. Tarancı içine dönüp yaşama küserken, Sabahattin Ali özgürlüğü doğada bulup, çıkış yolunun da doğa olduğunu düşünür ve adıyla sanıyla doğa şiirleri yazar.
Öte yandan en bilinen ve sevilen şiirlerinin, “Hapishane Şarkısı” başlığıyla yazdığı hapishane şiirleri olması da başka bir ilginç yönüdür şairin. Ruhi Su’nun güzel yorumuyla Rumi’den havalandırdığı şiirindeki dizelerini hatırlatır onun durumu: “Diken içindeler ama gül gibiler/ Hapisteler ama şarap gibiler/ Balçık içindeler ama gönül gibiler/ Gece içindeler ama sabah gibiler”. Özgürlüğe düşkün şiirler yazmasının, bu şiirlerin doğa kokulu olmasının en somut gerekçesi, insanın kapatılmışlığı, tutsaklığı ve gökyüzünden yoksun oluşudur kuşkusuz. Sabahattin Ali her ne kadar yazılarını şiirlerinden daha samimi bulsa da, hapishane şiirlerindeki doğallık tümüyle yaşamına ilişkindir ve tıpkı iyi bir şairde olduğu gibi, bireysel sorunlarını, acılarını, açmazlarını toplumsal olanla buluşturma, ortaklaştırma ve böylece kişisel sızlanışlardan kurtararak herkesin kılma başarısını göstermesidir. O da zaten sanatı bunun için yaptığını, bu gerekçelerle yazdığını dile getirecektir: “Sanatın bir tek ve sarih maksadı vardır: İnsanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak… Bu takdirde de individualizmden mümkün olduğu kadar ha-
yata, muhite dönmek, muhitten birçok şeyler almak ve muhite birçok şeyler vermek lazımdır.”1
“Din ve tasavvuf karanlığından” şikayet etse de, şiirlerinde kimi “tasavvufi” öğelere de rastlanır. Neyzen Tevfik’in şiirlerindeki “Hiç” anlayışına benzer bir bulut belli belirsiz onun şiirlerinde de gezinir. “Boş vermişlik” olarak da yorumlanabilecek kimi söyleyişler az da olsa vardır şiirlerinde. Bu biraz da “dünyanın geçiciliği” ne olan inançtan, mal mülk gibi yüklerden arınma isteğinden, “pastoral insan” olma düşünden kaynaklanmış olabilir. Daha “kalender” bir insan görünümü çizer.
Aşk yaşamı tüm dönemlerinde, roman ve öykülerinde olduğu gibi şiirlerinde de uğraştırmıştır Sabahattin Ali’yi. Sevdiği kadınlara bazen adlarını anarak bazen göndermelerle yazdığı şiirler vardır. Ama bu onun bir aşk şairi olarak nitelenmesi için yeterli değildir. “Köprünün Çocukları” şiirinde dertlendiği sokak çocukları da ta o zamanların sorunudur ve toplumcu edebiyat anlayışıyla onları yazmaktan da geri durmayacaktır elbet.
Roman ve öyküleriyle şiirlerini buluşturan karakterleriyse yine kadınlardır, fakat bu kez “düşmüş” kadınlardır, oturak alemlerinde ortada dönen, kimsesiz kadınlardır, bunlardan biri de “Çakır” dır. “Gramofon Avrat”, “Hanende Melek” gibi öykücülüğümüzün en ayrıksı kadın kişiliklerine benzer bir kişidir Çakır da.
Sabahattin Ali’nin katledilmesine giden yolun taşlarını döşeyenlerden biri de fakülteden arkadaşı Nihal Atsız’dır. Terkib-i Bend’de henüz gençlik arkadaşlıkları sürdüğü için, ondan hep “sitayiş “le, iyilikle bahsedecek, hatta şaka kabilinden sıfatlar da takacaktır. “Hüseyin Nihal Molla” diyecektir örneğin ve başka övgüler, anmalar, göndermeler de yapacaktır. “Terkib-i Bend’e Zeyl” de “Aynı mektep ve aynı fakülteden sevgili bir çocuktur. Haşin, sert görünüşü altında altın gibi bir kalbi” var diyecek, “müthiş Türkçü” olduğunu da belirtip, bu nedenle ona hep “Oğuz Beyi” dediklerini de ekleyecektir.
Sonrasındaysa Atsız, Sabahattin Ali’yi “komünist” olmakla suçlayıp düelloya davet edecek, 1944’te, çıkardığı Orkun der….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Şiir
- Kitap AdıBütün Şiirleri – Sabahattin Ali
- Sayfa Sayısı160
- YazarSabahattin Ali
- ISBN9786254298486
- Boyutlar, Kapak12,5x20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Savaşa Doğanların Şiirleri ~ Ali Ulaş Akalın
Savaşa Doğanların Şiirleri
Ali Ulaş Akalın
Savaşa Doğanların Şiirleri, adaletsizliklerle dolu dünya düzeninde çeşitli şiddet biçimleriyle karşı karşıya kalan her dilden insan topluluğunun aklından çıkmayan anıları “şiirden hikâyeler”de bir araya...
- Üstü Kalsın ~ Cemal Süreya
Üstü Kalsın
Cemal Süreya
Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir.. Üstü kalsın.. İÇİNDEKİLER Şiir Hayatımızın...
- Kuşlar Sanatı ~ Pablo Neruda
Kuşlar Sanatı
Pablo Neruda
Dünyadaki bütün yoksulların ve bütün âşıkların büyük şairi Pablo Neruda, Türk okurların da dilinden düşmeyen şiirleriyle yaşıyor. Latin Amerika’nın Walt Whitman’ı kabul edilen Pablo...