Önümde rengarenk şekerler duruyor. Bunlardan bir tanesini sana göndermeliyim. Ama aç bir gardiyanın dikkatini çekmemesi mümkün gözükmüyor. Sana çilek gönderebilir miyim? Bu nasıl olur? Şekerler eline geçerse onları saklama. Sadece parlak jelatinleri kitabının arasına koy. Böylece beni daha çok düşünürsün.
Dışarıyı anlatmamı istiyorsun. Dışarıda da, içeride de bizi acıtan şeyler hep aynı. Aynı betondan, aynı demirden yapılmış evlerimiz. Sadece “daha masumuz” diye sokaklar boyunca dolaşabiliyoruz.Ya da başka beton evlere gidip demir balkonlardan sarkıyoruz. Sarkıyoruz ama düşmüyoruz. Bize balkonlardan sadece rüyalarda düşüldüğü öğretildi.
Bir süredir kendimi hissetmiyorum. Üstümdeki aşk kalkanlarından sıyrılmış gibiyim. Ve şu kalkan, yerde ölü bir at gibi yatıyor. Bir tekme vurup atamıyorum. Belki artık bedenime bile dar gelir… Nedense en çok bir ata yakışıyor bu hüzün.
Yeryüzünün en güzel mektuplarını yazmak isterdim.Mutluluğun için bunu yapardım.
Kendini kanattığın karanlık günler adına, bir anıyla, onu yazarak parçalanmaz bir şekle dönüştürebilmeyi dilerdim.Ama biliyor musun, senin alnına başarmanın acısı yazıldı… Bu kadar ve başka hiçbir şey değil. Şiirin alnına yazılan yazı; AYNI. Birilerinin işi yoksa, canı isterse, öylesine diye arada bir anımsadıkları bir şey.
Aldırma…, uzaklardaki ormanda bir ağaç kendiliğinden devrilmişse, bunu ikimiz biliyoruz…
Hücrende kalemin kağıt üzerindeki sesini duyduğunu, bir sözün küskünlüğünü kabul ettiğini, o sessizliğin bir yerinde büyüdüğünü biliyorum. Seni öyle özledim ki, utanıyorum. Geçen gün arabamın frenine sonuna kadar basıp denize doğru koşmaya başladım. Dolmabahçe,yi yalayıp yutmaya çalışan dalganın sen olduğunu sandım. Üzülme.., ağlamadım. Kahkahalar atarak biricik hayatıma geri döndüm. Hadi beni alkışla.
İnsan bir pinpon topuna, bir parça jelatine, taş zemini örten kilime, vaatlere, yalanlara, iç çekişlerine inanabilir. Ve bir insan bütün bunlar için, belki sadece biri için ölebilir… Kabul etmiyorum!!! Orada oluşunun hiçbir mantıklı sebebi yok. Alışamadıkça çubuk kraker yiyorum. Rüyalarımızdaki dünyada yaşasaydık, burası özlediğin sokaklar derdim. Belki o zaman düşleri gerçek yapabilirdik.
Senin sağlığın nasıl? Hapishanede yaraların geç iyileştiğini duymuştum. Annelerin çok özlendiğini… Beni hala iyi ve deli sanıyorsun ama öyle değil…
Budistler, Himalayalar,da İnternet Kafe açmışlar. Dünyanın her yeriyle ama hiçbir keşif duygusu taşımadan iletişim kuruyorlar. Artık çok uzak yerlerin, asla dokunamayacakları yakınlıkların peşindeler. Onlar da bu büyük palavranın parçası oldular. Kavramları yeniden tartışmamız gerekecek. Rüyaları, kabusları, adaleti, yalnızlığı. Ne kadar basitse, o kadar çok ve uzun tartışmamız gerekecek. YaniAtilla, benim deli ve iyi olma şansım bitti… Belki tek şansım, bana içerde başka bir hayat olduğunu anlatman. Kızgın parmaklarınla boncuklar, kitaplar, kelebekler, resimler gönderip o ormanda devrilen ağacı haman.
Muhteşem elmacık kemiklerini öpüyorum.
ruj lekeleri
Üstünde yazdığım bu cam masa senin olmalıydı. Alıp kullanmadığım kalemler, defterler, kitap ayraçları… Bu kenarları göz kalemiyle çizilmiş bakışlar, otobüslerin yanaşamadığı duraklar senin olmalıydı. Geçe geçe eline bu kuru mektup geçecek.Arada bir ablanla gönderdiğin haberlerde “Umay,ın burada ne yaşandığından haberi yok” diyormuşsun. Tabii ki bilmem, tamı tamına anlamam imkânsız Atilla. Ama kalbimdeki acıyı nereye koyacaksın, göğsümdeki sıkıntıyı nereye saklayacaksın. Hayata kızıp kızıp fotoğrafına ve gönderdiklerine sarılmamı nasıl yok sayacaksın.
Bu gece ağlamak ve şiir yazmak yok. Dışarıya çok az çıkıyorum. Bazen yeni cd,lere bakmak için, bazense umutlandığım bir film için. Sokakta hiçbir gerçek tek başına dolaşacak kadar cesur değil. Sokaklar ne dediği anlaşılmayan hayallerle dolu. Varacakları hiçbir yer yok. Zaten bir yer aramıyorlar. O yüzden eğildikleri bir alın yok. Ağlamaya utanacakları bir şiir yok.
Bu gece yalnızlık yok. Seni bekleyen yağmur saksıları dolduruyor. Krem kutularına boşaltıyorum yazdıklarımı. Rüyalarımda, donmuş nehirlerin üstünden kahkahalar atarak kayıyorum.Yalan konuşuyorum. Kum saatlerini yakıyorum. Biri penceresini açsa kurtulacaksın sanıyorum. Ama olmuyor. Bütün pencerelerimi açıyorum.Ama olmuyor işte.Meğer sen bütün davetleri reddetmişsin. Meğer sen tüm çırpınışlarıma sırtını dönmüşsün. Anladım, çok sevmişsin sokağa küfür gibi çaldığım kırmızıyı…
Atilla, ……………….. Dört yıldır hapishanedesin. Tam dört yıl olmuş. Bugünlerde yeni nakil olduğun F tipi cezaevi için, özenle uzattığın saçlarını keseceklermiş. Önce davranıp makas istemişsin. O küçük hücrede yaşam hakkın yok. Hayatı yeniden ve usanmadan denediğin o kalın duvarlarda bile soluduğun havaya izin yok. Görüş günlerine gelemiyorum, almazlarmış beni saçlarının yanına. Oysa koklayarak, şarkı söyleyerek ben kesmek isterdim saçlarını. Kazağını, fanilanı, kemerini.. Olmuyor, göz göze gelmemiz yasak. Sana güzel olan ne varsa yollamam yasak.
İçeridekiler ve dışarıdakiler.., hepimiz aynı lanetin içindeyiz. Gittikçe paylaştıklarımızı en karanlığa indiriyoruz. Sanki yalnızlık ve duyarsızlık bizi koruyacak. Sanki küssek daha iyi olacak. On iki yıl daha oradasın. On iki yıl. Dünyanın bile senin suçsuzluğunu ispatlayacak gücü yok. Dudağımdaki kırmızı bağırıyor..; suçlu aslında o, çok suçlu. Çünkü onu çok sevmiştim. Çünkü biz o gün buluşacaktık, belki bana kahve yapacaktı. Atillaaa,,, bana kızma n,olur.
“Çıkış yok…” diyorlar. karar verilmiş bir kere….. Her sabah o köşeleri dönemiyorum. Kollarıma tırmanan şiirleri kovuyorum; “hiçbir işe yaramıyorsunuz, rahat bırakın…” diye inliyorum.Avukat isimleri soruyorum. Çıkarsa bu şarkıyı ona dinleteceğim diyorum. Her kızgınlığa senin adınla başlıyorum. Kokulu çiçekler alıyorum ama hep aşktan yaralı birilerine veriyorum. Yaşadığı tüm haksızlıklara rağmen hala insanları sevmeyi beceren tek arkadaşım o mu acaba diyorum. Ablan “o iyi” dedikçe kana kana kahve içiyorum. Yooo, ağlamıyorum.
Aklıma sokakları dolaşan devrimci çocuklar geliyor. Hangi sokağa sapacaklarını hala bilmiyorlar mı diye endişeleniyorum. Hangi gün öleceklerini bildikleri gibi… Ne zaman dışarı çıksam bu çocuklarla karşılaşıyorum. Dünyanın en güzel yüzleri onların. Dünyanın en güzel sol elleri onların, dünyanın en güzel gözleri… Devrilip dursalar da hala onlara bakınca hayata bağlanıyorum. Kocaman pis sürülerin üstüne yürüyen hala onların siyah kazakları. Hala en coşkulu hikayeyi uzatıyorlar nefretin kollarına. Kırılsın istiyorlar bu kör duvarlar. İnsan devrilecekse senin gibi devrilmeli Atilla, onlar gibi.
Şimdi bu dik duruşumu sarmalayıp yuvarlamak istiyorum. Ama bu gece şiir yooook, bu gece ağlamak yok, tamam mı.. Notalarından koparılmış parmaklarını görüyorum. Şiirlerimi dilini akrep sokan denizlere fırlatıyorum. Parmaklarımı kesmek istiyorum.
Hayatın suçu diye geçiştirdiğimiz bütün ihanetler biz değil miyiz? Sevdiğin resimlerin, sevdiğin kitapların, sevdiğin kadınların düşmanı. Bu yüzden seni üzmenin bir yolunu hep bulacaklar. Sana iyi şeylerden bahsetmek istiyorum. İyi olan şeyler. İyi ve uzun olan. Bizi sevgi dolu ve güçlü yapan şeyler. Gülmeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi acemiyim. Sana anlatacak doğru dürüst bir gerçek, ya da avutacak kadar güzel bir yalan bulamıyorum. Sadece seni hayatımda üç kez görmüş ve unutamamış olabilirim. Sadece seni sevmiş olabilirim……
Bu gece benim yerime lodos dönüyor köşeyi. Koca koca çatıları deviriyor. Gıcır gıcır arabaların kaportaları eğiliyor. Akordiyon gibi kıvrılıp, soyuluyor tenleri. Odamı kolaçan eden hayalet gözler gibi yabani ceviz ağacının dalları Sözcüklere bulaşan kuru dalları seyrediyorum. Ablandan zorla aldığım fotoğraflarına bakıyorum. Yüzünün incelen yarısında kopan fırtınaları duyuyorum. Dışarıya karışan bir bulut gibisin. İstekli ama çaresiz bakıyorum. Çok gençsin, o kadar gençsin ki….., sakatlanıyor kelimelerim.
Ne zor, yazarak anlatmaya çalışmak sustuklarını. Demek takvim yapraklarıyla saçlarını keseceklermiş. Bir gün, ateşin onları iyileştirdiğini unutarak ellerini de yakacaklar. İyi ki unutacaklar, en iyi bunu becerirler. Hep unuturlar ve bu yüzden hiç utanmazlar. Şiir yok demiştim. Ama benim için haykırmak istediğim bir şiirsin. Yazamadığım, koklayamadığım, yetişemediğim bir şiir. Her aşka bir kırmızı ruj düşer. Hapishaneye, duvarlara, kalemlere, iç çekişlere, sana, bana, onlara… Atilla, orada mısın. Atilla, orada mısın..
Sakın üşütme. Sakın yaşlanma. Sakın yıkılma. Sakın, sakın, o güzel ruhunu ayaza tutma. Tahtadan defterler yap, deniz kabuklarından kutular, şiirin yetişemediği müzikleri duymak için kalbini yastığın altına koy. Senden çalındıkça çoğalan hayatı, gözyaşlarından çıkardığın mutluluğu anlat. Gözlerindeki aşkı değdir parmaklarının biçimlediği her rüyaya. Senden bana ulaşan rüzgarın da adı bu olsun… Bana içeriyi bilmiyorum diye daha çok kız, ama n,olur daha güzel kız.
gül yanlış kokarsa yakaya tuz takılır
İnsan hayatını yaşatmak için yirmi cezaevine giren devlet müdahalesinde, geriye gözyaşartıcıların, gaz bombalarının, kendini diri diri yakan mahkumların bedenlerinden yükselen duman ve dayanılmaz koku kaldı. Geriye ambulansların önüne oğlunu ya da kızını görmek için atlayan annelerin yine maalesef yanıtsız çığlıkları kaldı. Geriye siyah çelenk kravatlar taşıyan bürokratların sözleri kaldı. Kendini bu hayırlı zaferin huzuruyla evine taşıyan, verilen kararların doğruluğuna ikna eden, “öldürmenin tek çözüm olacağı” konusunda dayanılmaz bir hak ve hukuk gücü zanneden bu insanlar ne yazık ki tarihin ne ilk ne de son örnekleri.